Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Emr-i Bi'l-Ma'rûf, Muhatâpları Kurtarmasa Bile, Yerine Getirenleri Kurtarır
Emr
Emr-i Bi'l-Ma'rûf,
Muhatâpları Kurtarmasa Bile, Yerine Getirenleri Kurtarır
Ma'rûf: İslâm'ın yani Kur'an ve Sünnetin iyi
kabul ettiği Allah'a itaat etmenin içinde saydığı, kişiye sevap kazandıran tutum
ve davranışların bütünüdür. Münker ise Kur'an ve Hadiste iyi sayılmayan,
Allah'ın ve Rasûlünün günah saydığı, hoş karşılanmayan şeylerdir. (3/Âl-i İmran
105)'de belirtildiği gibi, kişi Allah ve peygamber tarafından ortaya konan
esasları yok sayıp ayrılığa düşerse büyük bir azâba çarptırılacaktır. Dinin
temeli olan farzlardan biri olan ma'rûfu emir ve münkerden nehiy her müslümana
düşen görevlerdendir. Bu görev yerine getirilirse bir önderin önderliğinde ümmet
toplumuna ulaşılır. Ferdî müslüman olarak kalınmaz mutlaka kişi İslâm ümmetinin
bir parçası olmak zorundadır. Değilse 9/Tevbe, 67 hükmüne girmiş oluruz. Halbuki
müslüman 9/Tevbe, 71'in kapsamına girer ve toplum olarak da İslâm ümmetini
teşekkül ettirmeleri için 22/Hacc, 41 âyetine uymalıdırlar. Ayrıca, 2/Bakara 44
ve 61/Saff, 3 âyetleri de unutulmamalıdır. Çünkü bu iş tüm müslümanlara farz-ı
ayndır.
Alllah, peygamberleri bu prensibin tahakkuku
için göndermiştir. Bunun ihmal edilmesi halinde peyamberlik müessesesinin
anlamını kaybedeceği, dinin ortadan kalkacağı, fesat ve anarşinin yayılacağı,
ülkelerin harap olacağı mukadderdir. İbn Teymiyye'ye göre, emir ve nehiy insan
varlığının temel kanunlarıdır. İnsan tek başına yaşasa bile kendi nefsi için
emirler ve yasaklar koyar; insanların yaşamak zorunda oldukları sosyal hayat
için de, emirler ve yasaklar vazgeçilmez ihtiyaçlardır.
Teorik olarak cihad da emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-i
ani'l-münkerin bir parçası sayılmakla birlikte, uygulamada cihadın İslâm dinini
gayri müslimler arasında yayma, müslümanları dış saldırılardan koruma ve bunun
için gerektiğinde silâha başvurma faâliyeti için kullanılmasına karşılık; emr-i
bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker içe dönük bir hareket, yani İslâm ümmetinin
Kur'an ve Sünnet hükümlerine uygun, faziletli, sulh ve sükûnun hâkim olduğu bir
hayat tarzını amaçlayan temel ilkelerden biridir.
İslâm âlimleri emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münkerin
farz-ı kifâye olduğunda ittifak etmişlerdir. Bununla ilgili uygulamalar, biri
İslâmî devletin sorumluluğunda resmî, diğeri müslüman fertlerin şahsî
sorumluluklarına bırakılan gayrı resmî olmak üzere iki şekilde gelişmiştir. Emir
ve nehiy faâliyetlerinin ilk şekli "hisbe" veya "ihtisab" adı altında
kurumlaşmış, kaynaklarda bununla ilgili hükümler ayrıntılı olarak tesbit
edilmiştir. İslâm âlimleri siyasî iktidarların iyiliği yaptırma, kötülüğü
engelleme işlerinde yetersiz kalabileceğini, hatta bazen bizzat yöneticilerin
kötülük ve haksızlığa yol açabileceklerini, bu ilkenin ise, toplumun selâmeti
için konulduğunu, Kur'an ve Sünnette müslümanlardan, herhangi bir resmî veya
gayrı resmî ayrımına gidilmeden iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalışma
ödevini yerine getirmelerinin istendiğini dikkate alarak, fertlerin emir ve
nehiy sorumluluklarının devam ettiğini düşünmüşlerdir. Buna göre iyi veya kötü
olduğu açıkça bilinen hususlarda her müslüman bu görevini yapabilir. Ağırlıklı
görüşe göre, âlimlerin ihtilâf halinde bulunduğu meseleler, emir ve nehiy konusu
olmaz (Nevevî, Şerhu Müslim, II/231). Özellikle ictihad alanına giren konularda
emir ve nehiy, yetkili kimselerce yapılmalıdır. Zemahşerî, "İçinizden hayra
çağıran, ma'rûfu emreden ve münkeri nehyeden bir topluluk bulunsun" (3/Âl-i
İmrân, 104) meâlindeki âyeti açıklarken, bu görevi, ancak ma'rûf ve münker ile
bu husustaki emir ve nehyin metotları hakkında bilgi sahibi olanların yerine
getirebileceğini, aksi halde iyiliğin kötülük, kötülüğün de iyilik zannedilmesi
gibi hatalara düşülebileceğini hatırlatır (Keşşaf Tefsiri, I/452). Bu görüş, ehl-i
sünnet âlimlerince de benimsenmiştir. Ayrıca, hiç kimse, başka birinin gizli
hallerini araştırma, kötü de olsa mahremiyetine vâkıf olup aleniyete dökme
hakkına sahip değildir.
İslâm âlimleri, bu görevi yerine getirirken
bilgilendirme, öğüt ve sözlü uyarıdan başlayıp duruma göre gittikçe sertleşen
çeşitli yöntemler uygulanması gerektiğini belirtmişlerdir. Ancak, zor
kullanmanın, daha özel olarak silâhlı mücâdelenin câiz olup olmadığı hususunda
görüş ayrılığı vardır. Özellikle bu son meseleyle ilgili tartışmalar hicrî
birinci asırdan itibaren gelişen şartların etkisiyle, zulüm ve haksızlık yapan
devlet adamlarını münkerden uzaklaştırıp ma'rûfa yöneltmek için silâha başvurup
vurulmayacağı noktasında yoğunlaşmıştır.
Müslüman, bencil değildir. Sadece kendisini
düşünmez. O; kötülüğe, zulme, günaha, düşmanlığa yardımcı olmayacağı gibi,
onlarla mücâdele edip onları toplumdan kaldırmaya, tüm insanlığı kurtarmaya
çalışır. İnsan sevgisi, hümanistlerde değil; her şeyi ile müslümanda vardır.
Müslüman, diğer insanların küfrüne ve haramlarına rızâ gösteremez; onların da
dünyada huzura, âhirette cennete gitmesi için gece gündüz tüm imkânlarıyla görev
yapar. Bu görevin adıdır tebliğ. Nasıl, çocuğu, elini ateşe atsa, ya da arabanın
önüne fırlasa, onu sevdiğinden dolayı bu olaya müsâade etmezse, ona yasak
koyarsa, diğer insanlara da yasak koymaya çalışır. Cehennem yoluna koşar adım
gidenlere karşı; haykırır kollarını makas gibi açarak: "Durun kalabalıklar, bu
cadde çıkmaz sokak!" Alevler içindeyken ev, üst katında ziyâfet veremez. "Bana
ne, neme lâzım" demez. "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!" sözü müslümanların
değil, yahûdilerin sözüdür. Müslüman, bilir ki, yılan kendine dokunmuyor diye
ona karşı çıkmazsa, giderek daha da büyür ve ona da, çocuğuna da, sevdiklerine
de dokunur. "Her koyun kendi bacağından asılır." Ama, kokusundan bütün mahalle
zarar görür. Bir ahlâksız, fâhişe bir insanın komşuları da o kötülükten mutlaka
rahatsız olurlar. Müslümanlar, ahlâksızlar kadar cesur olmazsa, idare
ahlâksızların olur, terbiyeli ve dürüst insanlar devamlı eziyet çekerler.
"Öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sâdece zulmedenlere erişmekle kalmaz
(geneli kapsar ve herkesi perişan eder). Biliniz ki, Allah'ın azâbı
şiddetlidir." (8/Enfâl, 25).
?Bu insanlar, bizim anlatmamızla düzelir mi?
Bugün lâf fayda etmiyor, çocuğuna bile bir şey diyemiyor, kolaylıkla yasak
koyamıyorsun. İnsanlar, kendilerine kimsenin karışmasını istemiyor, özgürlük
putlarına toz kondurtmuyor. ?Sana ne, sen ne karışıyorsun, memlekette demokrasi
ve özgürlük var...' diyebiliyor.? Evet, bütün bunlara rağmen biz emr-i bi'l-ma'rûf
ve nehy-i ani'l-münker yaparak kendimizi kurtaracağız. Firavunun ayağına Hz.
Mûsâ ve Hz. Hârun kimbilir kaç defa tebliğe gitti. Ebû Cehil ve onun gibilerin
ayağına Peygamberimiz'in 40 civarında gittiğini, hakkı anlattığını biliyoruz.
Mü'min, insanları kurtarmak için değil, kendisini kurtarmak için tebliğ eder;
bu, kulluğunun gereğidir. Hele bir de bazı insanların hidâyetine vesile olursa,
bu, dünya ve içindeki nimetlerden daha kıymetli bir hazinedir. "Kim bir canı
kurtarır, ona hayat verirse, bütün insanları kurtarmış gibi olur..." (5/Mâide,
32)
"Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, Hakkı tutar kaldırırım.
Biri dînime saldırdımı, hattâ boğarım.
Boğamasam, hiç olmazsa yanımdan
koğarım."
Hayra kılavuz olmak; söz, iş, işaret ve her
türlü şekilde olabilir. Şerre, kötülüğe, sapıklığa kılavuzluk da yine her türlü
şekilde olabilir. Bugün basın, yayın, TV. kanallarıyla bunun açık örneklerini
görüyoruz.
Kur'an ve peygamberimizin sahih sünneti
insanlığı hayra, iyiliğe, dünya ve ahiret saâdetine çağırır. Tüm şeytanî güçler
ise insanlığı sapıklığa kötülüğe ve bozguncu olmaya çağırırlar. Biz müslümanlar
olarak hangi konumda olursak olalım, âlim, âbid, işçi, işveren, hoca, talebe,
fakir, zengin daima insanların iyiliğine ve hayırlarına koşmak durumundayız. Bu
konuda bize şu âyetler emir vermekte ve yapacağımız işi târif etmektedir:
7/A'râf 157; 9/Tevbe, 71; 31/Lokman, 17; 3/Âl-i İmran, 110; 16/Nahl, 90.
?Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah'a
yemin ederim ki ya iyilikleri emreder, kötülüklerden sakındırırsınız ya da Allah
size yakında üzerinize bir belâ gönderir de sonra Allah'a duâ edersiniz de
duânız kabul edilmez.?
(Tirmizi, Fiten 9)
?Allah tarafından benden önce gönderilen her
peygamberin kendi sünnetine uyan ve emrine sarılan samimi ve seçkin çevresi
vardı. Sonra bunların yerlerine öyleleri geçti ki onlar yapmadıklarını söyleyen
ve emrolunmadıklarını yapan kimseler oldular. Böyle kimselerle eliyle cihad eden
mü'mindir, diliyle cihad eden mü'mindir, kalbiyle cihad eden de mü'mindir. Bu
kadarını yapmayanda ise artık hardal tanesi ağırlığı kadar bile iman yoktur.?
(Müslim, iman 80)
Bu hadiste de, her peygamberin kendilerini dine
dâvet ettikleri insanların hepsinin, bir olmadığını öğreniyoruz. Bazısının
bizzat o peygamber gibi yaşamayı prensip edinen ve onun gibi olan kimselerden,
çoğunluğunun da 19/Meryem, 59'da belirtildiği gibi Allah ve Peygamberler
tarafından istenmeyen insanlar olduklarını; bunların düzeltilmesi için
elleriyle, dileriyle ve kalpleriyle çaba sarfedenlere mü'min denilebileceğini,
değilse hardal tanesi kadar bile imanın olmadığını öğreniyoruz. Bu hadiste
cihadın el, dil ve kalple olabileceği de bizlere öğretilmiş oluyor. Şeriatın
emirlerine uymayanlarla yapılan mücâdele cihad sayılır. Dinin haram, günah,
yasak kabul ettiğini kabul etmeyenin imanı yok hükmündedir. Bugün hem müslümanım
deyip hem de müslümanca yaşamayan; müslümanlık, hayatlarında gözükmeyen
kimseleri her türlü vâsıta ve imkânlarla düzeltmeye çalışmak da müslümanların
görevleri cümlesindedir.
Bu hadis-i şeriften anlıyoruz ki, tebliğle iman
arasında çok sıkı bir münâsebet vardır. Bir münkerin işlendiğine şâhit olduğu
halde o münkere tepki göstermeyen kimsenin hardal tanesi kadar iman kalmayacağı
belirtiliyor. Buna rağmen, tepki göstermeyen, hatta o münkerden hoşlanan, münker
sahibini alkışlayıp destekleyen insanların durumu ne olacak? En çirkin
münkerler, televizyon kanallarından film adına, eğlence adına sunulur,
izleyiciler alıştırılır. Beyaz cam; cinâyetleri, gayrı meşrû ilişkileri, fuhşu
sevdirmeye, hiç değilse tepkisiz seyrettirmeye hazırlar izleyicileri,
münkerlerin propagandasını yapar, halkı tepkisizliğe alıştırır. Sonra, insanlar
çevrelerinde, sokaklarında, işyerlerinde gördükleri münkerlere de tepki
göstermez olur. Her çeşit haram, fahşâ ve münker için özgürlük vardır.
Sanırsınız ki, memleketteki demokrasi ve özgürlük sadece bu kesim için vardır;
müslümanların müslümanca faâliyetlerine ve hele de münkerlere karşı çıkma
görevlerine işlemez bu özgürlük; onlar için düşünce suçu, ayrımcılık, dini
istismar ve benzeri yasalar devreye sokulur. Bütün bunların kaynağı düzene lâf
ettirilmez. Yani, taşlar bağlanmış, itler salıverilmiştir özgür ve demokratik(!)
ülkelerde.
İntihar eden birini görüp de onu vazgeçirmeye
çalışmamak, sobaya elini değen çocuğunu bu işten engellememek, zehirli bir böcek
karşımızdaki insanın üzerinde gezerken gördüğümüz halde ona haber vermemek,
söndürmek için imkânlarımız olduğu halde yangına seyirci kalmak, ölümcül bir
hastalığın ilacını bildiğimiz halde ona haber vermemek, elimizde yakacağımız
mum, kandil veya daha büyük ışık saçan araç olduğu ve onu yakmaya çalışmamız
gerektiği halde sadece karanlıktan şikâyet etmek... ne ise, tebliğ görevini
yerine getirmekte ihmalkâr davranmak aynı şeydir.
Dâvâ adamı misyonuna sahip müslüman gençliğin
çoğu, bugün moralsizlik, bereketsizlik ve tıkanıklık yaşıyorsa, bunun
sebeplerinden biri, zihnî gıdaları fıtrî şekilde boşaltamadığıdır. Cemaat
çalışmalarından, ev sohbetlerinden ve kitap-dergi gibi yayın organlarından
beslenip tıka-basa doldurduğu kafası mânevî ur gibi şişmiş, besin zehirlenmesine
değilse bile kabızlığa uğramıştır. Bunun çözümü, uygun şekilde boşaltma, yani
tebliğdir. Mânevî ve zihnî gıdaları, maddî gıdâlara benzetebiliriz. Ne kadar
kaliteli yiyecekler de olsa, midesini doldurduğu yiyecekleri uygun yollarla
dışarıya boşaltamayan kimsenin büyük ıstıraplara yol açan hastalığı, aynen fikrî
gıdalar için de sözkonusudur. Bunun çözümü, tebliğ çalışmalarıyla olacaktır.
İnsanlar, dâvâ için; ölmüşleri diriltmeye, hastaları iyileştirmeye çalışmak gibi
ulvî ve bereketli çalışmalara yeterli zaman ayırmıyorsa, ya içindeki
müslümanlarla uğraşacak, eleştiriler içinde insanları harcayacak, ya da kendini
harcayıp hastalıklı hale gelecektir. Kendi hastalığını gözde büyütmemenin yolu,
doktorluk yapmaktan geçer. Tebliğ gibi hayırlı meşgale olmayınca, hayat boşluk
kabul etmeyeceğinden, şerli ve zararlı uğraşılar insanı kuşatacaktır.
Kâfirler, İslâm dışı dâvâ adamları kadar, futbol
fanatikleri ve tâğut yolunda savaşçılar kadar Allah'ın dini için gayret
göstermiyorsak, şu âyeti düşünmeliyiz: "İnsanlardan bazıları, Allah'tan
başkasını Allah'a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi
severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha
fazladır. Keşke zâlimler azâbı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün
kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azâbının çok şiddetli olduğunu önceden
anlayabilselerdi." (2/Bakara, 165). İman eden mü'minlerin Allah'a olan
sevgileri, başkalarının herhangi bir şeyi sevdiğinden daha fazla olması
gerektiği halde, bir futbol fanatiğinin takımını sevdiği ve onun için
fedâkârlığı, ya da bir ırkçı veya komünistin dâvâsı için ölümü göze alması
karşısında, bizim dâvâmız için yaptıklarımızın hiç de çok, hatta yeterli
olmadığını söylemek mümkündür. Kâfirler kadar, inandığı dâvâda fedâkârlık
göstermeyen uyuşuk ve korkak, dünyevîleşmiş, bahaneleri mâzeret gösteren
müslümanlar, imanlarını yoklamalı, yeniden İslâm'a dönmenin yolunu aramalıdır.
"Namaz için ezan okunduğu zaman, şeytan oradan
sesli sesli yellenerek uzaklaşır, ezanı duyamayacağı yere kadar kaçar. Ezan
bitince geri gelir. İkamete başlanınca yine uzaklaşır, ikamet bitince geri dönüp
kişi ile kalbinin arasına girer ve "şunu hatırla" , "bunu düşün" diye insanın
aklında daha önce hiç olmayan şeylerle vesvese verir. Öyle ki (buna kapılan)
kişi kaç rekât kıldığını bilemeyecek hale gelir."
(Buhârî, Ezan 4, Amel fi's-Salât 18, Sehv 6; Müslim, Salât 19, Mesâcid 89; Ebû
Dâvud, Salât 31; Nesâî, Ezan 30; Muvattâ, Nidâ 6; Kütüb-i SitteTercümesi, 8/
320)
Rasûlüllah, bu hadisinde, insî ve cinnî
şeytanların ezandan duyduğu rahatsızlığı beliğ bir üslupla dile getirmektedir.
Ezandan rahatsız olanların tercih edecekleri alternatif meşguliyet ve sesleri,
Rasülüllah'ın yellenme sesine benzetmesi de dikkat çekicidir.
Akla şöyle bir soru gelebilir: Kur'an'a
başlarken, namaz kılarken, bizden uzaklaşmayan şeytan, namaz kadar önemi büyük
ve terkedilmesi câiz olmayan bir ibâdet olmadığı halde, ezandan niye kaçar?
Cevabı, ezanın mesajında ve sosyalitesindedir. Namaz, ferdî bir ibâdettir.
Namazla kişi, sadece kendisini ateşten kurtaracaktır. Ezan ise, tebliğdir,
dâvettir, başkalarının kurtuluşunu istemektir. Mesaj sunmaktır, hakkı
haykırmaktır ezan. Peki, her tebliğ, her mesaj şeytanı kaçırır mı? Vâizlere de,
vaazlara da şeytan yaklaşamaz mı?
Cevap, ezandaki ifadelerdedir. Ezanda nelerin
tebliği yapılmaktadır? Dinin temel esasları, Allah'ın en büyük olduğu, O'ndan
başka ilâh olmadığı. Başka? Kurtulmak için namaz kılmanın şart olduğu, Önder
ve kılavuzun kim olduğu... Tüm insanların bu esaslara ve namaza dâvet
edilmesidir ezan. Net, pazarlıksız, kesin bir ifadeyle tabliğdir ezan, çünkü
şâhidlik yapılmaktadır. Ve güzel bir üslûp ve sesle insanlara çağrıdır ezan.
Peki, bugünkü ezanlar, şeytanı gerçekten kaçırıyor mu? Cevap yine ezan
ifadesinde. Ezana, "ezan-ı Muhammedî" denir. Anlamı, Muhammed (s.a.s.)'e ait
çağrı, Muhammedî üslûpla ilân. Demek ki, sünnete uygun bir usûl ve
metodla tevhidî mesajın ister minâreden, ister başka yerden insanlara sunulması,
şeytanları bizden uzaklaştıracaktır. İnsan ve cin şeytanlarını, korkudan yellene
yellene kaçırmak isteyenlere duyrulur.
"İnsanlara karşı muktedir ve şerefli olan
kimseler, güçleri yettiği halde kötülüğü men etmezlerse, muhakkak Allah Teâlâ
onları zelil ve perişan eder." (Cerir bin Abdillah)
"Ya emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker
yaparsınız, ya da Allah üzerinize zâlim bir sultanı musallat kılar." (Ebû
'd-Derdâ)
"Bu ümmet içinden bazı kimseler mahşer gününde
kabirlerinden maymun ve domuz sûretinde kalkacaklardır. Bunların günahları,
günahkârlarla beraber oturup kalkmak, güçleri yettiği halde onları kötülüklerden
men etmemektir." (Ebû Ümâme)
"İnsanlar kötülüğü görüp önlemedikleri zaman,
Allah Teâlâ'nın, onların hepsini azâba uğratmasından korkulur." (Hadis-i şerif
rivâyeti)
"Öyle zamanlar gelecek ki, kötülükten
sakındıranların sayısı, insanların onda birinden daha az olacaktır. Sonra bunlar
da gider ve artık kötüyü yasaklayan tek kimse bulunmaz." (Hz. Ali)
"Randevuya daima vaktinde gelmek, ötekinin
gecikmesini yüzüne vurma sanatıdır."
"Nasihat, dünyanın en pahalı hazineleri kadar
kıymetli olduğu halde, ekseriyâ pek ucuza satılır." (Hz. Ali)
"Dostlarının, yerinde nasihatlerine kulak
asmayanlar düşmanlarını memnun ederler."
"Verdiği öğüdü biraz tutan, bunu başkalarına da
dinletebilir."
?İnsan, hayvandan konuşmakla üstündür. Ama
doğru konuşmazsan hayvanlar senden üstün olurlar.? (Şeyh Sâdi)
?Ya susun, yahut susmaktan iyi şeyler
söyleyin.?
?Sözün en güzeli, söyleyenin doğru olarak
söylediği, işitenin yararlandığı sözdür.?
?İnsanlara akılları ölçüsünde söz söyleyin.?
?Güzel sözler, petekten damla damla sızan bala
benzer; insanın ruhuna tat verir.? (Hz. Süleyman)
?Kelâm ile kemâli birleştirmek gerek.?
?Güzel söz, en etkili bir sinir ilâcıdır.?
?Tatlı sözler, tatlı yankılar meydana
getirirler.?
?Tatlı söz söyleyen, hiç kimseden kötü söz
işitmez.?
?Tatlı söz yılanı ininden, acı söz insanı
dininden çıkarır.?
?Tatlı kelâm dinletir, tatsız kelâm esnetir.?
?Bir insana söz anlatmak için yakasını,
paçasını tutmanız yersizdir. Sizi dinlemek istemiyorsa, dilinizi tutun daha iyi
olur.?
?Akıllılar, sözlerini altın tartan bir terazide
tartarlar.?
?Ne kadar çok söylersen karşındaki o kadar az
hatırlar. Az söyle de kazancın çok olsun.?
?Uzun sözü, maksadını anlatamayan söyler.?
?Bir sözün ardından koşmamalıyız; söz bizim
ardımızdan koşmalı, bize hizmet etmeli.?
?Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.?
?Ve susmak altın olmadı hiçbir zaman; Sözün bir
anlamı oldukça.?
?İki şey insanı çileden çıkarır; Söylenecek
yerde ağız açmamak, susacak yerde lâkırdı etmek. (Şeyh Sâdi)
?Bilirken susmak, bilmezken söylemek kadar
çirkindir.?
?Konuşma sanatını bilen adam, düşündüklerinin
hepsini söylemez; fakat söylediklerini düşünür de söyler.?
?Konuşmaların en önemlisi, kendi kendimizle
konuşmamızdır; ama bunu her zaman ihmal ederiz.?
Sait Kızılırmak, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c.
2, s. 98-99
Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s.
384-385
Zübeyr Yetik, Şamilİsl Ans Şamil İslâm
Ansiklopedisi, c. 2, s. 98-99
Hüseyin K. Ece, A.g.e. s. 452-454
Hamdi Döndüren, Şamil İsl Ans, c. 4, s. 360-362
Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c.
6, s. 141-143
Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 679-683
Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, Denge Y. s. 89-91
Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 131-136
Ahmed Önkal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s.
371-372
Cengiz Yağcı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1,
s. 351-353
Osman Cilacı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6,
s. 281-282
Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 485-487
Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 305-307
Ziya Kazıcı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s.
443-444
Ziya Kazıcı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s.
265-266
Hârun Yahya, Güzel Söze Uymanın Önemi, s. s.10
Mustafa İslâmoğlu, Yürek Fethi, s. 144 vd.
Seyyid Kutub, Fi Zılâli'l Kur'an, c. 1, s.
142-143
Elmalılı H. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 1,
s. 287-288
Fahreddin Râzi, T. Kebir, c. 2, s. 44
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'an, c. 2, s.
55
Gazâlî, İhyâ, c. 1, s. 82
Fethi Yeken, Çağdaş Dâvetin Problemleri, s. 72
Abdülhamid Bilâli, Münkerden Sakındırma Yolu, s.
44-45
Alâaddin Başar, Nur'dan Kelimeler, s. 158-160
Abdurrahman Çetin, Hitabet ve İrşad, Aksa Y. s.
169
Said Havvâ, er-Rasül I/54-55; Nedvî, Tebliğât ve
Tâlimât, II/450-459; naklen A. Önkal, s. 350
Ahmet Önkal, Rasûlullah'ın İslâm'a Dâvet
Metodu, Esrâ Y. s. 348-351
Ahmet Lütfe Kazancı, Peygamber Efendimiz'in
Hitabeti, s.123
A. Önkal, a.g.e. s. 351-352
Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir Terc. c. 2, s.
283
Ekrem Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş,
Timaş Y. s. 51