Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Din Günü Şuuru, Kıyametin ve Ölümün Düşündürdükleri
Din Günü Şuuru
Din Günü Şuuru, Kıyametin ve Ölümün Düşündürdükleri:
İnsan, teklifsiz, başı boş ve
kendi keyfine bırakılmamıştır. Onun yapacağı işler ve yapmaması gerekenler,
ilâhî hükümlerle bildirilmiştir. Dünyada irâdesiyle Allah'a kulluk etmesi için
ona her türlü imkân sağlanmıştır. Allah'ın kendisine verdiği, maddî mânevî tüm
imkânları O'nun istediği gibi kullanan kimse, dünyada ebedî hayatı kazanmış
olur. Aksini yapan kişi de bu ebedî hayatın mutlu sonucunu elde edemez. Bunun
içindir ki, her insanın âhiret hayatı, dünyadaki ömrüne göre değil; dünya
hayatında yaptığı işlerine göre olacaktır.
Ebû Hureyre (r.a.)'den,
Rasülüllah (s.a.s.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Yedi kimseyi
Allah, kendi zıllinden (gölgesinden) başka bir gölge olmayan kıyâmet gününde
kendi gölgesi altında barındıracaktır. Bunlar; 1- İmâm-ı âdil (adâletli müslüman
devlet başkanı, idareci), 2- Rabbına itaat ve ibâdet eden genç, 3- Gönlü
mescidlere bağlı olan kimse, 4- Birbirlerini Allah için seven ve yine Allah için
buğz eden iki kimseden her biri, 5- Makam ve güzellik sahibi bir kadının
isteğine rağmen "ben Allah'tan korkarım" diyerek haram işlemeyen erkek, 6-
(Gönül hoşnutluğu ile) infak ettiğinden sol elinin haberdar olmayacağı kadar
gizli olarak sadaka veren kimse, 7- Tenhada (lisanen veya kalben) Allah'ı
zikredip de gözü yaşla dolup taşan kişi."[1]
Kıyâmet günü evlât ve malın
fayda vermediği, ancak doğruların doğruluğunun fayda verdiği bir gündür.
Geleceğinde hiç şüphe olmayan bu günde, insanlar kabirlerinden çıkarak Allah'ın
huzurunda toplanacak ve hiçbir kimse -Allah'ın izin verdikleri müstesnâ- bir
diğerine fayda veremeyecektir. İnsanların kendi organları yaptıklarına şâhitlik
edecektir.[2]
Kısacası bu günün, çok korkunç anları ve özellikleri vardır. Kıyâmet gününde
insanın kendi yaptıklarından başka her şeyden, kesin olarak ümidini keseceği
anlaşılıyor.
Kur'an âyetlerinde ve hadis-i
şeriflerde, kıyâmet tasvir edilirken, yer ve gök nizamının bozulmasından ve
bunların mahvolup toz haline gelmesinden bahsedilmiştir.
"O gün arz (yer) başka bir
arz olup değişecek; gökler de değişecek..." (İbrâhim: 14/48)
Bu âyetten de anlaşıldığına
göre kıyâmet, âlemin nizamının bozulmasının ve dünyadaki mevcut hayatın
mahvolmasının ismidir. Ondan sonra yeni bir hayat başlayacak, bu yeni hayatın
nizamı kurulacaktır.
Kıyâmet inancı, dinin iman
esaslarındandır. İnsanların davranışlarına yön vermede çok etkili olduğu içindir
ki, İslâm, bu inancı kendi mensuplarının gönüllerine tam ve kâmil bir şekilde
yerleştirmek istemiştir.
Kur'an'ın ve hadis-i şeriflerin
belirttiği din gününe ve kıyâmet gününün bildirilen çeşitli durumlarına, ne
yazık ki insanların pek çoğu, gerektiği şekilde samimi olarak inanmamaktadır.
Dilleri ile ?kıyâmet günü haktır? derken, kalpleri o günden gâfil bulunanlar,
dilleriyle inanmış, ancak davranışlarıyla o günü yalanlamış olanlardır. Şu da
unutulmamalıdır ki, kıyâmeti davranışlarla yalanlamak, yani sanki bu gün hiç
gelmeyecekmiş gibi her türlü günah ve kötülükler işlemek, dil ile yalanlamak
gibidir. Kıyâmetin vuku bulacağı şüphesizdir. Çünkü bunu Allah haber vermiştir.
Kıyâmeti inkâr etmek küfürdür. Kıyâmetin ne zaman meydana geleceğini Allah,
kullarına bildirmemiştir. O er geç vuku bulacaktır. Şu kadar ki, onun olacağı
zamanı kimse tayin edemez. İnsana düşen görev, böyle bir günün geleceğini
bilmek, ona inanmak ve o gün için hazırlanmaktır. Zaten bir hadis-i şerifte
ifade edildiği gibi, insan ölünce kendi kıyameti kopmuş demektir.
Din gününe iman etmek, öldükten
sonra tekrar dirilmeye inanmak, hesap ve ceza meselelerini kabullenmek, İslâm
dininin inanç esaslarının bir bölümüdür. Allah'ın tek bir ilâh olduğunu kabul
etmenin hemen ardından bunlara inanmak gereklidir. İslâm'da ulûhiyet gerçeği ile
âhiret hayatının hakikatı birleştirilip tek temel üzerine oturtulmuş, böylece
itikadî, amelî, ve ahlâkî değerler birleştirilerek bir bütün haline
getirilmiştir.
İslâm tasavvurunda hayatın
manası, insan ömrünün teşkil ettiği şu kısa zaman değildir. Hatta bu hayatın
anlamını, ne bir kavmin ve toplumun yüz yıllar süren ömrü, ne de bütün
insanların süregelen hayatı ifade edebilir. İslâm tasavvurundaki hayat, şu
görünen dünya hayatını içine aldığı gibi, Allah'tan başka kimsenin bilmediği
âhiret hayatını da içine almaktadır. Mekân itibarıyla da, üzerinde insanların
yaşamakta olduğu şu yeryüzünü içine aldığı gibi; âhiret yurdunu da ihtiva
etmektedir. Yine âlemleri kucaklarcasına şu görünen kâinata şâmil olduğu gibi,
her türlü gerçeklerini Allah'tan başka kimsenin bilmediği "gayb" âlemini de
kapsamaktadır. O gayb âlemi, ölüm ânı ile başlayıp âhiret hayatıyla son bulur.
Mâhiyet itibarıyla hayat, dünya hayatındaki şu bilinen yaşayışı kapsadığı gibi,
ikinci hayat dediğimiz âhiret yaşayışını da içine almaktadır.
İşte din gününe iman etmek,
böylesine zamanın sonsuz mesafesini, mekânın hudutsuz ufuklarını, hayat ve
âlemlerin bitmeyen derinliklerini ve yüceliklerini ifade etmektedir. Bu inanç,
kesinlikle kişinin dünya görüşünü değiştiren ve davranışlarını etkileyen bir
inançtır. Her asırda olduğu gibi günümüzde de en önemli hususlardan biri, din
gününe iman etmek konusudur. Bunun içindir ki, Kur'an, tevhid inancıyla beraber
bu inanç üzerinde ısrarla durmuş, Hz. Peygamber de pek çok sözleriyle bu inancın
önemini belirtmiştir. Her konuda hakkı bildiren Allah, hak olan âhiret konusunda
da önemle duruyor. Eğer insan yaptıklarından sorumlu olmasaydı, o zaman iyilik
ve kötülüğün farkı ortadan kalkmış olur, insan yaşayışı tamamen maksatsız ve
gayesiz hale gelir, her iş neticesiz kalırdı. Oysa insan, maksatsız ve gayesiz
olarak yaratılmamıştır. Her insan, kendi iradesiyle yaptıklarının karşılığını
görmeyecek olsaydı, o zaman iyilik ve kötülük aynı şey olur, günah ve sevabın
anlamı kalmazdı.
İnsanlar, bu dünya hayatında da
az çok yaptıklarının karşılığını görürler. Bununla beraber şunu da unutmamalıdır
ki, pek çok zâlim günahkârlar, kötülük yapan insanlar, bu dünyada rahat yaşarlar
da, birçok iyi insan musibetlere mâruz kalır. Çünkü bu dünya, yapılan işlerin
asıl karşılığının görüleceği yer değildir. İşte tüm işlerin karşılığının
verileceği ve rabbânî adâletin tecellî edeceği an din günüdür.[3]
Allah'ın kâinat için koyduğu
bazı kanunlar vardır. Adına Sünnetullah dediğimiz bu tabiat kanunlarından biri
"ceza=karşılık kanunu"dur. Yapılan hiçbir hareket karşılıksız değildir. Ateş
yakar, ekilen tohum biter, olgunlaşan meyve yere düşer... Yani kâinatta neyi
düşünsek, nereye göz atsak, Allah'ın koymuş olduğu bu "karşılık kanunu"nu
görürüz. Atasözlerinde de "eden bulur", "eşen düşer", "her koyun kendi
bacağından asılır", "ne ekersen onu biçersin" gibi ifadeler, karşılık kanunu
için örneklerdir.
Karşılık kanunu, en büyük
adâlettir. Çünkü insan, daha önceden bildiği esaslara uyup uymamanın neye mal
olduğunu bilmekte, seçimini hür irâdesiyle ona göre yapma imkânına sahip
olmaktadır. Bu ilâhî kanuna göre, herkes amellerinin karşılığını görecek, hiç
kimse başkasının günahını çekmeyecektir.[4]
Bununla birlikte, ister hayır, ister şer olsun, yapılan en küçük iş karşılıksız
kalmayacaktır.[5]
Bu da insanın, bahane bulma duygusunu yok edecek; "kendim ettim, kendim buldum"
şeklinde bir neticeye varmasına yol açacaktır. Kâinatta her şeyin bir karşılığı
olduğu gibi, yapılan hiçbir kötülük, kimsenin yanına kâr kalmayacaktır. Hal
böyle iken, bütün karşılıkların görülebilmesi için, dünya hayatı elbette kâfi
değildir. O zaman şöyle bir durumla karşı karşıya kalırız: Bir tarafta karşılık
kanunu, diğer tarafta dünya hayatının buna kâfi gelmeyişi. Burada, ?imtihan
edilme? söz konusudur. Bu açıdan bakıldığında "karşılık kanunu", âhirete
inanmanın zarûretini de ortaya koyar. Yani her şeyin bir karşılığı olacağına
göre, dünya hayatının da bu karşılıklar için kâfi gelmediğine göre,
mutlaka bir karşılık zamanı olmalıdır. İşte Fâtiha'da Allah bu "karşılık günü =
din günü"nün tek sahibi olduğunu belirtmektedir. Burada "din", yapılan bir işin,
kendi cinsinden karşılığı manasını ifade eder. Bu karşılık kanunu sebebiyle,
dünyada da hesaba çeken Allah'tır; âhirette de hesaba çeken Allah'tır. Allah,
karşılıkları imhal eder, ama ihmal etmez. (Karşılığını erteleyebilir, istediği
vakitte verir; ama ihmal etmez.) Allah'ın bu ?karşılık kanunu?, bütün ilmî
disiplinlerce kabul edilmektedir. Burada problem, işin ilâhî boyutunun gözardı
edilmesidir.[6]
Nübüvvet, yani peygamberlik,
Allah'ın insanlık tarihine yönelik bir müdâhalesidir. O, bu müdâhaleyi kullarına
olan rahmet ve şefkatinden dolayı Rahmân ve Rahîm isminin bir tecellîsi olarak
yapıyordu. Din günü demek olan âhiret ise, Rabbımız tarafından insanlığın
geleceğine bir müdâhaledir. O, bu müdâhaleyi ilâhî adâletini gerçekleştirmek
için yapar. Fâtiha'da Rahmân ve Rahîm isimlerini bildiren âyetten hemen sonra
gelen "din gününün mâliki" âyeti, insanın tarihiyle istikbâlinin bağlantısıdır.
Mâziyi unutmadan istikbâle hazır olması için, içinde yaşadığı anda ne yapması
gerektiği de, bundan sonraki âyette hatırlatılmaktadır:
"Ancak Sana ibâdet ederiz.
Ve ancak Senden yardım isteriz." (Fâtiha: 1/5)
Dünya, âhiretin habercisi,
âhiret dünyanın izdüşümüdür. İnsan adlı bu ölümsüz yolcu, birinden diğerine
intikal ederek sürdürür sonsuz yolculuğunu. Çünkü ölüm, bir başka hayatın
besmelesidir. Nübüvvet, insanlığın geçmişinin; âhiret ise geleceğinin tarihidir.
Kur'an da, bu tarihin akacağı yatağın ilâhî projesi. İnsan, bu projeye bakarak
tarihi değiştiriyor ve tarihi tarihe bu projeyle taşıyor.
Âhiret
olmasaydı, insan insan olamazdı. İnsana irâde verildiği gün âhiret de verildi.
Eğer seçiminin ödül ve cezasını görmeyecekse yaratıklar arasındaki bunca
ayrıcalığın gerekçesi ne ola ki? İşte bu nedenle âhiret, seçme hürriyetinin,
irâde ve şuurun doğal sonucudur. İnsanın seçiminin Allah tarafından kaale
alındığının, değerlendirildiğinin bir delilidir. İnsanı yaratan, onu yeryüzüne
halife seçip irâde veren ve kendi ruhundan ruh üfleyen Allah'ın, en güzel
kıvamda yarattığı kulunun istikbâliyle ilgilenmediğini düşünmek abes olacaktır.
Boşuna mı yaratıldı şu muazzam makine ve yaratılanların en muhteşemi olan insan?
Boş yere, abes bir iş olarak mı yaratıldı evren ve içindekiler? Cennet niçin
yaratıldı? Cehennem lüzumsuz mu?
Âhiret, Allah'ın "vaad" ve
"vaîd"inin, yani ödül ve cezasının bir gereğidir. Suyu getirenle testiyi kıranı
mahluk bile bir tutmazken Hâlık'ın bir tutması O'nun mutlak adâletine nasıl
sığar? Eğer "şunu yaparsan ödüllendirilir, bunu yaparsan cezalandırılırsın"
deniliyorsa elbette sonuçta "iyi" olanla "kötü" olanın ayrılıp, yapana ödülü,
yapmayana cezası verilecektir. Bu nedenle âhiret, adâlet-i ilâhînin kaçınılmaz
sonucudur. Âhirete inanmamak adâlete inanmamak, adâleti istememek demektir.
Âhirete iman, ölüm korkusunun
insanda bir kâbusa ve kronik bir illete dönüşmesini engeller. Ölümden sonra bir
hayatın olduğuna inanan, kendisini koyvermez. Onun için, ölüm bir bitiş değil;
bir intikaldir. Bu nedenle âhirete iman eden kâmil bir mü'min, hayatta bir kez
ölür. Âhirete inanmayan kâfirse her ölümü hatırlayışta ölür. Bu nedenle âhireti
inkâr edenler, mümkün olduğunca ölümü hatırlamak istemezler. Kendilerine ölümün
hatırlatılmasından rahatsız olurlar ve beklenenden daha fazla tepki gösterirler.
Bir de müslümanların ölümü güler yüzle karşıladıklarını, onunla sık sık
selâmlaştıklarını düşünelim. İslâm medeniyetinde mezarlar şehirlerin ortasına
yapılırdı. İslâm, insanların ölümü sık hatırlamaları için mezar ziyaretini
Nebi'nin diliyle özendirmişti.[7]
"Ölümse, Gel dese; Tak tak tak, Mu-hak-kak."
"Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanmadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında."
"Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Bîçâre gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son mâtemidir bu!
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri sanki memnun yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden."[8]
Kur'an, her sayfasında, insanı
hem ruhun tarihine, hem istikbâline (âhirete) götürerek insana önünü ve sonunu
hatırlatır. Bu nedenle mü'min, her ânında üç zamanı birden yaşayan insandır. Bu,
ona süreklilik ve sorumluluk duygusu verir. Kur'an'daki kıyâmet, cennet,
cehennem, mahşer, mîzan ve sorgu sahneleri, mü'minde sorumluluk hissini ve
fazileti güçlendirmek için istikbâline açılan birer penceredir.
"Dünya hayatı oyun ve
eğlenceden ibarettir." (En'âm: 6/32; Ankebût: 29/64; Muhammed: 47/36; Hadîd:
57/20).
Oyuncaktan hoşlanan çocuklar
mıyız, yoksa rüştümüzü isbat eden adamlar mı? Dünya oyuncağına verdiğimiz
değerde saklı bunun cevabı. Oyuna dalıp çokça eğlenenler, çocuklar ve o
seviyedeki çocuk akıllılardır.
Din günü şuûru, bize ölümü sık
sık düşündürür ve bizi oraya hazırlar. Bu bilinçle ölüm râbıtası, bir adım daha
ileri giderek şehâdet rabıtası yapmalıyız. Bu bilinç ve râbıtalar, bize sadece
âhiret azığı değil; dünyada kaybettiğimiz izzeti, insanlık onurumuzu da
kazandıracak ve ölüm korkusunu yenen, ölümle sevdalanan bir seviyeye
çıkaracaktır. Ancak bu sayede haklarımızı söke söke almak için dileniş değil
direniş gerektiğini öğrenir ve canlı şehid olarak şerefli bir hayat süreriz.
Bugün Yahudi, teknik imkâna sahip milyarı aşan kimlik müslümanlarından değil;
intifâda coşkusunu sürdüren çocuk yaştaki genç yiğitlerden korkmaktadır. Ölümden
korkan gayr-ı müslim, en çok ölümden korkmayanlardan korkar. Müslümanın
müslümanca yaşayamadığı her ortamda müslümanca ölme imkânı her an vardır.
Her asırda olduğu gibi,
günümüzde de birkısım insanın, kıyâmet gününe iman etmeyişlerinin sebebi,
öldükten sonra dirilmeyi uzak bir ihtimal görmeleridir. İnanmayanların görüşüne
göre hayat, sebepsiz, hedefsiz ve gayesiz bir hareketten ibarettir. Oysa her
şeyde bir sır, o sırrın gerisinde bir hedef ve hedefin gerisinde de bir hikmet
vardır. İnsan bir ölçü dâhilinde bu dünyaya getirilir, yine aynı şekilde takdir
edilmiş olan âkıbete, ceza ve hesap gününe döndürülmüş olur. Dünya hayatı da,
her insan için bir imtihandır. İnsanların bütün bu gerçekleri bilip, bunların
gerisinde kudret ve hikmet sahibi yüce Yaratıcı'yı düşünmesi gerekir. İşte bu
bilgi ve düşünce insanı âhiret inancına götürür.
İnsanların çokça hatırlaması
gereken ölüm, her canlının kendisine erişeceği bir hâdisedir. Ölüm, kendi
yolunda sapmadan ve durmaksızın ilerler. Ne geride bıraktıklarına, ne de ıstırap
çekenlerin feryadına bakar. Korkanların korkusu, sevenlerin de sevgisi bunu
önleyemez. Hayatı sadece dünya hayatından ibaret görmek, çok ilkel bir
düşüncedir. Kur'an, düşüncesi gelişmemiş bu tür kişilerin sözlerini ve
durumlarını şöyle dile getirir:
"Onlar derler ki: 'Bu dünya
hayatımızdan başka bir hayat yok! Tekrar dirilecek değiliz." (En'âm: 6/29)
İslâm'da dünya, âhiretin
tarlasıdır. Dünya hayatını ıslah etmek, ondan her tür kötülüğü ve bozgunculuğu
kaldırmak, bütün insanlar için iyilik ve adâleti gerçekleştirmek gibi işlerde
sarf edilen emek ve uğraşıların hepsi, âhiret sermâyesidir. Böyle bir inançla
çalışan ve Allah'ın rızâsını dileyerek gönülden bu güne inananların yeryüzünü
ihmal etmeleri, azgınlıklara ve bozgunculuklara göz yumarak dünyayı terk
etmeleri mümkün olabilir mi?
Bazı insanlar, -âhirete iman
ettiklerini iddia etmekle beraber- kendilerini, câhilliğin ve azgınlığın
akıntısına kaptırmışlarsa; bu, Allah'a ve âhiret gününe inandıkları için değil;
âhirete imanlarının zayıf oluşundandır. Her asırda, âhireti inkâr edenler veya
bu güne, inanılması gerektiği şekilde inanmamış olanlar, devamlı günah işlemeyi
arzu edip buna karşı bir engelin çıkmasından korkanlar ve her şeye kadir
Yaratıcının huzurunda hesap vermek istemeyenlerdir. İşte bunun için de öldükten
sonra dirilmeyi ve âhireti hayal zannederler.
Din gününe inanmak ve bu
inancın gereğini yapmak, kötülüğe koşan her nefis için bir gem, günahı seven her
insan için de bir engeldir. Bütün insanlığa hitap eden Kur'an, bu günün olmasını
imkânsız görenlere en kesin ve doğru cevabı verir:
"İnsan, kendini bir
nutfeden nasıl yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi."
(Yâsin: 36/77)
İnsanın yaratılışındaki hayret
verici durumlar, organlarının yapısındaki çeşitli özellikler, onun tekrar
diriltilmesinden çok daha önemli ve dikkat çekicidir. Allah'ın sanat ve
kudretindeki bu incelikleri, mükemmellikleri bilip görenler, öldükten sonra
dirilmeyi artık nasıl inkâr edebilirler? Ne yazık ki ünsiyet etmediği her şeyi
inkâr, insanoğlunun tabiatındadır. Eğer o yılanı yüzüstü ve hem de sür'atle
yürür görmese, ayaklardan başka şey üzerinde yürümeyi kabul etmezdi. Hatta
insan, dünyayı görmeden, dünyadaki acayip haller ona anlatılsa, onları bile
çoktan inkâra kalkardı. Şu halde, din gününü yakînen tasdik etmemek, bu kavramı
anlamaktaki noksanlıktan ileri gelmektedir. Görünmediğinden dolayı, din gününe
inanmayanlar, ilim adına cehâlet gösterenlerdir.
"Ahiret yurdu, sakınan
muttakîler için daha hayırlıdır, düşünmüyor musunuz?" (En'am: 6/32)[9]
Dünya, ne seçim ne de geçim
dünyasıdır müslüman için; dünya kulluk/ibâdet dünyasıdır, imtihan dünyasıdır.
Sınav esnâsında oyuna dalan, gülüp eğlenen kimsenin imtihanda başarı şansı ne
kadar olabilir? Gençler, üniversite imtihanına verdikleri önemi, esas sınava,
büyük imtihana verseler, din günü bilinci nasıl hayata yansırmış, görürdük.
Orta yaşlılar, yakın gelecekleri için hazırlayıp biriktirdiklerini, esas
istikbâl için yatırıma dönüştürseler, örnek müslümanların sayısı nasıl artardı!
"Ey iman edenler! Allah'tan
korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah,
yaptıklarınızdan haberdardır." (Haşr: 59/18)
Mücâdelenin, cihadın, şehâdetin
olmadığı yerde din günü bilinci yeterince yok demektir. Ana vatanımız, baba
diyarımız cennet olduğuna göre, biz memleketimizde gerekli ihtiyacımızı
karşılamak için bu diyarda gurbete çıkmış durumdayız. Orada lâzım olan azığı
unutup, buradaki görevimizi ihmal etmek ve buralarda oyuncaklarla oyalanmak ne
kadar mantıklılıktır?
Ne mutlu, dingünü bilincine
sahip, ölüme ve ölüm ötesi hesaba hazır olan ve ölümden korkmayan, ölümle
dostluk kurabilen canlı şehidlere!
[10]
[1]
Buhârî, Bed'ul Ezân: 384, Tecrîd-i Sarih Ter. c. 2, s. 617.
[2]
Fussılet: 41/20-21.
[3] Y.
Çiçek, F. Yıldız, Din Günü İbâdet, s. 61.
[4] En'âm:
6/164; İsrâ: 17/15; Necm: 53/38.
[5]
Zilzâl: 99/7-8.
[6] A.
Özbek, Kur'an'da Tevhid Eğitimi, 26.
[7] M.
İslamoğlu, İman Risalesi, 285.
[8]
Sırasıyla: Necip Fazıl, Cahit Sıtkı, Yahya Kemal.
[9] Y.
Çiçek, F. Yıldız, a.g.e. s. 65.
[10] Ahmet
Kalkan, Kur'an Kavramları.