Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Tefsirlerden iktibaslar
Tefsirlerden iktibaslar
Tefsirlerden iktibaslar
?Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası
(temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşabihtir/benzeşenlerdir.
Kalplerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık te'vilini/yorumlarını
yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun te'vilini Allah'tan
başkası bilemez. İlimde derinleşenler ise: ?Biz ona inandık, tümü Rabbimizin
katındandır' derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.?
(3/Âl-i İmrân, 7)
Ey Muhammed! Kur'an'ı sana Allah indirdi. Hiç
kimsenin bu konuda şüphesi olmasın. Bu kitabın içerisinde birbirine zıt hiçbir
hüküm yoktur. Âyetleri birbirleriyle çelişkili değildir. Kur'an'daki âyetlerin
bir kısmı muhkemdir ki, onlar kitabın temeli ve esasıdır. Bunlar manası ve
tefsiri bilinen, tek mana ifade eden, başka mana verilemeyen, manası tahrif
edilip saptırılamayan, başka delillere ve açıklamalara ihtiyaç duyulmadan
anlaşılan, haramı, helali, emirleri, nehiyleri, vaadi, tehdidi, cezaları,
öğütleri ve ibretleri belirten, nesheden, kendisiyle amel edilen ayetlerdir.
Kur'an'ın çok az bir kısmı da müteşâbihtir. Bunlar gerçek manasını Allah'tan
başka kimsenin bilmediği, birkaç manaya gelen, mânâsı tahrif edilmeye, değişik
manalar verilmeye müsait olan, anlaşılması için başka delillere ve açıklamalara
ihtiyaç duyulan, Kur'an'ın yeminlerini ve misallerini anlatan, neshedilen ve
kendisiyle pratik hayatta amel edilmeyen ayetlerdir. Kalplerinde şüphe hastalığı
bulunan, hakkı istemeyen kimseler, müslümanlar arasında fitne çıkarmak için
müteşâbih âyetleri hevâ ve heveslerine göre te'vil ederler. Halbuki müteşâbih
âyetlerin gerçek te'vilini Allah'tan başka kimse bilemez. İlimde derinleşmiş
olan kimseler ancak Allah'ın dilediği oranda cüz'î bilgiye sahip olurlar. Onlar
şöyle derler: "Biz, muhkemiyle müteşâbihiyle Kur'an âyetlerinin tamamına iman
ettik; hepsi Rabbimizin katındandır. Aralarında hiçbir çelişki yoktur. Akıl
sahiplerinden başkası böyle düşünmez."
Elmalılı diyor ki: Ey Muhammed! O eşi ve benzeri
olmayan, azîz ve hakîm olan Allah ki, sana bu kitabı indirdi. Şu halde bunun
hikmet yoluyla anlaşılması lâzım geleceğini unutmamalısın! Bunun âyetlerinin bir
kısmı muhkemâttır. Mânâsı ve murada delâletleri kesin, kelime ve cümleleri başka
anlamlara çekilmeye engel, sağlam ve şaşmaz ifadelidir, muhkemdir, "bunlar
ümmü'l-kitaptırlar", kitabın anası, anlamda temel ve köktürler. Hak ile bâtılı
ayıran, hakikatleri tasdik edip ortaya koyan asıl bunlardır. İlimde ve amelde p
eşine düşülmesi ve uyulması gereken temel ilkeler ve belgeler, hidayet için
deliller bunlardır. Diğerleri bunlara irca ve havale edilir. Tevrat'ın İncil'e,
İncil'in Kur'ân'a ircâ olunarak anlaşılması ve tasdik edilmesi lazım geleceği
gibi, bütün Kur'ân âyetlerinde de bu muhkemât esastır. Üstelik bunların her biri
ayrı ayrı olarak "kitabın anaları" değil, tevhid inancının sistemini
oluşturduklarından ancak hepsi birden kitabın anasıdırlar. Her bir muhkem âyet,
diğer muhkem âyetlerde karşılaştırılmak şartıyla mânâları ve hükümleri yakından
tayin olunur. Her biri tek başına muhkem olmakla beraber birbirine göre mutlak
veya mukayyed, umum ve husus, takrîr ve tefsir, istisna veya tahsîs veyahut
nesih gibi belli ölçülerle ve orantılarla aralarında muhkemlik ilişki l eri
bulunmaktadır. Bunun içindir ki, genel olarak muhkem âyetlerin muhkemliklerinin
kuvvetinde, mânâya ne yönde delalet ettiklerinde ve maksadın neresini
kuvvetlendirip vurguladıklarında farklı dereceler vardır ki; bunlar zâhir, nass,
müfesser, özel anlamıyla muhkem olmak üzere dört mertebe üzeredirler. Muhkemâtın
bu bütünlük içinde mukayeseleri de Kur'ân ilminin muhkem usullerindendir. Bunu
hesaba katmayan, yani muhkematın tamamını bir bütün olarak düşünmeyen veya
düşünemeyen, bir başka deyişle tam istikra yapmadan anlamaya, delil getirmeye ve
kıyas yapmaya kalkışanlar muhkem ilme eremezler, sağlam ve sıhhatli bilgiyi elde
edemezler, mutlaka hata ederler. İşte âyetlerin bir kısmı böyle kitabın anası
olan muhkemât, bunların karşılığında da diğer bir kısmı da müteşâbihattır. Yani
her biri murad olunabilecek gibi görünmekte birbirine benzer, çeşitli mânâlara
ihtimali olan âyetlerdir ki, hepsi mi, birisi mi murad olduğu açıkça seçilemez.
Aslında söyleyene ve gerçeğe göre, hiçbir şüphe ve tereddüt olmadığı halde
dinleyene göre bizzat anlaşılması kapalı (hafî) veya müşkil veya mücmel veya
mümteni' (imkânsız) bulunur. Bu âyetlerin bu kapalılıkları veya birçok anlama
gelme olasılıkları muhkemat ile mukayeseleri sayesinde giderilebilir. Zâhir
karşılığında hafî, nass karşılığında müşkil, müfesser karşılığında mücmel,
muhkem-i has karşılığında da özel anlamıyla müteşâbih vardır. Binaenaleyh kitap,
bütünlüğü içinde ele alındığı zaman bu hikmetli üslup ile müteşâbihâtın
muhkemâta dönüşmesi bakımından, o asla irca edilmesi bakımından hepsi muhkem
demektir: "Bunda (bu Kitapta) hiç şüphe yoktur." (2/Bakara, 2) ve "Bu
öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmıştır." (11/Hûd, 1) âyetleri
bunu açıklar. Bunun aksine bu hikmete aykırı olarak müteşâbihât kitabın anası
farzedilir de mu h kem olan âyetler müteşâbihat ile te'vil edilirse, yani
müteşâbih âyetler esas kabul edilirse, o zaman da kitabın hepsi müteşâbih olmuş
olur. "Allah kelâmın en güzelini (güzellikte) birbirine benzer, ikişerli bir
kitap olarak indirdi ki, Rablerinden korkanların ondan tüyleri ürperir..."
(39/Zümer, 23) hükmü açığa çıkar.
"Muhkem" kelimesi lügatte bozulmaktan uzak,
gerçek ve sağlam demektir ki, hikmet kelimesi de bununla ilgilidir. İki şeyin
birbirine karşılıklı olarak ve eşit olarak benzemelerine de teşâbüh,
benzeyenlerden her birine de müteşâbih denilir ki, birbirinden seçilemez, insan
zihni onları birbirinden ayırt etmekten aciz kalır. Teşbih ve müşabehet, (yani
benzetme ve benzeme) tabirlerinde bir taraf eksik ve ikinci derecede, diğer
taraf tam ve esas olur. Teşâbühte ise her iki taraf aynı kuvvette ve eşit
benzerlikte olur, benzer yönleri ayrıntıları ortadan kaldırır da birbirinden
seçilemez olurlar. "Muhakkak ki, o inek bize teşâbühlü oldu." (2/Bakara,
70), "Kalpleri teşâbühlü oldu." (2/Bakara, 118), "Ve onun müteşâbihi
kendilerine verilecek." (2/Bakara, 25) âyetlerinde geçtiği gibi. Demek ki
teşâbüh, seçilememeye sebep olan benzerliktir. Seçilememek bunun gerektirdiği
bir mânâdır. Bu bakımdan insanın doğrudan doğruya ayırt etmeye yol bulamadığı
bir şeye dahi müteşâbih denebilir ki, kapalı ve müşkil demek gibidir. Bu şekilde
söylemek var ile yok arasında eşit ihtimal bulunduğu durumlar için de
geçerlidir. Bu şekilde Kur'ân'ın ve Kur'ân âyetlerinin muhkemliği ve
müteşabihliği sırf kelimeleri, dokusu, güzelliği, mânâları ve ahkâmı gibi
çeşitli yönleriyle ele alınabilir. Âyetlerinin fâsılaları, uyumları ve daha
başka birbirine benzer tekrarları ve edebî sanatları açısından teşâbüh ve
sıralama muhkemliğe karşı değildir, belki aynı şekilde muhkemliktir. Bu yönden
bakıldığında "Onun âyetleri muhkem kılınmıştır." âyeti ile "müteşâbih
kitap" birbirinin karşıtı değil, belki birbirinin açıklamasıdır. Fakat
nazmın bu âyet içindeki delâleti itibarıyla muhkem ile müteşâbih zıt ve karşıt
anlamdadırlar. Şüphe yok ki, mânâsını ve kesinlikle bildiren âyet muhkem âyet,
kesinlikle bildirmeyen de muhkem değildir. Bu âyette ise muhkem ile müteşâbih
karşıt olarak zikredilmiş olduğu gibi, devamındaki te'vil karînesi de mânâya
aittir ki, tefsir usulü ilminde de muhkem ile müteşâbih böyle ele alınmıştır.
Bir sözün sırf kipine göre mânâsı belli olursa ona "zâhir" denilir ki, muhkem
çeşitlerinin en aşağı derecesidir. Bunun tevile, tahsîse veya neshe ihtimali
bulunabilir. Fakat bunlar karîneye muhtaç olduğundan, karine bulunmadığı
müddetçe zahirinde kesinlik ifade eder. Eğer bu mânâ kelâmda sözün kendi siyakı
olmuş olursa, sözü söyleyen de bu maksatla söylemiş ise o zaman nass olur. Bunda
artık te'vil ihtimali kalmaz. Ancak tahsis ve nesih ihtimali bulunabilir.
Nihâyet nesih ihtimali yoksa, ki gelen haber sonradan gelen başka bilgilerle
te'yîd edilmiş ise, bu da özel anlamıyla muhkem olur. Bunların hepsinin hükmü,
bilmeyi ve amel etmeyi gerekli kılar. Birbiriyle çatışma olduğu zaman hangisi
daha kuvvetli ise o tercih edilir.
Bunlara karşılık, bir sözün esas anlamı lafzının
sigasından değil de, başka bir ârızî sebeple gizli tutulmuş bulunursa hafî;
böyle değil de mânânın haddizâtında çok ince, herkesin kavrayamayacağı ve nüfuz
edemeyeceği, edenlerin de derinden derine düşünmedikçe kavrayamayacağı derecede
kapalı olması veya bir bediî istiâre bulunması gibi bir sebepten doğan bir
gizlilik ve derin düşünmeyi gerektiren bir yönü varsa müşkil; lafzın sigasının
çeşitli mânâlara eşit olarak gelme ihtimali olur da bu mânâlardan hiç birinin
tercihine karine bulunmazsa, fakat bir açıklayıcı ekle onun sonradan açıklanması
umuluyorsa mücmel; gerçekten murad edilen mânâyı anlamak ümidi ve ihtimali
kesilmiş olursa o da katıksız müteşâbih olur.
Kur'ân'ın müteşâbih âyetlerinden birçoğu böyle
çok mânâlı olduğundan dolayı parıltılı bir beyan içinde gözleri kamaştırır.
Birçoğu da bir muhkem mânâ etrafında onunla birleşerek, çeşitli mertebelere ve
değişik işaretlere delâlet içerdiğinden dolayı icmal veya işkâl ve kapalılık ile
dikkat çekerler. Böylece muhkem zımnında müteşâbih, müteşâbihin yanında muhkem
de bulunur. Bir âyette birçok mânâ katlarını derecelendirir ki, zamanı geldikçe
bunlar ihtiyaca ışık tutar ve olayların akışı içinde hissedilerek anlaşılır.
Sonra edep ve ahlâk veya diğer hikmetlerden dolayı açıkça emredilmesi veya ifade
edilmesi mahzurlu olan kinâye ve ta'rîz şeklinde daha belâğatlı ve daha etkili
olan zımnî (üstü kapalı) anlatım da vardır. Nihayet bütün açıklamalar tevhid
nizamı üzere vahdetten kesrete (birden çoğa) veya kesretten vahdete (çoktan bire
doğru) giderken, gerek nispetlerde ve gerek tasavvurların hudûdunda beşeriyet
dillerinin henüz lügatı ortaya koyamadığı, hatta hiç sezmediği, düşünmediği ve
benzerini görmediği nice mânâlar ve hakikatler vardır ki; bunlar, sizin
bilmediğiniz daha neler var gibi bir muhkem ifade ile ortaya konmakla beraber,
müteşâbih bir misal ve bir îmâ ile sezdirildikleri zaman daha faydalı olur. Bu
gibi âyetlerin bazısını bugün anlayamayanlar yarın anlayabilirler. Bazısını da
Allah'tan başka kimse bilmez ki, tam anlamıyla müteşâbih işte budur. Âhiretle
ilgili izahlar kısmen böyledir. Bunların bazılarında dünya hayatının geleceğiyle
benzerlikler ve birleşebilir noktalar da vardır. Hasılı müteşâbihin
kısımlarından olan hafinin hükmü, araştırma; müşkilin hükmü, araştırmayla
beraber düşünme; mücmelin hükmü bunlardan açıklayıcı bir tefsiri bekleme ve
araştırma; asıl müteşâbihin hükmü de duraklama ve Allah'a teslim olup
sığınmadır.
Bu muhkemât ile müteşâbihât tam karşıt birer şık
olarak zikredilmiş olduklarından kendilerine mahsus özel bir anlam ifade
ederler. Bunlardan her biri kendi özel mânâsına göre ele alındığı takdirde söz
konusu sekiz kısımdan altısı, kendiliğinden bu taksimin dışında kalmış olur.
Böylece muhkemât tâbiri ilk dörde, müteşâbihât tabiri de ikinci dörde şamil
olmak üzere genel anlamlarına hamledilmiş olurlar. Bu âyet böylece Allah
kelâmının anlaşılması, tefsir usulü ve istinbâta ilişkin en büyük bir kuralı
öğretmiştir ki, herhangi bir kelâmı veya kitabı iyice anlayabilmek için akılda
ve nakilde bundan başka bir yol yoktur. Usûl-i Tefsir ilminde bunlar bütün
uygulamalarıyla ve ayrıntılarıyla açıklanmıştır. Özellikle kanun ve hukuk
meselelerini anlamak için bu usul ilmi, en zarûrî bilgi şartlarındandır.
Müteşâbihât için bir de şu taksim vardır: Lafız
cihetinden müteşâbih, mânâ cihetinden müteşâbih, her iki cihetten müteşâbih.
Lafız cihetinden müteşâbih, ya tek başına kelimede veya cümlenin yapısındadır.
Tek kelimedeki müteşâbih meselâ, "ebb, yeziffun" gibi kelimenin garipliği veya
"yed ve ayn" gibi müşterek anlamlı olmaktan ileri gelir. Cümlenin yapısından
doğan müteşâbih ya çok kısa söylemekten, yani özetlemekten veya sözü uzatıp
mânâyı dağıtmaktan ve anlaşılmaz hale getirmekten veyahut şiirde vezin ve nazım
zarûretlerinden dolayı olmak üzere üç kısımdır. Mânâ bakımından müteşâbih
olanlar Allah'ın sıfatlarıyla âhiret hayatına ait olan âyetlerde olduğu gibi,
duygularımız ve düşüncelerimizle onların benzerlerini algılamaya imkanımız
olmadığından dolayı, tasavvurlarımızla dahi kavramaya yetişemeyeceğimiz
mânâlardır. Her iki bakımdan müteşâbih olan başlıca beş kısımdır: Umum ve husus
gibi nicelik bakımından, vücup ve nedb gibi nitelik bakımından, nâsih ve mensuh
gibi zaman bakımından, mekan ve âyetin nâzil olduğu toplumdaki âdet ve
gelenekler bakımından ki "Evlere arka duvarlarından atlayıp girmeniz Allah
katında iyilik ve sevap değildir." (2/Bakara, 189) âyetinde olduğu gibi. Bir
de fiilin sıhhat ve fesadındaki şartlar bakımından.
İşte Kitabın âyetleri böyle muhkemât ve
müteşâbihât şeklinde iki kısma ayrılmıştır. Asıl uyulacak ümmü'l-kitap da
müteşâbihât olanlar değil, muhkemâttır. Amma kalplerinde eğrilik ve kaypaklık
olanlar, doğruluktan hoşlanmayıp eğrilikten, yamukluktan ve sapıklıktan zevk
alanlar, muhkemâtı bırakırlar da Kitabın müteşâbih olan âyetlerinin peşine
düşerler, onları esas alırlar, dumanlı havalar ararlar. Çünkü fitne çıkarmak,
hakkı ve hakikati karıştırıp, halkı şüpheye düşürmek ve şaşırtmak suretiyle
doğru yoldan çıkarmak ve belâya uğratmak isterler, ve onu kendi gönüllerine ve
keyiflerine göre eğri büğrü te'vîl etmek arzusunu beslerler. Halbuki onun
te'vilini, yani meâlinin ve sonunun nereye varacağını Allah'tan başka kimse
bilmez. Genel anlamda müteşâbihât içinde, özel anlamda müteşâbih olan bir kısım
vardır ki, bunun meâlini, gerçek maksadına uygun olarak ancak Allah bilir.
Bundan dolayı, bütün müteşâbihâtın te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez. Allah
Teâlâ'ya yerde ve gökte, bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda gizli, meçhul bir
şey bulunmadığı halde, O'ndan başkasına böyle olmadığı gibi, bütünüyle hakikat
olan İlâhî Kitapta da hal böyledir. "O'nun ilminden hiçbir şey
kavrayamazlar." (Bakara, 2/255), "Allah bilir, siz ise bilmezsiniz."
(2/Bakara, 232). Zira meçhul meçhul ile, şüphe şüphe ile hallolmaz. Meçhuller
bilgi ile ve o bilgilerin kuvvet derecesine bağlı olarak hallolur. Öğretim ve
irşad, bilgiler üzerine meçhulleri sezdirmek ve o bilinmeyenleri bilinenlere
dönüştürmektir. Öğrenende bilgi arttıkça, öğretmen kendi bilgi derecesine göre,
onun önüne bilinmesi gereken konuları sürer, sonra da onları çözdürür. Bundan
dolayı bilinmeyeni sezebilmek de onu bilmenin ön şartı olur. Cenâb-ı Hak
kullarına hakikat bilgisini böyle ihsan eder. Önce kendini ve başkasını ayıran
bir muhkem ilim bahşeder. Sonra belli belirsiz olarak meçhul şeyleri sezdirir.
Bunları basamak basamak muhkem bilgiler şekline dönüştürerek yakîn bilgiler
haline getirir. Hikmet düzeninde ilim dahi varlıktaki düzen gibi sistemli bir
şekilde akar gider. Allah'ın bil g isi ise sonsuzdur. Sonradan olma (hâdis) olan
insan bilgisi hiçbir zaman ve hiçbir şekilde buna eşit olamaz, onu ihata edip
boyutlarına ulaşamaz. Böyle olduğunu bilmek, sonsuza dek ilim ve öğrenme yolunda
yürümek de en büyük ilim, en büyük mârifettir. Bundan dolayı insan ilimde hangi
mertebeye ulaşmış olursa olsun, yine de önünde yığınla bilinmesi gereken
meçhuller bulunduğunu sezmek ihtiyacındadır. Bu bilinmeyen meçhulü sezmek ise
müteşâbihât karşısında bulunduğunu bilmektir.
Daha doğrusu, geçmişe ve geleceğe, ezele ve
ebede ilişkin olan her beşerî ilim, müteşâbih olmak konumundan kurtulamaz.
Hiçbirisinde şimdiki halde şuurun yakından şâhit olduğu ve müşahede ettiği
kuvvette kesinlik yoktur. Her tecrübe ve gözlemin bir öncesine ve bir sonrasına
doğru attığı adım bir müteşâbihlik ile ilgilidir. İlmin en kuvvetli gerekçesi
olan tecrübe zaruri bir gerekçe değildir. Bu konuda en sağlam ve en genel belge,
sebebin ve şartların devamlılığından çıkan, olağan tekdüzeliktir ki, bu da İlâhî
iradeye dayanmaktadır. Binâen aleyh beşer ilminin müteşâbihâttan kurtulması
mümkün değildir. İşte insanlara Hakk'ın irâdesini gösterecek hidâyet için bir
ilâhî öğretim olmak üzere indirilmiş bulunan ilâhî kitaplar, tamamen bu
gidişata, yani, İlâhî düzenin gerçeklerine uygun ve paralel olarak muhkemât ve
onun karşılığında müteşâbihât ile indirilmiş bulunmaktadır. Tevrat ve İncil'in
de muhkemâtı ve müteşâbihâtı vardı, onlarda da ümmü'l-kitap muhkemât idi. Fakat
Tevrat'ta pek çok olan müteşâbihâtın bir kısmı, İncil'de muhkemlere irca
edildikten başka, daha diğer müteşâbihât gösterildiği gibi, Kur'ân'da da bütün
geçmiş kitapların müteşâbihleri muhkemâta ircâ edildi. Ayrıca derin birtakım
müteşâbihât daha gösterilmiş ve bunların doğrudan doğruya arkasına düşülmekten
sakındırılarak, muhkemâta ircâ metodu da açıkça öğretilmiştir. Bu arada insanlar
için, bilimin hangi aşamasında olurlarsa olsun, yine de çözülemeyen ve Allah'ın
bilgisine havâle edilmesi gereken gerçeklerin hiçbir zaman tükenmeyeceğini,
muhkemâttan sonra bile gerçek anlamda müteşâbihlerin var olacağını bilmek ve
itiraf etmek de beşerin ilmi için büyük bir olgunluk ve insanlığın gayesi
açısından büyük bir hayır demek olduğu da anlatılmıştır. Beşer ilminin değerine
ve gerçeklik derecesine kesin gözüyle bakmak, mantık ve matematik ölçüsünde ona
zarûrî bir şaşmazlık kazandırmak ve böyle bir özellik aramak çelişkidir.
Bunun için, İlâhî kitaplarda müteşâbihât
bulunmamalı idi şeklinde bir vehme kapılıp kalmamalıdır. Zira böyle bir düşünce
varlığın dondurulmasını ve bir noktada durdurulmasını veya tekdüze olarak robot
halinde sürüp gitmesini ve Allah'ın bilgisinin sona erdiğini farzetmek, ya da
bütün sonsuzluğuyla ve bütün canlılığıyla ilâhî bilgilerin, muhkem bir şekilde
beşere öğretilmesi ve Allah Teâlâ'ya bir anlamda ortak ve eşdeğer bir varlık
ortaya koymanın mümkün olduğu vehmine kapılmak veyahut Allah Teâlâ'nın beşer
ilmini, belli ve değişmez bir noktada durdurup bilinenlerden bilinmeyenlere,
noksandan olgunluğa ve kemâle doğru, ebedî bir hayata yönlendirerek ilerlemesine
engel olması geleceğini iddia etmek, hâsılı ilâhî feyizde cimrilik istemek demek
olurdu. Her terakki tavrının, her gelişme çabasının ilerisinde daha alınması
gereken mesafe, keşfedilecek hakikatler ve hiçbir zaman iyice anlaşılıp
bitirilemeyecek başlangıçlar ve sonuçlar mevcut olduğu halde, Allah Teâlâ'nın
bunları insanlara verdiği çeşitli kabiliyetlere göre sezdiremeyip birçok yönden
gizlemesi ve bu meçhulleri, mümkün olduğu kadar çözmeye ve keşfetmeye ipucu ve
ölçü olmak üzere bahşettiği usûl ve muhkem delilleri belli ve sınırlı bir
noktada tutması, dünkü ilimden yarın için, dünyadan âhiret için istifade
ettirmemesi nasıl olur da İlâhî hikmetin gereği olabilirdi? Bunun hikmete uygun
olduğu nasıl düşünülebilir? Allah'ın ilmine karşı her şeyi halletmiş, bitirmiş
iddiasında bulunan ve müteşâbihâtın bütün bütün ortadan kaldırılmasını arzu eden
ve tecrübeyi, teşâbühten büsbütün arınmış mutlak bir kesinlik sanan bir ilmîlik
ve ispatçılık iddiası cehâletten başka bir şey değildir. Buna karşılık,
muhkemâtı esas alan güçlü ve aydınlık bir ispat yolu ve metodu üzerinde
yürümeyip, doğrudan müteşâbihâta sarılmak ve onun muhkem bir gerçeklik
içerdiğini inkâr edip şüpheyi esas tutmak ve katıksız meçhulleri yalnızca
bunlarla halletmeye kalkışıp işin sonucunun nereye varacağını Allah'tan başka
kimsenin bilmediği şüpheli, karışık, sağa mı sola mı, ileri mi geri mi, hayra mı
şerre mi, aydınlığa mı karanlığa mı, varlığa mı yokluğa mı, cennete mi cehenneme
mi götüreceği belli olmayan sisli ve dumanlı havada çıkmaz yollarda dolaşmak da
haddini bilmemek ve İlâhî hidayeti dinlememek, tehlikelere ve karanlıklara doğru
koşmaktır ki, bunu kalplerinde eğrilik ve kötü niyet, kaypaklık ve çarpıklık
bulunanlar yaparlar.
Esbâb-ı Nüzul'de zikredildiği üzere
hıristiyanların İncil'deki (baba) mecazını, gerçek anlamıyla peder; Kur'ân'daki
"O'nun Meryem'e ilka eylediği bir kelimesi ve O'ndan bir ruhtur" (4/Nisa,
171) müteşâbih âyetine, Allah'tan doğmuş bir ruh mânâsı vererek ve Hak Teâlâ'nın
doğma ve doğurma gibi üreme şekillerinden münezzeh, hayy ve kayyûm, azîz ve
hakîm hâlik ve bâri-i musavvir bulunduğu hakkındaki muhkemâta bakmayarak,
Allah'a çocuk isnat etmeleri; yine bunun gibi, yahûdilerin gibi hurûf-ı mukattaa
denilen başlıkları "ebced hesabı" ile te'vil ederek bunlardan Muhammed ümmetinin
ömrünü, kıyâmetin kopacağı zamanı çıkarmaya kalkışmaları da bu türden bir
olaydır. Bunlar ya hevâ ve heveslerinden başka bir şeyde hak ve hakikat
tanımazlar, ya da din deyince herhangi bir hakikatle ilgisi olmayan bir oyuncak
anlarlar. Din meselesinin kayıtsız şartsız hakka uymak demek olduğunu bilmek
istemezler. Bu konuda muhkem olan ispat yoluna yanaşmazlar ve onlarla amel
etmekten hoşlanmazlar da durmadan zihinleri şüphelere ve vehimlere sürüklemek
için yalnızca hayal ürünü olan şeylerde, rumuz ve sembollerde, muammâ ve
müteşâbihâtta boş ve havaî şeyler ararlar; müteşâbihâtı, şüpheye basamak yapmak
için muhkemâta üstün tutarlar. Yine bunun gibi, birtakım mülhidler (dinsizler)
de vardır ki, dinin hiç anlaşılmaz ve anlaşılınca hükmü kalmaz gizli ve sır dolu
bir özü olduğu iddiasıyla bütün muhkemâtı müteşâbihâta ircâ etmeye çalışırlar.
Her şeyi kuşkulu hale getirmek, hep garip ve acâyip şeylerden bahsetmek, en
belli gerçekleri bile birer efsâne gibi göstermek isterler ki, bunlar bilinen
yolda yürümekten hoşlanmazlar. Diğer bir kısmı da kendi bilgileri her şeyi
çözmeye yetermiş gibi, kâinat düzeninde, geçmişte ve şimdiki halde veya sonsuza
dek sürecek olan gelecekte sanki hiç bilinmedik bir şey yokmuş gibi,
müteşâbihâtın hakikatini kökünden ret ve inkâr eder; anlamadığı, anlayamayacağı
bir hakikat işitirse, ona hurâfe, efsâne, esatir deyip geçerler ki, bunların
hepsi kalbin kaypaklığından, çarpıklığından ve haddini bilmezlikten ileri gelir.
Bunlara karşılık ilimde rüsuh sahibi (uzman) olanlar, eğilmez, eğrilikten
hoşlanmaz, ilim yolunda sağlam, bildiğini ve bilmediğini seçebilen, bildikleri
sayesinde bilmediklerinin önemini mümkün mertebe çözebilen ilim erbabı da şöyle
der: ?Biz bu Kitaba inandık, muhkemi ve müteşâbihi ile hepsi Rabbimiz
katındandır. Hepsi haktır ve gerçektir.' Hakikaten böyle temiz akıl, güzel
dikkat ve kavrayış sahiplerinden başkası da hakkıyla düşünemez, kendi
zihnindekini bile iyice seçip net olarak düşünemez, muhkemâtı esas olarak hafî,
müşkil, mücmel gibi te'vili mümkün olan müteşâbihâtı bile doğru dürüst te'vil
edemez. Bu konuda te'vil ve ictihat başkalarının değil, muhkemâtın mertebeleri
ile müteşâbihâtın mertebelerini seçebilen, te'vili caiz olup olmayanları
ayırabilen, fitneden, kendisini ve herkesi baştan çıkarmaktan sakınan, haddini
bilen, İlâhî bilgiye havâle edilmesi gerekenleri O'na havâle eden, kâmil iman
sahibi, ilim yolunda kuvvetli, temiz ve ince akıllı, doğru düşünmesini bilen ve
seven, hâsılı hikmete mazhar olmuş râsih âlimlerin hakkı vardır, bu işe ancak
öyleleri yetkilidir. Bunlar muhkem ve müteşâbih hepsinin hakikatine iman ederler
ve önünü sonunu hesaba katarak iyi düşünürler.
"İlimde râsih olanlar"
İlâhî ifadesinde "vav" harfi istî'nâfiye veya atıf olmak üzere iki türlü
bağlantı vardır ki, birincisinde yukarıda açıklanan mânâ doğrultusunda üzerinde
kelâm tamam olmuş ve cümle sona ermiş olur, vakf-ı lâzımdır. Zaten mushaflarda
da durulması gerektiğini göstermek için buraya işareti konmuştur. Müteşabihatın
te'vilini Allah'dan başkası bilmez. İlimde rasih olanlar bile şöyle derler: ...
demek olur. Bu tefsir bağlantısı Abdullah b. Abbas'dan, Hz. Aişe'den, Hasen'dan,
Malik b. Enes'ten, Kisaî ve Ferra'dan ve birçok seleften rivayet olunmuştur.
Diğerinde ise "vav" atıftır. O zaman cümle ancak üzerinde tamam olur ki,
müteşabihin te'vilini Allah'dan ve ilimde rüsuh sahibi âlimlerden başka kimse
bilmez demek olur. Bu da yine Abdullah b. Abbas'dan, Mücahid'-den, Rebi b.
Enes'ten ve daha başkalarından rivayet olunmuştur. Kelamcıların ve müteahhir
âlimlerin birçoğunun tercihi de budur. Mesele müteşabihin sıhhatli ve doğru
olarak te'vilini Allah'dan başkası bilebilir mi, bilemez mi noktasına bağlıdır.
Te'vîl: Lügattaki aslı bakımından, herhangi bir
şeyi varacağı gayeye, hedefe vardırmak demektir. Bilhassa bir lafzın meâlini,
yani varacağı mânâyı alıp tefsir eylemeye denilir. Te'vil ya doğru ve sıhhatli
bir te'vil olur, ya da yanlış ve bozuk bir te'vil olur. Bir sözü hiç ihtimal
bulunmayan bir mânâya çekmek veya ihtimali olan mânâlar içinde daha uygunu ve
daha kuvvetlisi varken en uzaktaki ihtimale çekmek fasid ve batıl bir te'vil
olur. Te'vil her halükârda haklı bir gerekçeye ve sebebe dayanmalıdır. O sebep,
o delil bulunduğu zaman, çoğu yerde hafî olan açık olana, mecaz da hakikate
tercih edilir. Aksi halde yapılan te'vil indî ve fasittir. Bundan dolayı
muhkematı hiç gözönünde tutmadan müteşabihatı arzuya göre te'vil etmek, sapıklık
demek olduğu zaten âyette açık seçik söylenmiş olduğundan bunda şüphe yoktur.
Fakat muhkematı esas almak, cidden hüsnüniyet ve konunun şartlarına riayet
ederek hareket eylemek üzere, müteşabihat için "işte bundan murad budur" diye
hükmederek doğru ve sıhhatli bir te'vil yapabilmek âlimler için mümkün müdür,
değil midir?
Bu mesele üzerinde çok ihtilaf edilmiş olduğu
görülüyor. Kur'ân'da kıyametin vakti, saati, zebanilerin sayısında vesairede
bazı sayıların özellikleri ve daha başka bazı hususların Allah'dan başka kimseye
malum olmadığında ittifak vardır. Buna karşılık birçok âyetlerin de ittifakla
te'vil edildiğinde hiç şüphe yoktur. Bunun için bu babdaki ihtilafın, ihtilaf
olmaktan ziyade tefsir ilmi açısından büyük faydası bulunduğunu anlamak gerekir.
Âyetteki her iki türlü yorumdan her biri kendi açısından çok anlamlı olarak
maksadı ayrı ayrı yönlerden dile getirmişlerdir. Şöyle ki, yalnızca özel
anlamıyla veya genel anlamıyla herşeyi inceden inceye, bütün ayrıntıları ve
bütün sonuçlarıyla müteşabihin mânâ ve te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez.
Fakat genel anlamı bütün ayrıntılarıyla değil de şöyle yüzeysel olarak düşünecek
olursak, bunlardan bir kısmının ilimde rüsuh sahibi âlimlerin de bunu
bilebileceğini anlatmak istemiştir. Yalnızca birinci rivayet olsaydı, âyetin
zahirinden çıkan anlama göre ilimde rüsuh sahibi âlimlere te'vilden herhangi bir
hisse ve pay düşmezdi. "Bunu, üstün akıllılardan başkası düşünmez." âyetiyle
uyumlu olmazdı. Yalnızca atıf rivayeti, yani ikinci rivayet olsaydı, o zaman da
ilimde rüsuh sahibi âlimlerin müteşabihatı bütün yönleri ve çeşitleri ile
eksiksiz bilebilir, hepsinin te'viline akıl erdirebilir, yani Allah'ın bildiği
gibi bilebilir oldukları anlaşılırdı. İşte buradaki "vav"ın dahi böyle müteşabih
bir şekilde ortaya konmuş olması, buradaki her iki şıkka uygun olarak atıf
şeklinde düşünüldüğünde müteşabihatın yüzeysel; istînaf şeklinde düşünüldüğünde
te'vil konusunun derinlemesine ve bütün yönleriyle dikkate alınmış olduğunu
gösterir. Binaenaleyh müteşabih genel anlamı üzerine hamlolunduğu takdirde
topluca mânânın, "Bütününün te'vilini Allah'dan başkası bilmez." demek olup,
bazılarını Allah'dan başkasının muhkemata başvurmak ve ona uymak suretiyle
bilebilmelerine engel olmayacağını atıf rivayeti izah eder. Şu halde te'vil
açısından müteşabih üç esasa ayrılır:
1- Kul bilgisiyle vukuf mümkün olmayan ki,
kıyametin ne zaman kopacağı ve dabbenin ortaya çıkışı vakti vs. gibi.
2- İnsanların bilmesi mümkün olan ki, garip
lafızlar ve muğlak hükümler gibi.
3- Bu ikisi arası ki, tanınmaları bazı rüsuh
sahibi âlimlere mahsus bir ihtisas olur.
Bunun için biz daha önce yukarıda selefin
tercihi üzere hem üzerinde vakfın lüzumunu tercih ettik, hem de "vav"ın atıf
olduğu suretinde mânâya işaretini gösterdik. Yalnızca atfı tercih etmek,
Kur'ân'da rasih âlimlerin anlayamayacağı ve Allah'ın bilgisine havale etmeye
mecbur olacağı hiçbir şey yokmuş gibi bir ihtimali de içine alabilir. Bir
kelâmdan hiçbir şey anlaşılamamak, kelâmda hitap edilenlere yönelik hiçbir fayda
bulunmadığı düşüncesine kapılarak böyle bir ihtimali zannedenler olmuşsa da
doğru değildir. Şüphesiz ki, Kur'ân'da anlamsız ve boş bir lafız mevcut
değildir. Sûre evvellerindeki huruf-i mukatta'ada bile çeşitli anlayışlar ve
sezişler sözkonusudur. Mesele anlaşılanın sınırını belirlemede, esas itibarıyla
murad edilmiş olan mânânın tayin ve tesbitindedir.
Hitabın faydası ise bu tesbite bağımlı değildir.
Yine yukarıda kabul ettiğimiz şekilde sonsuz araştırmalara müsait konuların
bulunduğunu sezdirmek, insan bilgisinin değerini tayin ettirmek, insanların
bilgi derecelerine göre çeşitli anlayışlar, zevkler ve faydalar bahşetmek ve
nihayet rasih âlimleri derin derin düşündürmeye yöneltmek gibi daha birçok fayda
söz konusudur. Bu açılardan bakıldığında hitapta faydalar bulunduğu görülür.
Kur'ân'ın öyle işaretleri vardır ki, bunlar Kur'ân ilmi ile uzun uzadıya
uğraştıktan sonra sezilmeye, sonra da olayların gelişmesi ile te'vili
anlaşılmaya başlar. Lafızları mânâya irca etmek şeklindeki te'vil ile mânâyı
olaylara uygulamak şeklindeki te'vil arasında da fark vardır. Binaenaleyh
Kur'ân'ın tefsirinde "Biz seni hakkıyla tanıyamadık." diyecek noktalar
bulunduğunu hiçbir zaman unutmamak ve her zaman Kur'ân'ın muhkematına iyi
sarılmak lazım gelir. Bu âyetler bize Kur'ân âyetlerinin genellikle meâlini
tayin etme işinin tamamen rasih âlimlerin yetkisinde olmadığını ve Kur'ân
nazmının ve özellikle müteşabihatının ibadet ölçüsünde aynen korunmasına dikkat
edilmesi gerektiğini de gösterdiği için, mânâ tayini demek olan terceme
meselesinin nasıl bir ağır ve tehlikeli iş olduğunu iyi düşünmek gerekir. Daima
Cenab-ı Hak, kalblerimizi fitneye yöneltmekten ve keyfî te'vile kapılmaktan,
kaypaklıktan ve sapmaktan korusun.
Evet Allah sözünden dönmeyendir. "kendisinde hiç
şüphe olmayan" o haşir günü kesinlikle gelecek, kalbleri kaypaklıktan ve
küfürden, fitne ve fesattan sâlim olan, Hakk'ın âyetlerine "inandık, onların
hepsi Rabbimiz katındandır." diyen iman ehli, Allah'ın vaad ettiği rahmetine ve
yardımına erecek, inkârda ısrar edenler de vaîdini, ikab ve azabını bütün
şiddetiyle göreceklerdir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili)
Mevdûdi diyor ki: ?Sana Kitabı indiren O'dur.
Ondan, kitabın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir; diğerleri de
benzeşen (müteşabih)lerdir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne (ve karışıklık)
çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına
uyarlar. Oysa onun yorumunu Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise:
?Biz ona inandık, onun tümü Rabbimizin katındandır.' derler. Temiz akıl
sahiplerinden başkası öğüt alıp düşünmez.?
?Sana Kitabı indiren O'dur. Ondan, kitabın anası
(temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir...?
Muhkem açık, kesin, yalın ve kat'î demektir.
Muhkemât ise, hiçbir belirsizlik gölgesine düşürmeksizin anlamlarını çok açık
olarak ifade eden Kur'an âyetleridir. Bu ayetler yanlış anlamaya çok az meydan
bırakacak şekilde anlamlarının çok açık ve kesin olması için böyle ifade
edilmişlerdir. Bu ayetler Kitab'ın ana prensiplerini oluştururlar; yani,
Kur'an'ın gerçekleştirmek için indirdiği amacı ancak ve ancak bu ayetler
belirler. Bunlar dünyayı İslâm'a çağırır, öğütler verir ve uyarılarda bulunur.
Yanlış inanç ve uygulamaları reddedip doğru hayat nizamını bu ayetler ortaya
koyar.
Dinin esaslarını açıklayıp, inançla ibadetleri,
görevle sorumlulukları, emir ve yasakları bunlar bildirir. Bu nedenle Hakk'ı
arayan bir kimse, kendi ihtiyaçlarına ancak bunlar cevap verebileceği için bu
ayetlere başvurmalıdır. Doğal olarak böyle bir kimse bu âyetler üzerinde duracak
ve bunlardan en fazla faydayı elde etmeye gayret edecektir.
?... diğerleri de benzeşen (müteşâbih)lerdir.
Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne (ve karışıklık) çıkarmak ve onun olmadık
yorumlarını yapmak için ondan müteşâbih olanına uyarlar.?
Müteşâbihât, birden fazla anlama gelebilen ayetlerdir. Bu ayetlerin amacı evren
hakkında, onun başlangıcı ve sonu, insanın evrendeki konumu gibi konularda bir
miktar bilgi vermektir. Çünkü bu tip bilgiler, herhangi bir hayat sistemini
formüle etmede esas teşkil ederler. Hiçbir dilin, henüz insan duyuları
tarafından algılanmamış, hiçbir insan tarafından duyulmamış, koklanmamış
dokunulmamış ve tadılmamış bu doğa-üstü şeyleri ifade edecek kelime, ifade,
deyim vs. sahip olmadığı bilinen bir şeydir. Bu doğa-üstü şeylerin, insan hayatı
söz konusu edilerek anlatılmasının nedeni işte budur. Kur'an'ın insan dilinde
birden çok anlama gelebilecek müphem ifadeler kullanmasının nedeni de budur.
O halde bu ayetlerin en önemli faydasının,
kişinin gerçekliğe yaklaşmasının ve onun bu gerçekliği bu şekilde kavramasını
sağlamak olduğu söylenebilir. Bu nedenle bu ayetlerin asıl manalarını belirlemek
için ne denli çaba sarf edilirse, o denli şüphe ve belirsizlik içine düşülür.
Bunun bir sonucu olarak kişi, gerçekliği (realite) bulmayı hiçbir zaman
başaramaz, hatta ondan uzaklaşır ve sapıklığa düşer. Bu yüzden Hakk'ı arayanlar
ve gereksiz şeylerin peşinde koşmayanlar, bu müphem ayetlerden aldıkları yalın
gerçeklik anlayışıyla yetinirler ve bu da onların Kur'an'ı anlamalarını sağlar.
Bu tür kişiler tüm dikkatlerini anlamları açık ve kesin ayetleri anlamakta
kullanırlar. Diğer taraftan gereksiz şeylerden hoşlanan ve fitne peşinde
koşanlar, zamanlarını ve enerjilerini bu anlamı belirsiz olan ayetleri
yorumlamada harcarlar.
?...Oysa onun yorumunu Allah'tan başkası bilmez.
İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, onun tümü Rabbimizin katındandır."
derler.? Bu şöyle bir soruya neden olabilir: Kişi müteşâbih âyetlerin gerçek
anlamını bilmediği halde nasıl onların hak olduğuna inanabilir? Bu soruya şöyle
cevap verilebilir: Müteşâbih (müphem) âyetler yorumlandığında değil, muhkem
(anlamı açık ve kesin) ayetler iyice incelendiğinde, bu inceleme, anlayışlı bir
kişiyi Kur'an'ın gerçekten Allah'ın kelâmı olduğu inancına götürür. Muhkem
âyetleri inceleme, kişiyi bir kez Kitab'ın gerçekten Allah'tan olduğu inancına
götürdükten sonra, müteşâbih âyetler onun zihninde şüphelere yol açmaz ve kişi
bu ayetlerden anladığı en basit anlamı kabul edip, ayet anlamlarında
karmaşıklıklara rastlandığında ise, bunları bir tarafa bırakır. Kılı kırk yarıp
onları araştıracağına Allah'ın Kelâmı'na bütün olarak inanır ve dikkatini daha
faydalı işlere yöneltir. (Mevdûdi, Tefhîmu'l-Kur'an)
Seyyid Kutub diyor ki: Rivâyet edildiğine göre,
Necran hıristiyanları Peygamber Efendimiz'e; "Sen Hz. İsa hakkında; ?O, Allah'ın
kelimesi ve ruhudur' demiyor musun?? demişlerdi. Bu ifade ile, O'nun insan
olmayıp Allah'ın ruhu olduğu şeklindeki kendi inançlarına destek bulmaya
çalışıyorlardı. Bu hristiyanlar, Allah'ın mutlak birliğini ifâde eden, O'na
şekil, ortaklar ve oğullar yakıştıran her türlü düşünceyi reddeden kesin ve
muhkem ayetleri bırakıp mecâzî ve te'vile müsâit âyetleri kendi yanlış
inançlarına dayanak yapmak üzere kullandıkları için uyarılıyorlardı.
Yalnız, âyetin kapsamı bu belirli olayla sınırlı
değildir. Aynı zamanda Allah'ın Hz. Peygamber'e gönderdiği inançla ilgili
düşüncenin gerçeklerini ve İslâm'ın hayat tarzını içeren, bu Kitap karşısında
insanların benimsedikleri farklı tutumların yanında insan aklının kendi özel
vasıtalarıyla kavrama imkanı olmayan ve nassların açıkladığının dışında hiçbir
şekilde doğru olarak anlaşılma imkânı bulunmayan gayb ile ilgili meseleler de bu
âyetin kapsamı içinde yer alıyor.
Akide ve Şeriatın hassas ilkeleri ise içerik ve
kapsam açısından anlaşılır ve kesindir. Bunlarla ilgili amaçlar kavranabilir
türdendir ve kitabın temelini bunlar oluşturur. Hz. İsa'nın doğumu ve yaratılışı
gibi sem'iyâta ve gaybe ait konulara gelince ayeti kerime bu tür konularda bize
Allah'tan gelen bilgiyle yetinmemizi ve ileriye gitmememizi, sadece tasdik
etmemizi hatırlatmaktadır. Çünkü bu tür ayetler de "Hakk" olan aynı kaynaktan
gelmiştir. Onların mahiyetini ve keyfiyetini kavramak insan tabiatının sınırlı
olan düşünce alanı ve kavrayış vasıtaları ile, mümkün değildir.
İşte bu aşamada insanlar, fıtratlarının
sağlamlık veya bozulmuşluk durumuna göre bu "muhkem" ve "müteşâbih" âyetleri
farklı şekilde karşılıyorlar. Kalplerinde eğrilik, saf fıtratında sapma ve
bozukluk meydana gelenler; inanç, şeriat ve pratik hayat tarzının üzerine binâ
edildiği apaçık muhkem âyetlerdeki ilkeleri göz ardı ederek, farklı anlamlar
yüklenebilecek müteşâbih âyetlerin ardına düşerler. Halbuki bu ayetleri tasdik
etmede temel dayanak onların geldiği kaynağın doğruluğuna inanmak ve onların
tümünün "Hakk"tan geldiğini bilmeyi teslim etmektir. Bununla beraber insanın
algılama gücü gerçekten çok sınırlı ve alam da hayli dardır . Bu ayetleri
anlamada başlıca dayanaklardan biri de bu Kitabın tamamının doğru olduğunu, ne
önce ve ne de geldikten sonra ona batılın karışamayacağı, Hakk ile indiğini
doğrudan ilham ile kavrayabilme yeteneğine sahip olan fıtratın dürüstlüğüdür...
O art niyetliler, müteşâbih âyetlerin peşine düşüyorlar. Çünkü müteşâbih
âyetlerde, inancı sarsıcı te'viller ve normal akılla yorumlanması mümkün olmayan
sahaya girmiş olmanın tabii bir sonucu olarak birbirine aykırı düşüncelerden
kaynaklanan fitneyi körükleme zemini bulabiliyorlar... "Halbuki bu tür
müteşâbih âyetlerin gerçek anlamını Allah'tan başka hiç kimse bilemez."
İlimde derinleşmiş olanlara gelince, bunlar;
elde ettikleri bilgileri kullanarak aklın sahasını ve beşerî düşüncenin yapısını
kavradıkları gibi, kendisine bahşedilen vasıtalarla üzerinde çalışma
yapabileceği zeminin şartlarını idrak etmiş kimselerdir. İşte bunlar gönül
huzuru ve güven içinde derler ki: "Biz ona inandık; hepsi Rabbimizin
katındandır."
Kitabın, Rableri katından indiğine inanmaları,
onları bu gönül huzuruna iletmektedir. Öyleyse o Haktır ve doğrudur. Allah'ın
bildirdiği şey mutlak anlamda doğrudur. Onun nedenlerini ve illetlerini
araştırma insan aklının görevi olmadığı gibi, onun güç yetireceği bir şey de
değildir. Yine insan onun mahiyetini ve arka-plandaki gizli illetlerin yapısını
kavrayabilecek güce de sahip değildir.
Bilgide derinleşmiş bulunanlar Allah katından
kendilerine gelen her şeyin doğru olduğunu daha baştan gönül huzuru ile kabul
etmişlerdir. Onlar bu huzura dürüst ve üretken fıtratları sayesinde
varabilmişlerdir... Sonra, akılları da bu konuda, hiçbir kuşkuya kapılmaz. Çünkü
onlar ilmin sahasına girmeyen, insanın araç-gereç ve vasıtalarla bilgisini elde
edemeyeceği konulara aklın girişmemesi gerektiğini bilirler.
İşte bu, bilgide derinleşmiş olanların gerçek
bir tasviridir... Büyüklük kompleksine kapılıp inkâra kalkışmak, ancak bilginin
dış yüzeyine aldanan ve meseleye yüzeysel olarak yaklaşanların işidir. Onlar bu
halleriyle var olan her şeyi kavradıklarını, kavramadıkları şeylerin de yok
olduğunu zannederler. Ya da kendi kavrayışlarını gerçeğin ölçüsü olarak kabul
ederler ve kendilerinin kavradıkları sahanın dışında kalan gerçeklerin varlığına
izin vermek istemezler. Bu nedenledir ki Allah'ın mutlak kelâmını da kendi aklî
ölçüleriyle(!) değerlendirmeye kalkarlar! Gerçek bilgi sahiplerine gelince,
onlar çok daha mütevâzîdirler. Beşer aklının gücünü aşan ve çerçevesi dışına
taşan pek çok gerçeği kavramada aciz kaldığını kabul etmeye daha yatkın
oldukları gibi, fıtratları da daha dürüsttür. Ve çok geçmeden dürüst fıtratları
Hak ile temasa geçer ve gönül huzuru ile onu kabul ederler.
"Bunu ancak akıl sahipleri bilebilir."
Akıl sahipleriyle Hakkı kabullenme arasında
yalnızca bir hatırlama vardır sanki... O anda Allah'a bağlı olanların bozulmamış
fıtratlarına yerleştirilmiş bulunan Hak, birden harekete geçip ortaya çıkar ve
düşünceye yerleşir.
İşte o anda dilleriyle ve kalpleriyle sükunet
dolu bir duaya, samimiyet dolu bir niyaza yönelerek, Allah'ın kendilerini
Hak'tan ayırmaması, hidayete erdikten sonra tekrar kalplerini eğriliğe
bulaşmaktan koruması, rahmet ve iyiliğini kendilerinden esirgememesi için
yalvarırlar.. Herkesi bir araya getirecek olan kuşku götürmeyen günü ve asla
değişmesi düşünülemeyecek olan verilmiş vaadi (sözü) hatırlarlar: "Böyleleri
şöyle der: ?Ey Rabbimiz, bizleri doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi
kaydırma, bize katından rahmet bağışla, kuşkusuz sen bağışı bol olansın." "Ey
Rabbimiz, sen geleceği kuşkusuz olan bir günde insanları kesinlikle bir araya
getireceksin. Hiç şüphesiz Allah sözünden caymaz." (3/Âl-i İmrân, 8-9)
İşte bilgide derinleşmiş olanların Rablerine
karşı tavırları budur; ve zaten imanla uyum içinde olan da bu tavırdır. Bu
tavır, kişinin Allah'ın sözüne ve vaadine gönül huzuru ile bağlılığından, O'nun
sözüne ve vaadine güveninden, O'nun rahmetini ve iyiliğini tanımasından, aynı
zamanda O'nun değişmez kazasından ve gözle görülmez kaderinden korkmasından,
imanın bir sonucu olan kalpteki takvâdan, duyarlılıktan ve uyanıklıktan
kaynaklanır. Artık böyle bir gönülde ne gece ne de gündüz dalgınlığa,
duyarsızlığa ve unutkanlığa yer yoktur.
İmanlı bir gönül, sapıklıktan sonra ulaştığı
hidayetin, karanlıktan sonra net olarak görmenin, yolunu şaşırdıktan sonra doğru
yolu bulmanın, geçirdiği depresyondan sonra gönül huzuru ile Hakk'a varmanın,
kullara kulluktan kurtulup yalnız Allah'a kulluğun ve basit uğraşlarla bir süre
vaktini öldürdükten sonra yüce ve üstün uğraşlara kavuşmanın değerini idrak
eder...
Bu olgunluğa eren kişi, tüm bu nimetlerin iman
sayesinde Allah'tan geldiğini kavrar. Aydınlık, dosdoğru bir yolda yürümekte
olan bir yolcu, nasıl karanlık, dolambaçlı yollara düşmekten korkar, gölgenin
serinliğini tadan biri nasıl tekrar kavurucu, kızgın çöllerde öğle sıcağında
yola çıkmaktan kaçınırsa, bu kişi de tekrar sapıklığa dönüş yapmaktan böyle
korkar. İmanın güzelliğinde öyle bir tatlılık vardır ki, sapıklığın çilesini ve
acı bedbahtlığını tadanlardan başkası onu kavrayamaz. İmanın verdiği gönül
huzurunda öyle bir haz var ki, azgınlık ve sapıklık batağında sürünmüş olandan
başkası onu algılayamaz!
İşte müminler şu sükunet dolu dua ile Rablerine
yönelirler: "Ey Rabbimiz bizleri doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi
kaydırma." Sapıklıktan sonra birden hidâyet ile kendilerine yönelen ve böyle
iman gibi paha biçilmez bağışta bulunan Allah'ın rahmetine tâlip olurlar:
"Bize katından rahmet bağışla, kuşkusuz sen bağışı bol olansın."
Onlar, imanlarının ilhamı ile Allah'ın rahmeti
ve iyiliği olmadan kendilerinin hiçbir şeye güçlerinin yetmeyeceğini bilirler.
Hatta onlar kendi kalplerine bile hakim olamazlar; o kalpler de Allah'ın
elindedir. Bundan dolayı dua ile O'na yönelerek kurtuluş ve yardımını
esirgememesini talep ederler. Hz. Âişe, bir rivâyette diyor ki: ?Rasûlullah
(s.a.s.) çoğu zaman şöyle duâ ederdi; ?Ey kalpleri (istediği yöne) çeviren
(Allah'ım), kalbimi kendi dinin üzere sağlamlaştır.' ?Ey Allah'ın elçisi bu
duâyı ne de çok yapıyorsun' dedim. ?Her kalp, Rahman'ın parmaklarından iki
parmak arasındadır. O kalbi doğrultmayı dilerse doğrultur, saptırmak isterse
saptırır' buyurdu.?
Allah'ın dilemesini bu ölçüde kavrayabilmiş bir
kalp, ısrarla Allah'ın himayesine girmek ve ona tutunmak için çabalar, kendisine
bağışlanan iman nimetinin elinden çıkmaması için O'na yönelip duâ etmekten başka
çaresi olmadığının bilincine varır! (Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'an)
O Allah ki sana bir kitap indirdi ve muhkem
ayetlerdir o kitap. Onda kitabın temeli olan muhkem ayetler vardır. Onda muhkem
ayetler vardır ki onlar kitabın anasıdır. Ve bir de müteşahibler var.
Muhkemleriyle müteşabihleriyle elimizdeki şu
kitabın tüm ayetleri Allah'tandır. Kur'an bütünüyle muhkemdir, bütünüyle
müteşabihtir. Hepsinin hak ve doğru olduğuna iman ediyoruz. Bir bütün olarak
kitabımızın tüm ayetleri şu anda bize hıtap ediyor. Şu anda kitabımızın muhkem
ve müteşabih tüm ayetleriyle karşıkarşıyayız. Muhkemdi, müteşabihti diye
herhangi bir ayırım yapmadan kitabın ayetleri ve onun pratiği olan Rasulullah
efendimizin sünnetiyle karşı karşıyayız. Ve din olarak işte bunlarla sorumluyuz.
Kitabı ve onun yorumu, onun tebyini olan sünneti anlamak ve hayatımızı bu iki
temel kaynakla düzenlemekle mükellefiz.
Bunu böylece ortaya koyduktan sonra bu ayet
gereği Kur'an'daki muhkem ve müteşabih ayetler konusunda epey birşeyler
söylenmiş, ama ben o detaylara girme gereği duymadan sadece şunu söylemek
istiyorum: Muhkem ayetler Kur'an'da inanılıp amele dönüştürülmeleri istenen
ayetlerdir. İman edilip amel haline getirilmesi istenen ayetlerdir. Müteşabihler
de inanılan ama o konuda amel istenmeyen ayetlerdir. İmanla ilgili ama amelle
ilgili olmayan, imanın konusu ama amelin konusu olmayan ayetlerdir. Mesela
namazı anlatan ayet bizden iki şey ister. İman ve amel. Namaza iman edeceğiz ve
namazı ikame edeceğiz. Ama mesela Cennet, Cehennem, Melek, Cin, Ruh, Ahiret,
Sırat, Arş, Kürsi, Yedullah, İstiva, Allah'ın sıfatları gibi sınırlarını çizme
imkanımız olmayan, hafsalamızın almayacağı konuları anlatan ayetler bizden
sadece iman isterler, amel istemezler. Bizden sadece iman etmemiz istenen
kitabımızın bu müteşabihlerini muhkemlere havale ederek anlamak durumundayız.
Muhkemler müteşabihlerin müfessiridirler. Muhkemler müteşabihler için bize bir
çerçeve çizerler, biz onları bu çerçeve içinde anlamaya çalışırız ve de
anlayabildiğimiz kadarıyla iman ederiz.
Veya bir başka mânâyla muhkem bir kitabın
âyetleridir bu âyetler. Semâvât gibi, yıldızlar gibi tahkim edilmiş, Allah
tarafından sağlamlaştırılmış, asla birileri tarafından yıkılamayacak muhkem
varlıklar gibi bu kitabın ayetleri de tahkim edilmiş sağlamlaştırılmıştır.
Hiçkimse ona müdahale edemez, hiçkimse onu iptal edemez, hiçkimse onun
ayetlerini kaldıramaz, hiçkimse onun yasalarını iptal edecek, ondan daha muhkem,
ondan daha güzel bir yasa koyamaz. Böyle Allah tarafından tahkim edilmiş
sağlamlaştırılmış kalpte olan, kabulde olan, Levhi Mahfuz'dan dünyaya yansıyan
bir kitabın ayetleridir bunlar.
Veya bir başka manasıyla hayata hakim olan,
hayata hükmeden, hayatın tümünde söz sahibi olan bir kitabın ayetleridir bunlar.
Zira Kur'an hangi konuda ne diyorsa bu değişmeyen bir yasadır. İyi-kötü
konusunda, hayır-şer konusunda, hak-batıl konusunda, adalet-zulüm konusunda,
iman-küfür konusunda, Cennet-Cehennem konusunda, hayat-ölüm konusunda tek hakim,
tek kıstas bu kitaptır. Kainatta neler olacağı? İnsanların başlarına nelerin
geleceği? konularında bu kitap ne demişse, nelerden haber vermişse onlar mutlaka
gerçekleşecektir. Çünkü bu kitap hayatın sahibi ve hayatı proğramlayan bir
makamdan gelmektedir. Bilgi kendisinden olan, bilginin kaynağı olan bir
Allah'tan gelme bir kitaptır bu. İşte böyle sözü söz olan, dediği dedik olan ve
hayata hakim olan bir kitaptır bu kitap.
Aynı zamanda zaman içinde değeri, hükümleri,
yasaları pörsüyüp eskiyip aşınıp değerini kaybetmeyecek bir kitaptır bu kitap.
Çünkü bu kitabın yasaları zaman ve mekanla sınırlı değildir. Zamanın kendisini
eskitemiyeceği, üzerinden yağmurlar, karlar, boralar geçse de tek yasasına, tek
harfine bile halel getiremeyeceği, asla hiçbir gücün ezip bozamıyacağı kalpte
olan, kabulde olan, Levh-i Mahfuz'dan dünya alemine yansıyan bir yazgının
ayetleridir bunlar. Kıyamete kadar eskimeden tüm insanlığın problemlerini
çözebilecek bir kitabın muhkem ve müteşabih ayetleridir bunlar. Ama:
Kalplerinde eğrilik bulunanlar, kalpleri yamuk
olanlar aslında kul olarak Allah'ın kitabının muhkemlerine, müteşabihlerine,
inanın dediklerine, amel edin dediklerine, iman edin denilene, amele dönüştürün
denilene, kabul edin denilene, uygulayın denilene, tümüyle kitabın ayetlerine,
Allah'ın buyruklarına hemen boyun büküp teslim olmaları gerekirken, tamam ya
Rabbi! Anladım ya Rabbi! İnandım ya Rabbi! Teslim oldum ya Rabbi! Uygulamaya
başlıyorum ya Rabbi! Başüstüne ya Rabbi! Dediğin gibi ya Rabbi! diyecek yerde
alçaklar fitne çıkarmak, Allah'ın ayetlerini kendilerine göre yorumlamak, dini
kendi heva ve heveslerine uydurmak, Allah'ın dinini din olmaktan çıkarmak için
onların çeşitli anlamlı olanlarına, birden çok yorumlanma imkanı olanlarına
uyarlar, müteşabih ayetlerin peşine düşerler. Halbuki Allah'ın ayetleri çok
açıktır. Böyle yamukluğa yönelmeden samimiyetle, kulluk ve teslimiyet mantığı
içinde ona başvuran herkese Allah'ın kitabı hüdendir, açıktır. Ama Kur'an'ın
başka yerlerinde görüyoruz ki Rabbimizin bir hikmeti ve biz kulların da imtihanı
sebebiyle Rabbimiz kitabında öyle ayetler indirmiş ki o ayetleri bizim
hafsalamızın alması, duyularımızla algılamamız mümkün değildir. Tabii ilmi tam
olan, ilmi eksiksiz olan ve ilmiyle herşeyi kuşatmış olan Allah'tan gelme bir
kitabın ayetlerinin tamamının künhüne vakıf olmamız mümkün olmayacaktır. Onun
içindir ki bizi bizden daha iyi bilen Rabbimiz zaten bu ayetlerin künhüne
ulaşmamızı da istemiyor bizden. Sadece böylece iman edin diyor. İşte Cennet,
İşte Cehennem, işte Zülkarneyn as, işte Nuh as, işte Yecüc Mecüc. Bunları
bilmeniz mümkün değildir. bildiniz mi zaten imtihanın manası kalmaz. Ama işte
size bir namaz, işte bir abdest, işte bir oruç, işte bir zina yasağı, işte faiz
yasağı. Bunları bilin, anlayın, iman edin ve amele dönüştürün diyor. İşte
Rabbimiz böylece ayetlerinin kimilerini sadece imanın konusu olarak, kimilerini
amelin konusu olarak, kimilerini kabulün konusu olarak, kimilerini uygulamanın,
pratiğin konusu olarak kabul edin diyor. Bizler kul olarak, bilgisi sınırlı
varlıklar olarak hiçbir fitne yoluna yönelmeyerek, hiçbir eğriliğe, sapıklığa,
yamukluğa meyletmeyerek Rabbimizin kitabındaki bu ayetlerinin tamamını
kabullenmek tamamına inanıp teslim olmak zorundayız. Hal böyleyken kimileri
Allah'ın dinini bozmak için, Allah'ın ayetlerini tahrif etmek için, kitabın
ayetlerini kendi heva ve heveslerine göre yorumlayarak kendisini, kendi
anlayışını, kendi hayatını din haline getirmek istiyorlar. Farklı anlamlara
gelebilecek, yani şu anda somut olarak insanların gözleri önüne konulabilmeleri
mümkün olmayan, ğayba ait olan, bilinmesi mümkün olmayan, sadece imanın konusu
olan ayetleri, o ayetlere bir çerçeve çizen, o ayetlerin anlaşılmasında temel
kriter olan öteki muhkemleri aşarak, Allah'ın muradını taşarak Allah'ın
istemediği bir hayata ruhsat çıkarmak üzerine farklı yorumlama kavgası
veriyorlar. Bunların bu tür ayetleri tefsirde söz sahibi olan muhkemlerden
nasipleri yoktur. Ya da kimileri bile bile yapıyorlar bu işi.
Yani Kur'an'ın amele yönelik ayetlerini,
muhkemlerini insanlar düz anlamak zorundadırlar. Başkası olmaz çünkü. Abdest
abdesttir, namaz namazdır zaten. Ama bunun dışındaki konuları öyle
karıştırıyorlar ki hep fitne arıyorlar. Veya başka durumlar bulmaya
çalışıyorlar. Mesela kimileri önce kendilerini Allah bana önce şunu anlatmalıdır
diye şartlandırırlar ve onun cevabını aramak üzere Kur'an'a başvururlar. Yani
şartlı, sınırlı, tahditli özel bir yaklaşım modelidir bu. Peki niye yaparlar
insanlar bunu? Yani neyi hedeflerler bununla? Ya kendi anlayışlarını, kendi
dünya görüşlerini desteklemek için yaparlar bunu, Veya aradıkları sorunun
cevabını o tahditte bulmaya çalıştıkları için böyle yaparlar. Mesela adam
demokratiktir, laiktir ama müslümanlığı da elden bırakmamak çabasındadır. Veya
feministtir, ırkçıdır, pıragmatisttir, faydacıdır veya humanisttir, insancıldır.
Aman insan hakları! İnsan sevgisi! filan diyordur. Bunu temel kabul etmiştir
adam. Ama bunu Kur'an'ın da desteklemesi gerekmektedir. Öyle ya Tanrı bundan
başkasını emredecek değildir elbette diyordur ve Kur'an'a işte bu duyguyla
müracaat etmektedir ve Allah'ın ayetlerine kendi fikrini söyletmektedir. Yani
ayetleri kendi heva ve hevesine göre yorumlamaktadır. Halbuki:
Oysa onların yorumunu ancak Allah bilir. Evet,
evet bu kitabın haber verdiği geçmişle ilgili, gelecekle ilgili, yarınlarla
ilgili, ğaybla ilgili herşeyi bilen Allah'tır. Herşeyin arka planını, perde
arkasını bilen sadece Allah'tır. Herşeyin künhünü bilen sadece Allah'tır.
Evveli, evvelin evvelini, ezeli, ezelin ezelini, Cenneti, Cennet hayatını,
Cennetteki Hurileri, Ğılmanları, ırmakları, köşkleri, Cehennemi, Cehenemdeki
azabı, Cehennemin Zebanilerini, Cehennemin Ğassakını, Hamimini, Arşı, Arşı
taşıyan, Arşı yüklenen Melekleri, Kürsiyi, yedi kat semayı biz nereden
bilebileceğiz de? Bunları bilen sadece Allah'tır. Bütün bu konularda Allah
bilgisine sahip olmadan kim ne söz edebilecek te? Evet bütün bunları bilen
sadece Allah'tır.
İlimde derinleşmiş olanlar, Allah bilgisine,
vahiy bilgisine, kitap ve sünnet bilgisine sahip olanlar, Allah'ın kendilerine
açtığı vahiy bilgisini kullukta kullananlar, Allah bilgisiyle kulluk bilincine
erenler, kitap bilgisiyle Rablerini tanıyanlar, Rableri karşısında
acziyetlerinin şuuruna erenler de derler ki: Biz O'na inandık. Biz Allah'a ve
Ondan gelen kulluk proğramımız kitaba inandık. Bu kitabın, bu ayetlerin hepsi
Rabbimizin katındandır. Bu kitabın muhkem-müteşabih tüm ayetlerini olduğu gibi
Rabbimiz katından geldiğini kabul ettik. Kabul ettik ve ona sahiplendik. Bu
kitap bizim kitabımız dedik, bağrımıza, başımıza bastık ve gücümüz nisbetinde
onu okumaya, anlamaya, anlatmaya ve uygulamaya çalışıyoruz. Rabbimizin bu kitap
içinde inanın dediklerine iman ediyor, anlayın dediklerini anlamaya çalışıyor,
uygulayın dediklerini uygulamaya gayret ediyor, kaçının dediklerinden kaçınıyor,
haramlarını haram, helallerini helal biliyor, ama bunları sadece söz planında
bırakmayarak helallerini yapmak ve haramlarından da kaçınmak üzere biz bu kitaba
iman ediyoruz derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilirler. Ve işte
mü'minlerin özellikleri de bunlardır. Böyle bir özelliğe de ancak akıl sahipleri
ulaşabilir. Bakın Rabbimizin Rasihun diye tarif buyurduğu, Allah bilgisine sahip
olan, Allah'la yol bulan, Allah bilgisiyle hidayete ulaşan bu akıllılar
Rablerine şöyle dua edip yalvarırlarmış: ?Rabbimiz! Bizi doğru yola
erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla; şüphesiz
Sen sonsuz bağışta bulunansın.?
Rabbimiz, ey bizim Rabbimiz bize hidayet
ettikten sonra, bizi hidayete ulaştırdıktan, bize hidayet yolunu gösterdikten,
bizim hidayetmizi onayladıktan sonra kalplerimizi eğriltme. Ya Rabbi, kitabınla,
kitabının pratiği olan peygamberinin örnekliliğiyle bizi sıratı müstakime
ilettikten sonra, biz müslüman olduktan sonra bizim ayaklarımızı kaydırıp
kalplerimizi eğriltip yamultma.
Evet, burada mü'minlerin tıpkı günde en az kırk
defa Fatiha'daki yaptıkları duanın aynısını tekrarladıkları anlatılıyor.
Fatiha'da da öyle diyorduk değil mi? Ya Rabbi bize dosdoğru yolunu göster. Bizi
İslam yoluna, sıratı müstakime hidayet et. O yolu bulamamışsak bize göster,
bulmuşsak o yolda sabit kadem kıl. Sakın bizi bizden önceki Hıristiyan ve
Yahudilerin, şu veya bu şekilde senin dosdoğru yolundan sapıp gidenlerin
küfürlerine, şirklerine meylettirme ya Rabbi. Bizi onların durumuna düşürme ya
Rabbi. Yani kitabını, hidayetini dinlemek, anlamak ve tabi olmak için
kendilerine verdiğin kalplerini, kulaklarını, gözlerini kullanmadan yana
olmadıkları için kalplerine mühür vurduklarından eyleme bizi ya Rabbi. Kendi
tercihlerini onayladıklarından eyleme bizi. Ayaklarımızı kaydırma, kalplerimizi
yamultma.
Ve katından bize rahmet ver ey Rabbimiz. Bize
katından rahmet gönder ve bizi senin katından gelen rahmetten mahrum bırakma.
Bizi dininden, bizi kitabından, bizi peygamberinden mahrum etme ya Rabbi. Çünkü
senden gelen rahmet bunlardır. Evet kitap rahmettir, din rahmettir, peygamber
rahmettir. Kur'an Rabbimizin rahmetidir. Rahman olan Allah bize rahmeti gereği
Kur'an'ı göndermiştir. Kitabın dirilmesi mahza Rabbimizin rahmetinin eseridir.
Peygamberlerin gönderilmesi mahza Rabbimizin rahmetidir. Rabbimiz kullarını
karanlıklar içinde bocalar bir vaziyette bırakmak istemediği için kitabını
göndermiştir. Hakkı-batılı, hidayeti-dalaleti, doğruyu-yanlışı anlayabilmeleri
için kullarına bu kitabı göndermiş ve kendi bilgisiyle kullarını
bilgilendirmiştir. Allah bu elçilerini seçip bize göndermeseydi, onları kendi
bilgisiyle bilgilendirip bize örnek yapmasaydı biz ne yapardık?
Öyleyse Kur'anla beraber olan, Kur'anla hareket
eden kişi rahmete hak kazanmış demektir. Rasulullah rahmeten'lilalemindir. Tüm
alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Öyleyse böyle rahmet kaynağı bir elçiyle
beraber olan, o elçiyi kendisine örnek alan, o rahmetten istifade etmesini bilen
kişilere Allah merhamet edecektir. Yani anlıyoruz ki sadece Allah'ın merhamet
buyurdukları kurtuluşa ereceklerdir. Peki acaba Allah kimlere merhamet eder?
Şunu kesin Kur'an'dan biliyoruz ki Allah kesinlikle kafirlere ve müşriklere
merhamet etmeyecektir. Yeryüzünde Allah'ın rahmetinden istifade etmeyi
istemeyenlere Allah rahmet etmeyecektir. Allah'ın mü'min kulları bu kapılardan
istifade etmişler, ama kafirler, müşrikler Rablerinin kendileri için açtığı bu
rahmet kapılarından istifade etmeyi istememişlerdir. İşte Allah'ın kendileri
için açtığı bu rahmet kapılarından istifade edip Allah'ın istediği şekilde bir
hayat yaşıyarak bu rahmete hak kazanan mü'minlere merhamet ederken Rabbımız bu
rahmete karşı nötr davranan kafirlere de merhamet etmeyecektir. (Ali Küçük)
Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Nil Y. s.
47-54
Hidayet Aydar, Kur'ân-ı Kerim'in Tercümesi
Meselesi, s. 69-73
Ömer Mahir Alper, Kur'ân-ı Kerim'de Muhkem ve
Müteşabih, Haksöz, Sayı 52, Temmuz 95, s. 32-36
Abdülbaki Turan, Şamil İslâm Ansiklopedisi,
Tefsir Maddesi
Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Nil Y. s.
43-47
Hidayet Aydar, Kur'ân-ı Kerim'in Tercümesi
Meselesi, s. 73-75