Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Emâneti Ehline Vermek .
Emâneti Ehline Vermek
Emâneti Ehline Vermek
Emânet, vahyin insanda inşâ etmeye çalıştığı
hayat tasavvurunun anahtar sözcüklerinden biridir. El-Mü'min olan
(güvenen ve güvenilmesini isteyen) Allah, mü'min olan (Allah'a güven
duyan ve Allah'ın kendisine duyduğu güveni zedelemekten sakınan) insandan,
imanının bir gereği olarak emânete sadâkat göstermesini, yani emîn
biri olmasını istemektedir. Görüldüğü gibi, yukarıdaki son cümlede geçen "mü'min,
iman, emîn" kelimelerinin hepsi de "emânet" kelimesiyle aynı anlam alanına
mensuptur.
Kur'an'ın inşâ ettiği bir akıl, kendisine
bahşedilmiş tüm nimetlere birer emânet gözüyle bakar. Buna göre servet bir
emânettir, sıhhat bir emânettir, hayat bir emânettir, şöhret bir emânettir,
evlât bir emânettir, devlet ve iktidar bir emânettir, bilgi, beceri, akıl; hepsi
birer emânettir.
Emânet, gerçek sahibi tarafından geçici bir süre
bir başkasının hizmetine sunulan değerdir. Emânet eden, emânet edilene ya
güvenmiştir, ya da güvenilir olup olmadığını sınamaktadır. Emânet edilen kimse,
emânet karşısında iki farklı tavır takınabilir: Ya ihânet eder, ya da sadâkat
gösterir. İhânet ederse hâin, sadâkat gösterirse sâdık olur. Allah'ın emânet
ettiklerine ihânet etmek, verdiğini O'nun rızâsı hilâfına kullanmaktır. Bu
nedenledir ki her günah "emânete ihânet"tir. Ve ihânetin en dehşet sonucu ise,
Allah'ın insana olan güvenini zedelemektir.
Bu, emânetin Allah-insan ilişkisine taalluk eden
boyutudur. Bir de emânetin insan-insan ilişkisine taalluk eden boyutu vardır ki,
Nisâ Sûresinin 58. âyeti, işte bu ilişkinin sıhhat şartını beyan etmektedir. O
da "emâneti ehline vermek"tir. Bu âyetin iniş nedeni bağlamında şöyle bir olay
aktarılır: Mekke'nin fethi günü, Hz. Peygamber, Kâbe'ye gelmiş ve kapının
açılmasını istemiştir. Câhiliyye döneminde de kutsal bilinen ve hizmetinde olmak
için insanların yarıştığı Kâbe'nin anahtarı Osman bin Talha adlı birindedir. Bu,
yıllardan beri babadan oğula geçerek devam eden bir görevdir. Henüz atalarının
dini üzere olan Osman bin Talha, anahtarı getererek kendi elleriyle Hz.
Peygamber'e teslim eder. O anda bu şerefli görevin kendilerine geçmesini isteyen
birçok müslüman vardır ve bunlar arasında Hz. Peygamber'in en yakınları da
bulunmaktadır. Fakat Hz. Peygamber, Kâbe'yi açtırıp içindeki putları temizletip
şükür için iki rekât namaz kıldıktan sonra henüz Allah'a teslimiyetini dahi
açıklamamış olan eski sahibine anahtarı uzatır. Bu, orada bulunan birçoklarının
arzusunu kursağında bırakmış olsa da, başta Osman bin Talha olmak üzere birçok
Kureyşlinin, Hz. Peygamber'in, görev dağılımında "yakın" olmayı değil; "ehliyet"
ve "liyâkat"i esas aldığını görmelerini sağlar.
Emânetin sahiplerinin emânet edecekleri insanda
ilk arayacakları şart "ehliyet" ve "liyâkat" olmak durumundadır. Kişinin ehil ve
lâyık olması için önce bilinç ve bilgi şarttır. Emânete riâyet bilinci ve emânet
edilen şeyi yerli yerinde kullanma bilgisi. Peki, bir insanın emânete riâyet
bilincine sahip olduğunun ölçütü nedir? Kısaca, Allah'a ihânet etmemesidir.
Peki, Allah'ın emânetine ihânet etmekten utanıp sıkılmayan birilerinden kulun
emânetine ihânet etmemeleri beklenebilir mi? Ya da, hayatını, her şeyini borçlu
olduğu Allah'ın emânetine ihânet edenleri, ikbâl ve iktidarını borçlu olduğu
halka ihânet etmekten hangi şey uzak tutabilir?
Aklını vahyin inşâ ettiği herkes çok iyi bilir
ki, "benim" dediği her bir şey aslında kendisine bahşedilmiş emânetlerdir.
İnsana âit mutlak mülkiyet yoktur. Çünkü mutlak mâlik Yaratıcı'dır. Kur'an'da
geçen Allah'ın güzel isimlerinden "el-Melik" ismi bunu ifâde eder. İnsana
verilenler hep birer emânettirler. Bu emânetleri var ediliş amacına uygun
kullanan, emânete sadâkat göstermiş olur; tersine davranan emânete ihânet etmiş
olur.
Nisâ 58. âyetin muhâtabı kimdir? Bu soruya
birçoğumuz peşin fikirle şu cevabı veririz: "Emâneti tevdî eden kimseler". Yani
seçme makamında olanlar. Ya da emir verme, hükmetme, tâyin etme, tercih etme
makamında olanlar. Seçimlerde kullanılan oydan, bir sivil toplum kuruluşuna
yönetici seçmeye, işinin başına birini atamaktan memur atamaya varana dek her
biri birer emânettir.
Fakat bu cevap eksiktir. Bu âyetin muhâtabı bir
değil; üçtür. Birincisi doğrudan, diğer ikisi dolaylı muhâtaplarıdır. Bunların
üçünü de sıralayalım:
1. Seçme, tâyin etme ve tâlim verme makamında
olan muhâtaplar,
2. Ehliyet ve liyâkat sahibi olmadığı halde,
seçilmek için çırpınanlar,
3. Ehliyet ve liyâkat sahibi olduğu halde görev
ve sorumluluk almaktan kaçanlar.
Birincilerin sorumluluğu emâneti ehil ve lâyık
olana vermektir. Bunun için de ehil ve lâyık olanla olmayanın arasını ayıracak
bir bilgi, bilinç, basîret ve ferâsete sahip olmalıdırlar. Birinciler için
geçerli olan, ikinciler için de geçerlidir. Eğer ehliyet ve liyâkati doğru
tanımlarlarsa, kendilerinin o işe ehil olmadıklarını itiraf eder ve
götüremeyecekleri yükün altına girmezler. Üçüncülere gelince... Sözün burasında
ehliyet ve liyâkatin olmazsa olmaz şartlarını sıralamak gerek. Bunlar dört şeye
nisbetle tesbit edilebilir:
1. Kişinin Allah'a nisbetle liyâkat ve ehliyet
şartı: Bu, "Allah'a karşı sorumluluk bilinci"dir. Kişinin niyetini hâlis
kılan unsur da budur. Bu olmazsa, topun barutu yoktur; gerisi olsa ne yazar?
Mikro planda emânete sadâkat gösterse bile, makro planda ihânet etmekten geri
durmayacaktır. Tıpkı petrol lobisinin seçtirdiği ABD başkanının, kendisini
seçenlerin çıkarı uğruna, dünyayı ateşe vermesi gibi.
2. Kişinin kendisine nisbetle liyâkat ve ehliyet
şartı: Bunlar, kişinin görev üstleneceği konudaki yetenek ve
yeterliliğidir.
3. Kişinin emânete nisbetle liyâkat ve ehliyet
şartı: Meşrûluktur. Meşrû olmayan ya da meşrû bir usûlle verilmeyen
emâneti üstlenmemek liyâkat gereğidir.
Kişinin insanlara nisbetle liyâkat ve ehliyet
şartı: İnsanlara yararlı olmaktır.
İlk üç unsur, insanların teveccüh ve seçim
tercihiyle oluşacak şeyler değildir. Bir bölgedeki her insan bir kişiyi bir
göreve lâyık bulup seçseler, bu seçim o insanın niteliğine bir şey eklemez.
Yani, o insan eğer sorumsuzsa, yüksek tercih onu sorumlu hale getirmez. Ya da,
yeteneksizse, herkesin onu destekliyor olması onu yetenekli kılmaz.
Ancak, üçüncü unsurda teveccüh oranı
belirleyicidir. Çünkü "fayda" nisbîdir ve kişiden kişiye, gruptan gruba,
zümreden zümreye değişebilir. Burada aslolan 'momentum'u, yani birçok değişik ve
çelişik unsurdan oluşmuş bir bütünün maksimum fayda bileşkesini tesbit
edebilmektir.
Emâneti ehline vermeyenler üç kez haksızlık
yapmış olurlar: 1) Emânetin kendisine, 2) Emâneti verdikleri ehliyetsiz ve
liyâkatsiz kişiye, 3) Emâneti esirgedikleri ehliyet ve liyâkat sahibine. Üç kez
zulüm; sahibini katmerli zâlim yapar. (4)
Kur'an'a göre müslüman toplumun ana görevi,
yeryüzünü ıslah etmek; bozulma ve yozlaşmayı ortadan kaldırıp orada sağlam bir
sosyal düzen kurmaktır (bak. 22/Hacc, 41; 26-Şuarâ, 152; 27/Neml, 48; 2/Bakara,
193, 251 vb.). Bu görev, büyük ölçüde müslümanların siyasî açıdan örgütlenip
emâneti ehline vermeleriyle yerine getirilmiş olur. Tabii olarak burada, siyaset
nedir, müslüman siyaset yapmalı mıdır, sorusu gündeme gelir. Hemen herkeste,
veya en azından bazılarında ?müslüman siyaset yapamaz? diye bir kanaat var.
Halbuki siyasetin ne olduğu açıkça anlaşılmadan bu tür sorular sormak veya bu
konuda kesin bir kanaate varmak doğru değildir.
En genel anlamıyla siyaset, insana ve hayata iyi
hizmet etme mesleğidir; insanların dünya ve âhiretlerini salaha çıkarmak için
yapılan hayırlı bir iştir. Siyaset bu ise, o zaman bunun en güzelini müslüman
yapmalıdır. Hemen belirtelim ki, insana ve hayata hizmetin en güzel şekli,
?Kur'an'ın evrensel ilkelerine? ve ?Nebevî modele? uygun olarak yapılanıdır.
Öyleyse tam bu aşamada, İslâm'ın yönetimle ilgili evrensel ilkelerini ve emânet
ehlinin temel niteliklerini hatırlamak gerekir.
Kur'an açısından siyasî faâliyet, kamuyu
ilgilendiren işlerin, yani ?emânet?in ahlâkî ve teknik anlamda ehline
verilmesidir (bak. Ömer Özsoy, İlhami Güler, Konularına Göre Kur'an, s. 530).
Demek ki siyasî faâliyetin her zaman uymak zorunda olduğu evrensel ilkelerden
birisi, ?emâneti ehline vermek?tir. Bu ilke, Kur'an'da şöyle belirtilir:
?Allah size, mutlaka emânetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar
arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel
öğütler veriyor! Allah'ın size yapılmasını tavsiye ettiği şey, mutlaka en
güzeldir. Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir.? (4/Nisâ, 58)
Bu âyette yer alan ve Kur'an'ın tamamında altı
kez geçen ?emânet? sözcüğü, çok geniş kapsamlı evrensel bir kavramdır. O,
öncelikle insanın dışındaki kimsenin taşıyamayacağı ağır bir yüktür (33/Ahzâb,
72). Ayrıca ?emânet?, ?akıl, iyi ile kötü arasında seçim yapabilme yeteneği
(Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât, s. 90; Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, s. 868),
teklifi taşıma yeterliliği, vahyin doğruluk ve değer ölçülerine dayalı sosyal
bir düzen kurma yükümlülüğü? anlamlarına da gelmektedir (Bak. Fazlurrahman, Ana
Konularıyla Kur'an, s. 79).
Bu âyetteki ?emânet? kavramının, ?maddî-mânevî
değerleri, İlâhî hakikatleri, müslüman toplumun dünyevî gücü ve siyasî
hâkimiyeti kullanmasına ilişkin buyrukları? ihtivâ ettiği belirtilmiştir (Bak.
Zemahşerî, Keşşâf I/553; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, V/256-258;
Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, s. 150). Şu halde emânetin ehline verilmesi,
insana ve hayata yönelik hayırlı hizmetlerin, eksiksiz bir projeyle hayata
taşınması ve bu projenin pratikte başarıyla uygulanmasının sağlanmasıdır. Tabii
ki bu, siyasî gücü gerektirir. O halde güç de Allah'ın bir emânetidir ve o
mutlaka ehil olanlara verilmelidir.
Kur'an, emânetlerin ehline verilmesini, adâleti,
ister. Yönetimde ve işlerin idâresinde getirmiş olduğu ?şûrâ? ve ?biat?
prensipleriyle toplumun irâdesine değer verip insanların yönetimde etkin hale
getirilmesini sağlar. Ayrıca Kur'an, toplumlar üzerinde haksız hâkimiyet kurup
halka zulmedenleri kınar; her türlü baskıcı yönetimleri reddeder (bak. 27/Neml,
34 vb.). Çünkü politik gücün baskıya başvurması, toplumsal acılara ve ahlâkî
çöküntülere yol açar.