Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Atalar Kültü
Atalar Kültü
Atalar Kültü:
Her doğan insan, bir toplum
içerisinde, o topluma özelliğini veren kültür ortamı içerisinde bulur kendisini.
Birey kültür ortamıyla başlattığı etkileşim sürecini bir ömür boyu devam
ettirir. Fertler bir yandan mevcut kültürle hayatlarını şekillendirirken, diğer
yandan bu kültürü yeni yetişen nesle aktarma uğraşına girerler. Başta yetişen
nesil olmak üzere bütün toplum bireyleri kültür ortamına adapte olmaya çaba
harcarlar. Zira sosyal bir varlık olan insan, doğal olarak, önceki nesillerin
devretmiş olduğu fikirleri, inançları, davranış kalıplarını benimser,
sahiplenir. Sahiplenilen bu sosyal normlar nesiller boyu sürekliliğini korur.
Geçmiş nesilden alınan sosyal normların en belirgin özelliği süreklilik
arzetmesi ve sürekliliği sağlayan ataların üstünlüğü fikridir.[1]
Kültürün insana kazandırdığı
normlardan insanın bir anda sıyrılması, onları terketmesi oldukça zor bir iştir.
Bu tür değerler önceki nesillerden miras alınmış ve bireylerin benliğine
ayrılmamacasına yerleşmiş, onların kişiliklerinin bir parçası olmuştur. Aynı
şekilde toplumda bâtıl inançlar, kötü alışkanlıklar hâkim olunca, bu insanları
atalarından taklit yoluyla devraldıkları bu inanç ve alışkanlıklardan
uzaklaştırmak, ayırmak imkânsız gibidir. İşte toplumun yapısını oluşturan bâtıl
inanç ve kötü davranışlar insanları hakikatleri idrâk etmekten ve hakka itaatten
alıkoyan en önemli sosyal motivlerden birisidir. Bireyin içinde yaşadığı
câhiliye toplumunun normları, insandaki inanma kabiliyetinin uyanmasını ve
gelişmesini engelleyen etkili bir perdedir. Kur'ân-ı Kerim bu toplumsal yapıyı
Hakk'ın tezâhürüne en büyük engel kabul etmiş; aklî incelemeyi, delillere
sarılmayı, bilinçli ve insanca yaşamayı önermiştir.
"Onlara: 'Allah'ın
indirdiğine uyun' dendiğinde: 'Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola
uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse?!"
(Lokman: 31/21).
Eski atalarına tapıyor
olmalarının hiçbir aklî dayanağı yoktur.[2]
Saf, katıksız mücerret taklide yöneliyorlar.[3]
Öyle bir taklit ki, taklit ettikleri şey doğru mu, yanlış mı bunun üzerinde
hiçbir şekilde düşünmüyorlar. İnsan bir şeyi taklit edebilir, fakat bir yandan
da onu sorgular veya taklit etmeden önce üzerinde düşünür. Fakat kâfirler
kendilerine gelen İlâhî mesajı kabul etmedikleri gibi, taklit ettikleri gelenek
ve değerlerin doğru olup olmadığı üzerinde düşünmek de istememişlerdir.
Câhiliye toplumlarında
gelenekçi anlayış, geçmişin tartışılmasına, atalardan miras alınan sosyal
normların analiz edilmesine ve seçmeciliğe tâbi tutulmasına karşı çıkar:
"Onlara (müşriklere):
'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı
üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu
da bulamamış idiyseler?" (Bakara: 2/170).
Kur'an'a, Peygamber'in
getirdiklerine tâbi olmaları istendiğinde atalarını taklitle yetinmişlerdir.
Taklitçilik, şirkin ayrılmaz
niteliklerinden birisidir. Kur'ân-ı Kerim, ataları taklit ve onlara uyma
bahanesiyle dünya ve âhiretle ilgili hakikatleri inkâr etme anlayışını pek çok
âyette değişik vesilelerle kınar.
"Yoksa bundan önce onlara
bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar? Hayır! Sadece, 'biz babalarımızı bir
din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz' derler. Senden önce de
hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: 'Babalarımızı
bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız' derlerdi. 'Ben size,
babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi
bana uymazsınız)?' deyince, dediler ki: 'Doğrusu biz, sizinle gönderilen şeyi
inkâr ediyoruz.' Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl
oldu?" (Zuhruf: 43/21-25).
Aynı zamanda atalar kültü,
tarihin belli bir dönemiyle belli nesille sınırlı olmayıp, sosyal etkileşim
kuralı gereği nesilden nesile geçerek süreklilik özelliği gösterir:
?Bizden önce babalarımız
Allah'a şirk/ortak koşmuştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz, işleri
bâtıl olanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mı edeceksin?? (A'râf: 7/173)
Kur'ân-ı Kerim, her inanç ve
davranışta delile başvurmayı öngörürken, müşrikler inanç ve davranışlarında
atalarını taklit etmeyi ölçü almışlardır.
"İbrâhim sordu: 'Nelere
tapıyorsunuz?' Onlar: 'Putlara tapıyoruz. Onlara bağlanıyoruz.' 'Çağırdığınız
vakit sizi duyuyorlar mı? Yahut size bir fayda ve zarar verirler mi?' 'Hayır,
ama babalarımızı da bu şekilde bulduk." (Şuarâ: 26/70-77).
Müşrikler putların
geçerliliğini geleneğe bağlıyorlar. Delil yerine taklitçiliği tercih etmeleri,
şirkte kalmanın motivi olup, aynı zamanda Allah'a ortak koşanların düşünce
esasını teşkil eder.
Atalardan miras olarak alınan
sosyal normların ve bunlara bağlılığın en olumsuz tarafı, toplumun yahut bireyin
hidâyete ermesi için bir aşama olan sosyal veya bireysel değişimi engelliyor
olmasıdır. Meselâ, câhiliye toplumlarını hidâyete çağıran, onlarda bir değişim
süreci başlatmak isteyen bütün peygamberler bu sosyal motiv ile karşı karşıya
kalmışlardır. Geçmişi üstün görme ve beğenme duygusu, sosyal değişme karşısında
kalan toplumlarda sıkça görülen bir olaydır. Çünkü âdetlerine bağlı olan
toplumlar değişiklikten rahatsız olur. Fakat bu durum âdetlerin niteliğine göre
de değişiklikler arzeder. Kendisine veya geçmişine kusur isnad etmek, insana zor
gelir. Dolayısıyla önceden beri yürürlükte olan çok sayıdaki âdetlerden insanı
vazgeçirmek güç bir meseledir. Özellikle köklü bir geçmişe sahip toplumların,
yıllar öncesi, hayat normlarının bir birikimi olan geleneksel yapıyı
değiştirmenin kolay olmadığı görülüyor. Çünkü söz konusu geleneksel yapı toplum
bireylerinin tamamının katılımyla bir kültür birikimi meydana getirmiştir. İşte
toplum vicdanında kemikleşen bu dahilî geleneksel yapıyı değiştirmeyi başaran,
aynı zamanda toplumu İlâhî geleneğe dâvet eden İslâm olmuştur.
İslâm'ın ilk dönemde
değiştirmeyi başardığı toplumun geleneksel yapısı içerisinde dinin konumunu
incelediğimizde, dinî inanç ve davranışların samimi bir insan ifadesi olmadığı,
körü körüne atalara bağlılık olduğu görülür. Psiko-sosyal açıdan bir
değerlendirme yapıldığında, İslâm öncesi Araplarda putperestliğin gerçek mânâda
bir "din" olmaktan ziyade, kutsallaştırılmış geleneklere bağlı ve bir dereceye
kadar sosyal düzeni sağlayan davranış kuralları olduğu sonucuna varılır.
Câhiliye devri Araplarında "din" ferde göre değişen bir inanç olmaktan çok,
kollektif kabile şuurunun davranışlar şeklinde tezâhür eden bir görüntüsüdür;
realitenin üstünde sadece vicdana hitap eden bir duygu veya düşünüş biçimi
değildir. Kısacası inanç, sosyal çevrenin empoze ettiği bir davranış şekliydi.
Rasyonel değerlendirmelerden uzak, körü körüne robotvari mekanik bir taklitçilik
geçerliydi. Önemli olan atalara bağlı kalarak örf ve âdetlere uygun şekilde
hareket etmekti.
Özellikle İslâmî tebliğin Mekke
devrinde nâzil olan âyetler, İslâm öncesi Arap toplumunun din anlayışına ışık
tutmaktadır.
"De ki: 'Allah'ı bırakıp da
taptığınız putlarınıza hiç baktınız mı? Yeryüzünde yarattıkları nedir? Bana
göstersenize.' Yoksa onların Allah'la ortaklığı göklerde midir? Yoksa Biz onlara
kitap verdik de ondaki delillere mi dayanırlar? Hayır! O zâlimler, birbirlerine
sadece aldatıcı söz söylerler." (Fâtır: 35/40)
"(Ey inkârcılar!) Şimdi Lât,
Uzzâ ve bundan başka üçüncüleri olan Menât'ın ne olduğunu söyler misiniz? Bunlar
(bu putlar), sizin ve babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir.
Allah onları destekleyen bir delil indirmemiştir. Onlar sadece zanna ve
nefislerinin hevâsına (canlarının isteğine/arzusuna) uymaktadırlar." (Necm:
53/19-20, 23)
"Âyetlerimiz onlara apaçık
olarak okunduğu zaman; 'Bu adam sizi babalarınızın taptıklarından alıkoymaktan
başka bir şey istemiyor' derlerdi. 'Bu Kur'an düpedüz bir uydurmadan başka bir
şey değildir' derlerdi. Hak, inkâr edenlere geldiğinde, onun için; 'bu apaçık
bir büyüdür' demişlerdi." (Sebe': 34/43)
Kur'ân-ı Kerim'in ısrarla,
hidâyetin önüne bir engel olarak dikilen atalar kültü üzerinde durduğunu
görüyoruz. Kur'an'da en çok üzerinde durulan inkâr motivi olan atalar kültü,
inkârın tarihî sebebi de sayılabilir. Gelenekçi toplumlar, bâtıl değer
yargılarına son derece bağlı ve yeniliğe kapalıdırlar. Aslında her toplum bu
özelliğe az çok sahiptir. İnsanların gelenek ve göreneklerinden vazgeçip yeni
düşünceleri kabul etmeleri zor bir iştir. Özellikle toplumun yaşlı kesiminde
eskiye bağlılık hissi gençlerden daha güçlüdür. Atalarından devraldıkları
gelenek ve değerleri körü körüne izleyenler, bu gelenekleri uyulması gerekli bir
otorite olarak kabul ederler. Geleneklerin otoritesini benimsemiş olmak Allah'ın
otoritesini benimsemeye engel olur.[4]
Günümüzün din kültürü ve din
içerikli ihtilâf ve tartışmalar konusunda biri ifrat, biri tefrit iki bâtıl
çizgi göze çarpmaktadır. Bir tarafta geleneği ve içinde çeşitli bid'atlar,
hurâfeler, isrâiliyat ögeleri bulunan geleneksel din anlayışını (içine bolca
bâtıl karışmış, dolayısıyla hak olmaktan çıkmış, hak görünümündeki sentezi)
bağnazca savunan dindar görünümlü insanlar; diğer tarafta bunlara tepki olarak
çıkan, İslâm dışı çevrelerce, düzen ve medya tarafından destek gören ve gittikçe
yaygınlaşma eğilimindeki modernist ve reformcu din anlayışı. Bize düşen, hakkı
hak bilerek, ona hiçbir bâtılı karıştırmadan, eğer karıştırılmışsa Kur'an ve
sahih sünnet ölçeğiyle yeniden ayıklayarak katıksız, hurâfelerden arınmış, atma
ve katmalardan arınmış "hâlis din"e sahip çıkmak, "hak üzere", orta yol olan
sırât-ı müstakîm çizgisinde yaşamaktır.
[5]
[1]
Mustafa Armağan, Gelenek, Ağaç Y. s. 19.
[2]
İbn Kesîr, III/458.
[3]
Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, IV/241.
[4]
Abdurrahman Kasapoğlu, Kur'an'da İman Psikolojisi, s. 202-211
[5]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.