Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Mutluluk ve Üzüntü.
Mutluluk ve Üzüntü
Mutluluk ve Üzüntü
İnsanların hayattan bekledikleri,
sadece fizyolojik ihtiyaçlarının karşılanması değildir; bunlarla birlikte,
psikolojik ihtiyaçlarının da karşılanmasını ve hayatlarının bir anlamı olmasını
arzu ederler. Anlamlı hayat, huzur ve mutluluk içinde müslümanca geçen hayattır.
İnsan ruhu, keder, elem ve acılardan ne kadar hoşlanmazsa; sevinç, mutluluk ve
hazlardan da o kadar hoşlanır. Bir bakıma, insanı yaşatan ümittir. İnsan,
ümidini yitirdiği an, içini üzüntü kaplar, sosyal faâliyetlerini istemeyerek
durdurur. İnsanlarda ümitle birlikte korku da veya korkunun yanında ümit de
vardır. İnsanlardaki korku yok olup gittiği zaman, isyan, taşkınlık veya
görevini yerine getirememe halleri ortaya çıkar. Açları çalıştıran doymak ümidi,
tokları çalıştıran da açlık korkusudur. Bu iki duygu, görev duygusunu
canlandıran ve canlı tutan duygulardır. Ümitle korku arasındaki hassas dengeyi
koruyan insan, ancak kendi güçsüzlüğünü ve âcizliğini az çok anlayabilir ve bu
sebeple de, böbürlenerek şımarmaz.
Kulluk, bu âcizliği ve güçsüzlüğü
anlamak ve bunun şuurunda olmak demektir. Hiçbir varlık, ebedî teminat veremez.
Onu ancak Allah verebilir. Bunun içindir ki, kulluk, ancak Allah'a yapılır.
Hayatın gayeleri arasında en önemli yeri ve ilkini de bu teşkil eder. Zira
kulluk görevi, insanın değerini ortaya koyar ve insana ne olduğunu ve ne
olacağını gösterir. Allah'a kul olabilenler, yani âcizliğini ve güçsüzlüğünü
anlayarak gerçek değerini ve yerini bilenler, sudan sebeplerle kendilerini veya
birbirlerini yemeğe kalkışmazlar, huzurlarını kaçıracak davranışlarda
bulunmazlar.
Mutlu insan, bu gerçeğin şuurunda
olandır. Bunun içindir ki hayat olduğu gibi, insanlar da olmaları gerektiği gibi
değil; oldukları gibi kabul edilmelidir. Olması gerekenler, idealde ve uzakta
olan şeylerdir. Olanlar ise, realitede ve yakında olan şeylerdir. Yakında ve
realitede olanı anlamadan ve varlığını kabul etmeden, idealde ve uzakta olanı
anlamamız ve ona ulaşmamız mümkün değildir. Zaten, insanları çelişkiye ve
çatışmaya sürükleyen de bu tutum ve davranışlardır. Bunun için insanı tanımak ve
lâyık olduğu yere oturtmak gerekmektedir.
Elimizde imkân varken her türlü
tedbirimizi almalı ve işin neticesini Allah'a havâle etmeliyiz. İyi bir kul
olabilmek için bu, önemli bir harekettir. İslâm dininin tevekkül inancı da bunu
gerektirir. Elimizde olan şeyleri yaptıktan sonra gerisini Allah'a bırakmak ve
olacak şeyleri tevekkülle karşılamak ve neticeye rızâ göstermek kul olmanın
gereğidir. Çünkü her şeyi bilen, tanzim edip planlayan ve zamanı gelince her
şeyi yerli yerinde yaratan Allah; ebedî teminatı veren de Allah'tır.
Geçici hayat karşılığında, ebedî hayatı satın almak isteyen bir insan,
kaybettiklerine veya verdiklerine neden ve niçin üzülsün? Tıpkı sevdiği bir malı
almak isteyen bir kişi, malın bedelini verdiği zaman nasıl üzülmüyor, bilâkis
seviniyorsa, ebedî hayatı satın almak isteyen bir kişi de verdikleri karşısında
üzülmemelidir. Allah, mü'minlerin canları ve malları karşılığında cenneti onlara
satmıştır; bir başka ifade ile Allah, cennete karşılık, mü'minlerin canlarını ve
mallarını satın almıştır (9/Tevbe, 111). Canınızı, malınızı ve verilecek her
şeyinizi verirseniz, ancak Allah'tan cenneti satın alabilirsiniz. Allah da
ancak, bunlar karşılığında cenneti vaad etmiştir; veren cenneti alabilir,
vermeyen asla! Ancak canından ve malından bir şeyler verebilenler, yani bedelini
ödeyenler cenneti satın alabilirler.
Hak yolunda canlarını verenler,
mallarını harcayanlar, ancak kendileri için canlarını ve mallarını vermiş
olurlar (29/Ankebût, 6). Yani vermenin mükâfatı yine kendimiz içindir. Allah
için değildir. Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur (29/Ankebût, 6). İhtiyaç
sahibi biziz; her şeye ihtiyacımız vardır. Yaptığımız her işi severek
yapmalıyız. Severek yapılan iş, yarı yarıya kolaylaşan bir iş demektir.
İstenmeden ve sevilmeden yapılanda hayır yoktur. Bunun için yapmak zorunda
kaldığımız işleri, önceleri sevmesek ve arzu etmesek dahi, severek yapmaya
çalışmalı, işimizi yarı yarıya kolaylaştırarak huzurlu bir hayat yaşamalıyız.
Hayatı kendi kendimize zehir etmemeliyiz.
Severek ve isteyerek bir iş yapmak,
mutlu ve huzurlu hayat şartlarından sadece biridir; sakin ve nazik olma, herkese
iyi davranma ve kendimize iyi ve güzel telkinlerde bulunma da diğer önemli
şartlardan bazılarıdır. Allah, bir âyetinde, Peygamberimiz'e, insanlara karşı
sert ve kaba davransaydı, onları etrafından dağıtırdı, demektedir (3/Âl-i İmrân,
159). Diğer bazı âyetlerde ise, mü'minlerin vasıfları arasında, alçak gönüllü ve
mütevâzi olma hali özellikle belirtilmektedir (48/Fetih, 29; 5/Mâide, 54). Böyle
bir davranış, en azından bize karşı yapılacak hücumlara karşı, koruyucu bir
kalkan görevi görür. Kişiye yönelen tümüyle haksız ve bâtıl olmayan saldırı ve
suçlamalar ne kadar az olursa, insan o kadar stres ve üzüntülerden uzak olur.
Şayet stres ve üzüntü içine düşmüş
isek, iyi olduğumuzu, yeryüzünde kötü durumda olan tek kişinin biz olmadığımızı,
bizden daha kötü durumda olan kişilerin de bulunduğunu düşünmeli ve kendi
kendimize telkinlerde bulunmalıyız. Sıkıntılarımızı içimize gömmemeli, dost ve
arkadaşlarımızla paylaşmalıyız. Böylece sırtımıza binen ağır yüklerin
hafiflediğini görürüz. Duâ böyle durumlarda en güzel çare ve hafifleme yoludur.
Zira dostlar içinde en sâdık ve samimi dost Allah'tır. O'nunla dertlerimizi
paylaşmak ve O'ndan yardım ummak kadar hiçbir şey, insanı stresten kurtaramaz.
Eş dost ve arkadaşlarımız, Allah'a olan duâ ve niyazlarımızdan sonra gelir.
Kader inancı ve Allah'a karşı kayıtsız şartsız teslim olma, stresin en etkin
çaresidir. Bu çareyi iyi kullanan insanlar, sağlığını da iyi koruyanlardır.
Bir kişide ruhî ve hissî bir
düzensizlik, yani sıkıntı ve üzüntü varsa, o kişinin bulunduğu ve yaşadığı
fizikî ortamda da mutlaka uyumsuzluk ve düzensizlik var demektir. Aynı şekilde
bir yerde fizikî uyumsuzluk ve düzensizlik varsa, yine orada mutlaka psikolojik
bir düzensizlik ve uyumsuzluk var demektir. Ruhî uyumsuzluk ve düzensizlikler,
kolaylıkla fizikî düzensizliğe ve keşmekeşliğe dönüşür. Bu sebeple, öncelikle
ruh ve his dünyamızı tanzim etmemiz ve korktuklarımızdan emin olarak
sıkıntılarımızdan kurtulmamız gerekir. İnsanları dünyevî endişeler içinde en çok
korkutan, ölüm, açlık, yarın endişesi ve mesleğini ve şerefini kaybetme gibi
olaylardır. Bunlar arasında en önemlisi ve ilk sırada yer alanı şüphesiz, ölüm
korkusudur.
Ölüm, tabiî bir kanundur. Her doğal
kanun gibi ondan da korkulabilir. Ancak bazı insanlar, ölümden korktuğu kadar,
hiçbir şeyden korkmamaktadır. Aslında ölümden değil, ölüme hazırlıksız
yakalanmaktan korkulmalıdır. Ölüme hazırlıklı olmak, korktuğundan emin
olmak demektir. Hayatta iken görevini yapanlar ve bundan dolayı da kendilerine
güvenenler, ölümden diğerlerinin korktuğu gibi korkmazlar, hatta ölümü büyük bir
tevekkülle beklerler. İbâdetin dünyada en büyük faydası da belki budur. İbâdetin
pek çok faydaları mevcuttur. Bu faydalar arasında en son ve en büyük faydası,
sonsuzluğa açılan kapının önünde ve öncesinde insana güven vermesidir. Bu güveni
insana ibâdetten başka hiçbir şey sağlayamaz. ?Lâ havfun aleyhim velâ hum
yahzenûn (onlara ne bir korku ve ne de mahzun olma vardır)? (2/Bakara, 38,
62, 112, 262, 274, 277 vd.) âyetinin ilk tecellisi de belki buradan
başlamaktadır.
Ruhî gerilim ve bunun bir parçası olan
üzüntü ve sıkıntı, hayatımızın bir parçasıdır. Mevsimler nasıl insan hayatının
bir parçası ve insanı etkileyen bir vâkıa ise, sıkıntı, üzüntü ve ruhî
gerilimler de insan hayatının gerçekleridir. Ancak, bu ruhî gerilimlerin
sürekliliği ve devamlılığı, insan bedenine tamir edilmesi ve geriye döndürülmesi
imkânsız zararlar vermektedir. Birikmiş gerilimlerin etkisi, daha çok ileri
yaşlarda ortaya çıkmakta ve çoğu kere de insanı ciddî hastalıklara ve ölüme
sürüklemektedir.
Olgunluk, bir sabır işidir; uzun
vâdeli kazanç uğruna geçici ve kısa vâdeli kazanç ve zevkleri feda edebilmektir.
Olgunluk sebattır. Olumsuz etkilere boyun eğmeden hedefe doğru yürümek ve hedefe
varmaya çalışmaktır. Olgunluk, irâdedir. Umut kırıcı olaylar karşısında
ezilmeme/üzülmeme gücüne sahip olabilmektir. Olgunluk tevâzudur. Olgun bir
insan, yanıldığında ?hata ettim? veya ?özür dilerim? diyebilen insandır. Olgun
insan, özü ile sözü, sözü ile de özü bir olan, bilmediği şeyin peşine düşmeyen
insandır (17/İsrâ, 36). Rûhî olgunluk da, ruh sağlığına sahip olmak demektir.
Kur'an'da rûhî gerilimlerden ve
bunların tezâhürlerinden sık sık bahsedildiği görülür. Özellikle müslümanların
başarısı karşısında inanmayanların duydukları kıskançlık, haset ve öfke bunların
davranışlarına yansıyan yönleri üzerinde durulmakta ve inkârcıların rûhî ve
fizikî portreleri çizilmekte, mü'minlerin ise, rûhî gerilimlerden uzak, korkusuz
ve emniyette bir hayat yaşadıkları ve âhirette de bu hayatın devam edeceği
anlatılmaktadır. Kur'an'da sık sık Cenâb-ı Hak, mü'minler için ?onlar için ne
bir korku, ne de mahzun olma vardır? (2/Bakara, 38, 62, 112, 262, 274, 277
vd.) buyurmaktadır. Bu teminat, esas olarak âhiret hayatı için olmakla
birlikte, dünya için de kısmen geçerlidir.
Allah'a tevekkül edip O'na güvenme,
O'na teslim olma, yarınından emin olma ve güven içinde yaşama ümidi, insanı
huzurlu yapar ve rûhî gerilimlerden uzak tutar. Kâfirlerin, yarınlarından
endişeleri vardır. Bu sebeple büyük bir güvensizlik içindedirler. Bu da, onları
huzursuz etmekte ve çeşitli rûhî gerilimlere sürüklemektedir. Bu rûhî
gerilimlerden kurtulmanın çarelerini ise geçici şeylerde aramaktadırlar. Halbuki
bunlar, insana ebedî teminat veremez, insandaki sonsuzluk duygusunu tatmin
edemez. Dünya fânîdir, geçicidir; âhiret ise sonsuz. Ancak âhiret inancı,
insanın sonsuzluk duygusunu tatmin eder.
İman eden insanları, bunalımlardan
kurtaracak iki önemli çıkış yolu bulunmaktadır. Birincisi, kadere iman;
ikincisi ise, sabır ve duâdır. Kader inancının insana sağladığı rûhî
huzur ve sükûnu hiçbir şey sağlayamaz. ?Kadere inanan, kederden emin olur.?
Keder ve üzüntü, insan sağlığını tehdit eden en önemli etkenlerin başında gelir.
?Duvarı nem, insanı gam çökertir.? Sabır ve duâ ise, insanı sonsuza bağlar ve
onun sonsuzluk duygusunu tatmin eder. Duâ, yaratan ile yaratılan arasındaki
münasebetleri düzenleyen en kısa yoldur. Cenâb-ı Hak, ?Duânız olmasaydı,
Rabbinizin yanında ne kıymetiniz olurdu?? (25/Furkan, 72) buyurmaktadır.
Peygamberimiz (s.a.s.)'in duâ ile ilgili öğütlerinden biri şöyledir:
?Allah'ın kendisine sıkıntı anında, başının dara düştüğünde icâbet etmesinden
hoşlanan insan, rahatlık anında da bol bol duâ etsin.? (Tirmizî, Daavât 9,
5, 562) ?Duâ, gelen ve gelecek olan belâlara karşı fayda verir. Ey Allah'ın
kulları, size duâ etmenizi tavsiye ederim; duâ etmeyi ihmal etmeyin.?
(Tirmizî, Daavât, 102, 5, 532)
Duâ, insanı rahatlatır. İşin
neticesini Allah'a havale eden ve O'ndan af dileyen insan, gönül huzuruna ve
birine içini dökmenin rahatlığına kavuşur. Sabır, ilk sadme esnasında gösterilen
mukavemettir (Buhâri, Cenâiz 32; Müslim, Cenâiz 8). Hz. Ya'kub, ?güzel
sabır!? (12/Yûsuf, 82) diyor. Kur'an, sabırdan övgü ile bahseder (60/Rûm,
76; 46/Ahkaf, 35; 32/Secde, 24; 12/Yûsuf, 90-91 vd.). Sabrın sağladığı rûhî
olgunluğu ve neticede elde edilen huzur ve mutluluğu, hiçbir şey sağlayamaz.
?İnsan, ziyan içindedir. Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine
hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.? (103/Asr, 2-3) Sabır, insana
direnme gücü verir. Olgunlaştırır ve mutluluk yolunu gösterir. Sabır ve duâ,
insanın en samimi iki dostudur. Bu iki dosta sahip olanlar, huzurlu ve mutlu
olan insanlardır. Öyleyse huzurlu olmak için, biz niye bu iki dosta sahip
olmayalım? (4)