Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Kadın-Erkek Farklılığı
Kadın
Kadın-Erkek
Farklılığı:
Yaratılışta, Allah'a kul
olmada, sorumluluk yüklenmede, yüklendiği sorumlulukları yaşama ve yaşatmada
kadın ve erkek arasında bir ayrımın yapılamayacağını biliyoruz. Ancak insanın
kadın ya da erkek olarak yaratılması, her birinin kendine has fiziksel ve ruhsal
farklılıklarla birbirinden ayrıldığını göstermektedir. Bu durumda zorunlu
eşitliğin ötesinde, birbirini tamamlayıcılık özelliğinin ele alınması ve bu
anlamda erkek ve kadının birbirine eşit olmadığının vurgulanması gerekmektedir.
Bu farklılığın gözardı edilmesi, hele bunun kadın hakkı ve özgürlüğü adına
yapılması, öncelikle kadına zulüm olacaktır. Çünkü eşitlik başka, adâlet
başkadır. Kadınla erkek arasında doğal farklılıkları görmezden gelerek yapılan
bir eşitleme, kimlik bunalımına neden olmaktadır.
Rabbimiz, insan soyunun devamı
için farklı fizyolojik özelliklerle donattığı kadın ve erkeği; birbirlerinde
sükûn bulmaları ve aralarında sevgi ve merhamete dayalı ilişkinin
temellendirilmesi için âdeta birbiriyle örtüşen bir kimlikle yaratmıştır.
?Kaynaşmanız, sükûnet ve tatmine ermeniz için size kendi (cinsi)nizden eşler
yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet var etmesi de O'nun (varlığı ve
birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler
vardır.? (30/Rûm, 21). Fizyolojik farklılıkların oluşturduğu bu
tamamlanmışlık kadına; anneliği, anneliğe hazırlayan biyolojik farklılıkları ve
dış görünümünden kaynaklanan çekiciliği tanırken, erkeğe; fizikî güç ve gücün
hayata geçirilmesine imkân sağlayan özellikleri tanımıştır. Kadının erkeğe
oranla daha çekici olduğu gerçeğini Kur'ân-ı Kerim belirtmiştir:
?Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten, salma
atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık
insanlar için bezenip süslendi. Bunlar, dünya hayatının metâıdır. Nihâyet
varılacak güzel yer, Allah'ın huzûrudur.? (3/Âl-i İmrân, 14)
Cennet tasvirlerinde kadının
cinsel kimliğinin kullanılması (44/Duhân, 53-54; 52/Tûr, 20; 55/Rahmân, 56;
56/Vâkıa, 35, 38), Âl-i İmrân Sûresi, 14. âyette bahsedilen ?züyyine
-süslendi-? ifâdesiyle daha iyi anlaşılmaktadır. Bu âyetlerde kadının erkeğe
sunulmasının temel nedeni kadındaki bu câzibedir. Zâten bunun farkında olan
kadınlar, insanlık tarihi boyunca bu özelliklerini erkeklere karşı
kullanmışlardır. Ancak, burada sorun, kadının bu âyetlerde câzibesinin
vurgulanmasıyla, onun onuruna bir eksiklik gelip gelmeyeceğidir. Kanaatimizce
âyetlerdeki tasvirler, kadının yaratılış itibarıyla câzip kılınmışlığının
anlatımıdır.
Cinsellik, hem kadın ve hem de
erkek için ?...Onlar (Kadınlar) sizin için birer elbise, siz de onlar için
birer elbisesiniz..." (2/Bakara, 187) âyetinde görüldüğü gibi nikâh
akdi ile meşrûlaştırılmıştır. Bu noktada, salt kadın ya da erkeği öncelemekten
öte bir birliktelik, birbirleriyle huzura kavuşma ve aralarında sevgi ve
merhametin olduğu bir beraberlik (30/Rûm, 21) sözkonusudur. Ayrıca Kur'an
toplumsal ahlâkı da gözönünde bulundurarak kadının câzibesinin istismarını
örtünme emri ile engellemiştir. Hıristiyanlıkta görüldüğü gibi cinselliği
lânetleme yerine olumlarken, bir taraftan örtünme emredilmiş ve bir taraftan da
cinslere irâde eğitimi tavsiye edilmiştir (24/Nûr, 30-31). Ancak, şu tekrar
vurgulanmalı ki; kadın-erkek farklılığını birinin diğerine üstünlüğü olarak
almak, üstünlüğü takvâ çizgisinde değerlendiren İslâm'ı değil; maddeci görüşün
güç anlayışını ön plana çıkarmak olacaktır.[1]
İslâm, saâdet asrında,
kadınlara yüzyıllardır gasbedilen haklarını tam olarak vermiştir. İslâm öncesi
kadın aleyhindeki statüyü, yeni düzenlemelerle kadın lehinde değiştirmiştir. Bu
düzenlemelerle İslâm tarafından kadına temel insan hakları tanınmış,
yaratılışının farklı oluşundan ileri gelen farklı haklar ve sorumluluklar da
akılcı ve gerçekçi bir biçimde düzenlenmiş, böylece erkeklerle kadınlar arasında
hak ve görevler itibarıyla bulunması gereken dengeler âdil bir şekilde ve her
iki tarafın yararına olacak şekilde ortaya konmuştur.
Ancak, ayrıntılar itibarıyla
sözkonusu durum, o döneme ve o dönemde toplumda geçerli olan geleneklere ve
görüşlere göredir. O zaman, o bölgede ve o toplum için biçilen hak ve
sorumluluklar elbisesi, başka zaman ve mekânlarda ve farklı toplumlardaki kadına
bol veya dar gelebilir. Elbisenin kumaşı tarihe karışmış, modeli terkedilmiş
olabilir. Bu takdirde Kur'an ve Hadiste açık ve kesin biçimde ifâdesini bulan
kadınla ilgili temel ve genel esaslar korunarak kadın-erkek ilişkileri ve
aralarındaki haklar ve görevler dengesi gözden geçirilerek yeniden kurulabilir.
Sadece kadının değil; erkeğin
de hakları ve sorumlulukları (Kur'an ve Sünnet prensipleri doğrultusunda) yeni
baştan ele alınarak çağın gereklerine ve toplumun ihtiyaçlarına uygun hale
getirilebilir. Buna şiddetle ihtiyaç vardır. (Kadının tarihî süreç içinde ve
genelde hâlâ devam eden çok çeşitli zulümlerine keffâret şeklinde kadının lehine
olumlu ayrıcalık yapılarak) erkeğin hak ve görevlerini, âilenin yapısını dikkate
alarak kadınların haklarını geliştirmek ve genişletmek kaçınılmazdır.
Müslüman kadının sosyal
durumunu belirlemede başvurulan kaynak eserler olan fıkıh kitapları bazı
konularda kadınlara gerçekten mâkul ve faydalı haklar tanımıştır. Bu takdir
edilecek bir husustur. Ancak, bazı yerlerde de kadın haklarını ve özgürlüğünü
(fitne endişesi ve sedd-i zerâi gerekçesi ve ataerkil örf-âdet yaklaşımıyla)
gereğinden fazla kısıtlamış, onu erkeğin bir uydusu haline getirmiştir.
Kadınların, Allah'ın kendilerine bahşettiği yetenek ve nitelikleri sonuna kadar
serbestçe geliştirmeleri erkekler kadar onların da haklarıdır. Onların bu
haklarına saygı göstermek, bunların gerçekleşeceği sosyal ortamı hazırlamak, bu
konuda kadınlara destek olmak, erkeklerin görevleridir. Sosyal imkân ve
fırsatlardan yararlanmayı sağlayan ortamın hazırlanması, erkekler kadar hatta
onlardan daha çok kadınların görevidir. Kadınlar buna tâlip olmalı, bu uğurda
mâkul bir mücâdeleyi/çabayı bile göze almalıdırlar.
Kadının haklarını ve sosyal
hayattaki hareket alanını kısıtlayan fıkıh kitaplarından çok; gelenekler,
töreler ve Doğu zihniyetidir. İslâm'la ilgisi bulunmayan, çoğu zaman İslâm'a zıt
düşen sözkonusu gelenekler, töreler ve zihniyet dinî bir renge, İslâmî bir
kıyafete sokularak sunulduğundan; bunlara karşı olan, İslâm'a da karşı çıkmış
gibi gösterilebilmektedir. Sözünü ettiğimiz Doğu zihniyeti ve onu yansıtan kadın
aleyhinde oluşmuş gelenekler ve görenekler baskıcıdır, kadına karşı şüphecidir,
ona güvenilmemesini ister. Kadını kayıtsız şartsız erkeğin egemenliğine sokar.
Onun bir gölgesi ve uydusu haline getirir. Kadının da, toplumun da doğasına
aykırı olunduktan başka İslâm'ın da reddettiği ve zulüm saydığı bu anlayışı ve
ona bağlı uygulamaları kaldırmak veya etkisiz hale getirmek kadın-erkek her
mü'minin görevidir.
Hak ve sorumluluklarını bilen,
kişilikli, aydın ve bilgili müslüman bir kadın, İslâm toplumunun güvencesidir.
Bu nitelikteki kadınların bulunduğu bir toplumun erkekleri de daha kişilikli
olur. Yüce Allah: ?Sizi eşler olarak yarattı? (35/Fâtır, 11) diyor.
Kadınlı-erkekli yaratılmış olmayı büyük bir lütuf ve nimet olarak gösteriyor.
Eşlerin ayrı cinsten olmalarını kalp huzurunun, ruh sükûnunun sebebi olarak
zikrediyor (30/Rûm, 21). O halde eş sahibi olmak en büyük nimet, eşi mutlu etmek
en büyük görevdir. Babasız, kardeşsiz, oğulsuz, kocasız, amcasız, dayısız ve
dedesiz bir hayat bir kadın için anlamsız ve çekilmez olduğu gibi; annesiz,
bacısız, kızsız, karısız, halasız, teyzesiz ve ninesiz bir hayat da bir erkek
için anlamsız ve çekilmezdir.
Mutlak kemâl, Cenâb-ı Hakk'a
mahsustur. Kadın da, erkek de noksan ve kusurlu tarafları olan varlıklardır.
Kadında bulunan bazı özellikler ve nitelikler erkeklerde, erkeklerde bulunan
bazı hususlar da kadınlarda yoktur veya zayıf olarak vardır. Bu durumda, evlilik
bağı ile bir araya gelen bir kadınla erkek birbirinin eksiğini tamamlayarak daha
mutlu, daha huzurlu, daha güvenli bir hayat yaşama imkânına sahip olur.
?...Kadınlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz...?
(2/Bakara, 187). Kadın-erkek birbirinde kusur arayacağı yerde, varolması
tabiî olan bu kusurları/eksiklikleri tamamlamanın yolunu ve çarelerini ararlarsa
daha mutlu olurlar.
Kur'ân-ı Kerim'de: ?Bunlar
Allah'ın koyduğu sınırlardır, onları aşmayın.? (2/Bakara, 229) ?Allah'ın
koyduğu hududu aşanlar zâlimlerdir.? (2/Bakara, 229) buyuruluyor. Allah'ın
koyduğu sınırlar vardır, erkeğe erkeklik tabiatının koyduğu sınırlar vardır,
kadına ise kadınlık tabiatının koyduğu sınırlar vardır. Bu sınırlarda durmak,
sınırları zorlamamak, sınırları aşmamak mutluluğun temel şartlarından biridir.
Kadın kadın olduğu için, erkek de erkek olduğu için memnun, bahtiyar ve mutlu
olmalı ve şükretmeli, biri öbürüne özenmemeli, onun gibi yaratılmadığı için
kendisini talihsiz veya talihli saymamalı, Allah'ın kendisi için seçtiği
cinsiyeti şükür ve iftiharla kabullenmeli, bu konudaki İlâhî takdîre râzı
olmalıdır.
Bir kadının bir erkeği sırf
erkek olduğu için ayıplaması ne kadar saçma ve sakat ise, bir erkeğin de sırf
kadın olduğu için bir kadını ayıplaması o kadar saçma ve gülünçtür. Aslında bir
kadını kadın olduğu için ayıplamak onu kadın olarak yaratan Allah Teâlâ'yı
ayıplamak anlamına gelir ve bunu ancak aklen ve fikren nâkıs, mantıken zayıf
kimseler (din ve akıl yönünden eksik) kimseler yapar.
Kadınlar hür ve serbest
olmalıdır, diyoruz. Ancak, Allah Teâlâ'nın, Rasûlullah'ın ve kadınlık fıtratının
koyduğu sınır zorlanmamalı, bu sınır aşılmamalıdır. Bir insanın haddini bilmesi,
durması gereken noktada durması özgürlükten beklenen faydaların hâsıl olmasını
sağlar. Özgürlük; başıboşluk, keyfîlik, sorumsuzluk değildir. Özgür olmak
isteyen İlâhî ve tabiî kurallar çerçevesinde nefsine hâkim olmalı, kendini
disipline etmelidir. Haklar ve özgürlükler konusunda anlamı ve içeriği olmayan
bir eşitlikten söz edip kadını erkekle yarıştıranlar ona en büyük haksızlığı
yapmaktadır. Kadın-erkek birbiriyle yarışsın, birbiriyle rekabete girsin diye
değil; birbirini tamamlasın, birbirine destek olsun diye farklı iki cins olarak
yaratılmışlardır (Beşerî ve İslâm dışı bir anlayış olduğu kadar, adâlete ters
yanlış bir eşitlik savunusu olan feminizmin yanlışlığının temeli de bu fıtrî
farklılık ve tamamlayıcılığı inkâr etmesidir.). Kadın ve erkek tabiatını ve
fıtratı bilmeyenler, onların gereklerini dikkate almayanlar er geç bu tabiatın
hışmına uğrarlar.[2]
Kadın hakları konusunda aşırı
davrananlar da olmuştur. Bu ifratçılar, Allah'ın koyduğu kanuna ve kadının
durumuyla ilgili İlâhî yasalara karşı çıkmışlar, kadını her konuda erkekle
yarıştırmışlardır. Tefritçiler kadını Doğunun çürümüş taklitçiliğine terkederken,
ifratçılar da Batı taklitçiliğine mahkûm etmişlerdir. Bu ifratçıların amacı,
erkekle kadını her konuda eşit kılmaktır. Onlara göre her konu ve konumda kadın
erkekle eşittir. Ama şunu unutuyorlar: Allah'ın fıtrat kanunu, bu iki cinse bazı
hususlarda farklı özellikler vererek onları birbirinden ayrı ve birbirini
tamamlayıcı kılmıştır. Yüce Allah'ın hikmeti gereği, fizikî yapıları farklıdır.
Her birinin yeteneğine ve tabiatına uygun bir görevi vardır. Bütün özellikleri,
güzellik, fazîlet ve zorluklarıyla birlikte annelik görevi kadına aittir. Bu
nedenle kadın, genel olarak erkekten daha fazla evde kalır.
Fıtrattaki bu ayrılık, kadının
eğitimini ve çalışmalarını ihmal etmemizi gerektirmez. Kadın hakları konusunda
ifrâta giden modernist yaklaşımdaki bazıları, Yüce Allah'ın, adâleti sağlamak
gibi bazı zor şartlarla birlikte erkeklere bir'den fazla kadınla evlenme
müsâadesi vermişken, onlar bunu uygun ve câiz göremiyorlar. Kur'an'ın genelde
kadınla erkek arasındaki miras paylarındaki âdil taksimine rızâ göstermiyorlar;
kızlara da erkek gibi eşit miras takdir ediyorlar. Yine onlar Allah'ın kanunda
haram sayılan şeyleri helâl göstermek için Kur'an ve Sünneti bilmiyorlar veya
bilmezlikten geliyorlar. Neticede mevcut bâtıl düzeni temize çıkarmaya
yelteniyorlar, yahut da yöneticilerin helâli haram, haramı helâl kılma gibi
sapkınlıklarını görmezlikten geliyorlar. (Zinâyı hoş gören kanuna karşı
susarlarken, şeriatta mevcut olan bazı esasları inkâr ediyorlar veya olmadık
te'villerle kâfirlerin hoşlanacakları bir din oluşturmaya çalışıyorlar. Meselâ,
bayanların başını açmasının haram olmadığını, hele üniversitelerde okumak için
rahatlıkla baş açmak gibi teferruat sayılacak konularda mevcut düzenin
kurallarına uyulması gerektiğini iddiâ ediyorlar.) Yine, ?Allah, peruk takana
ve taktıran kadına lânet etsin!? (Buhârî, Libâs 86, Tıbb 36; Müslim, Libâs
119, hadis no: 2124; Nesâî, Ziynet 25) hadis-i şerifi varken; kadınların peruk
takmasına fetvâ veriyorlar. Ayrıca, bu modernistlere göre "kadının ev dışında
(pardösü vb. şekilde) dış elbise giyme zorunluluğu yoktur; kol, boyun ve başı
açıkta bırakan ve çok uzun olmayan elbiseler giymek câizdir!" Onların bu
tutumları, namaz ve benzeri ibâdetleri inkâr etmekten farksızdır.
Bu düşünceye sahip olanların
câhilliğini veya hâinliğini ispat eden en önemli belge, Hz. Peygamber'in
?elbise giydiği halde çıplak gibi görünen kadınları, Cehennem ehlinden?
saymış olmasıdır (Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128). Hz. Peygamber,
bunların Cennete giremeyeceği gibi, Cennetin kokusunu dahi alamayacağını
belirtmiştir. Bunlar şeriatın koyduğu ölçülere uymayan, yani şeffaf ve uzuvları
gösteren elbiseler giyen ya da vücudunda örtmesi gereken yerleri örtmeyen
kadınlardır. Kadınların bu şekilde giyinmesi, küçük günahlardan olsaydı, Hz.
Peygamber, onları Cehennem ehlinden saymaz, Cennetin kokusunu dahi
alamayacaklarını söylemezdi. Farzedelim ki, sözkonusu şekilde giyinmek, küçük
günahlardandır. Bu durumda küçük günahlarda ısrar etmenin, günahı büyüteceğini
bilmiyorlar mı? Âlimler bunu şöyle ifâde etmişlerdir: ?Sürekli yapılan hiçbir
günah, küçük; tevbe edilen hiçbir günah da büyük değildir.?
(Müslümanlara karşı acımasız ve
hor görülü, kâfirlere karşı ise zelil ve hoş görülü bu televizyon
şeyhülislâmlarına göre kamusal alanlarda, üniversite ve diğer eğitim
kurumlarında başörtüsü yasağı zulmü diye bir problem yoktur. Düzen ve tâğutların
?irticâ? adıyla İslâm'ın sosyal hayata yansıyan her görüntü ve düzenlemesine
düşmanlığına karşı bunlar kör ve dilsiz kesilmişlerdir.) İfratçı modernistler,
geleneksel örfe ve Doğu hayranlığına karşı çıkarlarken, Batı hayranı
olmuşlardır. Her iki zümre de aynıdır. Yüce Allah, ne Doğuya ne Batıya uymamızı;
ne eskinin, ne de yeninin peşinden gitmemizi istiyor. En doğrusu Hz.
Peygamber'in yoluna, hak dine tâbi olmaktır. Bu nedenle ifrat ve tefritten uzak,
azgınlığın ve bozgunculuğun bulunmadığı, İslâm'ın gösterdiği sırât-ı müstakîmde,
orta yolda yürümek gerekir. ?Tartıyı adâletle yapın, terâzide eksiklik
yapmayın.? (55/Rahmân, 9)
Toplumumuzda kadının konumu,
erkekle uyumu, -istisnâlar dışında- insanî alanların hemen tümünde eşit hak ve
yetkileri, adâletle ele alınmamış, kadın ya çok yüceltilerek(!) Batı ve bâtıl
oyunlara âlet edilmiş veya Allah'ın verdiği, erkeğinkiyle benzer hakları elinden
alınmıştır. Yani ya ifratla veya tefritle bakılıp değerlendirilmiştir. Kadınlara
alaylı ve de yüksekten bakanlara göre de kadın, erkekle insanî konularda eşit
olmak bir yana, şeytanın tuzağı, İblis'in oltasıdır. Aklı ve dini noksan bir
yaratıktır. Bu geleneksel yaklaşıma göre de kadınların ehliyeti noksandır.
Erkeğin câriyesi konumundadır. Erkek dilerse onunla evlenir; ona bir miktar mal
vererek her şeyine sahip olabilir. Dilediğinde keyfî olarak boşar. Boşanma
sonucunda kadın ne mal, ne de tazmînat alabilir. Derler ki: ?kadınlar
ayakkabılara benzer. Erkek dilediğinde bu ayakkabıları giyer, dilediğinde
çıkarır.? Kadının çapkınlığı fâhişelik kabul edilirken, erkeğin çapkınlığı suç
bile sayılmaz, hatta açıkgözlülük olur.
Kadın, evlendiği erkeği
sevemese, sabretmekten ve kendisine zehir olan hayata katlanmaktan başka çaresi
yoktur. Kurtuluşu, erkeğin boşamasına veya elinde avucunda ne varsa ona vererek
boşanmaya râzı olmasına kalmıştır. Aksi halde ona kul olmaktan başka hiçbir
çıkar yol yoktur. Kimileri câhiliyye anlayışlarına dönerek kız çocuklarına
mirastan hiç pay vermezler. Terekesini alış-veriş yoluyla erkek çocuklarına
aktarırlar ve böylece kadınlara mirastan pay kalmamış olur (veya hiçbir gerekçe
göstermeden sadece erkek kardeşler kendi aralarında miras taksimi yaparlar.
Bazıları, kız çocuklarını evlâttan bile saymazlar. ?Kaç çocuğun var?? sorusunun
cevabı olarak, erkek çocuklarının sayısını söyler. Ayrıca sorarsanız, utana
sıkıla ?sözüm meclisten dışarı, şu kadar da kızım var!? diye cevap verir.)
Müslümanların çoğu, günümüzde
hanımlarını evlerine hapsetmiş, ilim öğrenmelerine müsâade etmeyerek topluma
faydalı olan hiçbir aktif faâliyete sokmamışlardır. Kimileri sâliha bir kadının
evinden ancak iki defa çıkabileceğini belirtmiştir: Babasının evinden kocasının
evine, kocasının evinden de kabre... (Tabii, bu tefrît, ifrâtı doğurmuş, böyle
kimselerin kızları evlerine zor girer hale gelmiş veya evlerinde bile Allah'a
isyan etmenin bin bir yolunu icat etmişlerdir.)
Müslüman kadın, çoğu kez hayat
ortağı olarak eşini seçme hakkından bile mahrumdur. Velîsinin dilediği eşi kabul
etme veya reddetme hakkı bile yoktur. Kimi babalar, kızlarının rızâsını almadan
ve hatta istişâre bile etmeden, görüşünü bile sormaya lüzum görmeden evlendirme
hakkını kendilerinde görürler.[3]
"Kadınlar, erkekleri tamamlayan diğer
yarılarıdır." (Câmiu's-Sağîr, hadis no: 2329). Kadın ve erkeğin bir elmanın iki
yarısı gibi kabul edilmesi, kadın-erkek arasındaki adâlet, toplumun büyük kesimi
tarafından, bırakın uygulamayı; teoride bile kabul edilmez: "Kadınların saçı
uzun, aklı kısadır", "Kadın yüzünden gülen, ömründe bir kere güler", "Kadını
sırdaş eden tellâl aramaz", "Kadının sofusu, şeytanın maskarasıdır", "Kadının
yüklediği yük şuraya varmaz" "Karıdan korkmayan yanılır", "Kızı olan tez kocar",
"Kız yedi yaşından sonra ya erde, ya yerde", "Kızı kendi arzusuna bırakırsan ya
davulcuya varır, ya zurnacıya." Bunlar, kadın aleyhtarı onlarca
atasözünden/atesözünden birkaçı.
[1]
A.g.m. sayı 32, Kasım 93, s. 26.
[2]
Süleyman Uludağ, Sûfî Gözüyle Kadın,
(Önsöz) s. 9-11.
[3]
Yusuf el-Kardavî, Tahrîru'l-Mer'e,
Kadın ve Aile Ansiklopedisi, c. 1, s. 17-19, 13.