Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
5) Hurafeler
5
5) Hurafeler:
İsrailiyyat ve esâtîrden
olmadığı halde bütünüyle sonradan uydurulan ve genellikle İslâm'ın gerçeğiyle
bağdaşmaz batıl inançları veya çarpık davranış biçimlerini telkin eden
hikâyeler.
Nitekim, "hurafe" kelimesinin
kökeni de, bu tür bir olayın adlandırılmasıyla ilişkilidir. Hurafe, gerçekle,
Arap kabilelerinden Uzle'ye mensup bir şahsın adı olup, anlattığı inanılmayacak
şeylere de (onun adına izafetle) 'hadis-i Hurafe' denilmiştir.[1]
İbarede geçen "hadis-i
Hurafe"nin anlamı, "Hurafe'nin çıkardıkları, uydurdukları, ortaya attıkları,
söyledikleri bütünüyle temelsiz hikâyeler"dir. Yukarıda sıralanan dine sonradan
katılmış şeylerden "hikâye" türündeki İsrailiyyat'tan bir bölümü Tevrat'ta
vardır. Bir bölümü ise Tevrat tefsirlerinde olup, bunlar ya esatîrden alınma ya
da bütünüyle uydurmadır. Tevrat'ta bulunanların bir bölümünün de
Tevrat'ın yeniden yazılması
sırasında katılmış olması mümkündür. Bu itibarla, İsrailiyyat'ın büyükçe bir
bölümünün gerçek Tevrat'la ilgisi olmadığı cihetle hurafe olarak
değerlendirilmesi yanlış olmayacaktır. Semavî kökenli olmayan batıl dinlerin
mitolojisinden kaynaklanma esatîr'in ise, apaçık bir hurafe olarak
değerlendirilmesi gerekir. Çünkü, bu dinlerdeki her şey insanların uydurmasıdır.
Bunlara ek olarak, sonraki yıllarda yeni yeni uydurulan hikâyeler de, hep,
hurafe sınıfına dahildir.
Hurafecilik'e gelince: Bu
deyim, ilk bakışta hurafeleri benimsemek gibi görünüyor olsa da, boyutları bu
kadar değildir. Tabiin -hatta Ashabın son dönemi- devrinden itibaren, camilerde
halka öğüt verenlerden kimileri daha çok dinleyici bulup, çıkar sağlamak için
anlattıklarını hikâyelerle süslemeğe başlamışlar ve bu arada İsrailiyata
başvurmakla yetinmeyip, kendileri de kimi hikâyeler uydurur olmuşlardır. Gerek
hadis ve gerekse tefsir tarihlerinde kendilerinden "kıssacılar" olarak söz
edilen bu kişiler, halkın dinin özünü unutarak hikâyelerle oyalanmasına yol
açtıkları için dine büyük zarar vermişlerdir. Hurafecilik, işte o günden bu yana
sürüp gelmiştir.[2]
Dinde olmadığı
halde dindenmiş gibi uydurulup anlatılan hikâye ve rivâyetlere verilen ad. Bu
çeşit rivâyetler ve hikâyeler tümüyle uydurma, hatta bir kısmı saçma sapan
olduğu halde, tarih boyunca dine mal edilmiş, dinî bir kılıfla sunulmuşlardır.
Hurâfe, aslında bir insanın
adıdır. Aslı astarı olmayan hikâyeler anlatırmış. Dolayısıyla, Hurâfe'nin
anlattıkları, Hurâfe'nin uydurdukları, Hurâfe'nin çıkardığı söylentiler zamanla,
bu tür bütün uydurma rivâyetlerin ortak adı olmuştur.
Hurâfeler, dilden dile veya
kitaplar aracılığıyla anlatılan rivâyetlerdir. Bunların sağlam bir asılları
yoktur, yani uydurma şeylerdir. Ancak dinî bir motifle, dine mal edilerek
anlatılır. İşin önemli olan yanı da burasıdır. Hurâfeler yalnızca hikâye olsa,
üzerinde durulmaz. Hikâye ve masal, her yerde her zaman anlatılabilir,
yazılabilir. Ancak, uydurma ve yanlış oldukları halde bunlara dinî bir maske
takılır, İslâmî bir kılıf giydirilirse, o zaman iş değişir. Çünkü bu tür
rivâyetler müslümanların saf inancına zarar vermektedir.
Müslümanlar arasında dolaşan
yanlış unsurların bir kısmı, yahûdi ve hıristiyan kaynaklarından
aktarılmışlardır. Bunlara ?İsrâiliyyât' denilir. Bir kısmı, dinden olmadığı
halde dine sonradan sokulan bid'atlerdir. Ki bunlar, uydurma oldukları halde,
çok önemli dinî ibâdetler gibi algılanır ve yapılır. Bir kısmı, halk arasına
yerleşmiş bâtıl, yani yanlış, İslâm dışı inançlardır. Hurâfeler, İslâm
gerçekleriyle bağdaşmayan bâtıl inanışlar, uydurma hikâyeler ve çarpık
davranışlardır.
Hurâfeler, bir taraftan
müslümanların inançlarına zarar verirken bir taraftan da başkalarının, yeni
yetişen nesillerin İslâm hakkında yanlış fikre sahip olmalarına sebep olur.
Hurâfelerle örülmüş bir din, günümüzün gerçeklerinin çoğuyla bağdaşmaz. Halbuki
İslâm, kâinattaki kevnî gerçeklerle uyuştuğu gibi, her çağın ve her ülkenin
insanına hitap etmektedir.
Günümüzde birçok felsefî,
siyasî ve iktisadî düşünce, birçok tavır ve anlayış da birer bilimsel gerçek,
birer değişmez inanç ilkeleri gibi sunulmaktadır. Halbuki bunların çoğu,
gerçekliği kesinleşmemiş teori, zan ve kuruntudan ibârettir veya kişilerin kendi
görüşleri, ya da zamanla modası geçecek hususlardır. Bunların pek çoğu
müslümanların saf inancını bozacak özelliktedir. Bunlara ?modern hurâfeler'
dememiz mümkündür. Müslümanlar, hangi adla ve hangi kılıfla sunulursa sunulsun,
her türlü hurâfeye karşı dikkat etmek zorundadırlar.[3]
Dinimize göre, İslâm imanı
dışında kalmış kişi dalâlettedir/sapıktır. Müslümanı doğru yoldan, yani sırât-ı
müstakîmden uzaklaştırıcı, sapıklığa çağırıcı üç ana sebep vardır: Şeytan, ehl-i
kitap (yahûdi ve hıristiyanlar), bid'at ve hurâfeler. Bid'at ve hurâfeler,
farkına vardırmadan doğru yoldan uzaklaştırıcılıkları dolayısıyla, en az önceki
iki sebep kadar, hatta onlardan daha etkili yanıltıcı ve saptırıcılardır.
Bunların müslümanlar için arzettikleri tehlikeye ve sünnetin yaşanması gereğine
Peygamber Efendimiz birçok hadis-i şeriflerinde dikkat çekmiştir.
Sağlıklı bir İslâmî yaşayış
için, önce sağlam inanç esaslarına ve bunlara bağlı bir ibâdet hayatına sahip
olmanın, sonra da ciddî, bilinçli ve sürekli bir denetimle, yozlaşmaya yardımcı
olacak hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmamanın, körü körüne taklitçiliği
terketmenin, çevre, toplum ve ecdattan devralınan anlayışı Kur'an ve sünnet
ölçüsüne vurmadan doğru kabul etmemenin önemi inkâr edilemez.
Bilindiği gibi hakikatin zıddı
olan hurâfe, aslı esası olmayan, uydurulmuş, saf ve doğru inançlar arasına
katılmış, bazı zaman ve mekânların uğuru veya daha çok uğursuzluğu ile ilgili
olarak dillerde dolaşan abartılmış hikâyelerden, efsâne ve kerâmet adı altında
uydurmalardan ibârettir. Bâtıl inanışlar da bu asılsız söylentilere inanmak ve
gereğine göre hareket etmek demektir. Her devirde, her toplumda az-çok, ama
mutlaka görülen hurâfe ve bâtıl inanışlar, toplumların ortak derdi olarak daima
gündemde kalmış önemli bir konudur. Hurâfe ve bâtıl inanışların bu derece
insanlığın başına dert olmasında genellikle câhillik, alışkanlık,
gelenek-görenek, propaganda, çıkar hesapları/istismarlar ve kişisel zaaflar
etkili olmuşlardır.
Öte yandan hurâfeler ve bâtıl
inanışlar daha çok sağlık, ihtiyaç ve gelecek hakkında önceden bilgi sahibi
olmak gibi belli bazı konularda ve özellikle kadınlar arasında yaygındırlar.
Kadınlardan nice kültürlüler bile, bâtıl itikatlara ve inanılmayacak şeylere
inanmaya meyillidirler. Geçim şartlarının düzeltilmesi, sağlık hizmetlerinin
yeterince yerine getirilmesi gibi sosyo-ekonomik tedbirlerle hurâfe ve bâtıl
inanışların ortadan kaldırılabileceği görüş ve iddiâsı, modern ve ileri kabul
edilen toplumlarda da (ülkemizdeki batılı kültürle yetişmiş ve ekonomik yönden
halk ortalamasının üzerinde yaşayan sosyete çevrelerinde de) çeşit çeşit hurâfe
ve bâtıl inanışlara rastlanması gerçeği karşısında büyük ölçüde geçerliliğini
yitirmiştir. Bu durum hurâfe ve bâtıl inanışların ekonomik olmaktan çok
kültürel, daha doğrusu sahih iman/inançla ilgili itikadî bir mesele olduğunu
açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim, dinler tarihi bize göstermektedir ki,
insanlar tarihin çeşitli dönemlerinde doğrudan uzaklaşmışlar, birtakım
yaratıkları kutsallaştırıp ilâhlaştırmışlar, hurâfe ve bâtıl inanışların tutsağı
olmuşlardır. Bütün bu dönemlerde Allah, rahmetiyle muâmele etmiş, peygamber ve
kitap göndererek, insanlığı boş ve asılsız, zararlı inanç ve tapınmalardan
kurtarmaya, dünya ve âhirette huzurlu kılmaya çağırmıştır. Hak dinin
peygamberler aracılığı ile verdiği bu ciddî savaşa tevhid mücâdelesi denilir.
Tevhid mücâdelesi,
putperestlerle mücâdele demek olduğu kadar, asılsız kabuller, yanlış
uygulamalar, yani hurâfe ve bâtıl inanışlarla da mücâdele demektir. Kur'an ve
Rasûlullah da aynı şartlar içinde zuhur etmiş ve aynı mücâdeleyi naklî olduğu
kadar, en aklî ve mantıkî metodlarla da en başarılı şekilde yürütmüştür. Bunun
tarihî kanıtı, ?câhiliyye devri? diye bilinen İslâm öncesi dönemin kokuşmuş
ortadoğu toplumlarının, Kur'an ve Sünnete uydukları süre içinde dünya
toplumlarınca özlem ve gıpta ile izlenen İslâm medeniyetini gerçekleştirmiş
olmalarıdır.
Ne var ki, bu kültürel hastalık
(hurâfe ve bâtıl inanışlar), Kur'an ve Sünnet çizgisini unutan, o anlayış ve
yaşayışı yozlaştıran değişen düzen ve toplum şartları içinde yeniden kendini
göstermiş, giderek gelişen boyutlarla günümüze kadar gelmiştir.
Hurâfe ve bâtıl inanışların
hemen hepsinin temelinde ecdâda/atalara bağlılık, ateş, su, orman ve ağacı
kutsal kabul etmenin derin izlerinin bulunduğu bir vâkıadır. Bazı yaratıklarda
(özellikle ölmüş kişilerde, onların yatırlarında) üstün güç ve nitelikler
görerek, onların yakınlığını elde etmek için onlara belli zamanlarda kurbanlar
sunmak gibi sapıklıklar, insanlığın tarih içinde sıkça görülen büyük yanılgısı
olmuştur. Kendilerini bu fecî yanlıştan kurtarmaya çalışan peygamberleri ve
onların izindeki mü'minleri ?uğursuzluk sebebi? olarak suçlayan toplumlar bile
görülmüştür. Hatta İslâmiyetin getirdiği en muazzam gerçekleri ?öncekilerin
uydurmaları, masalları? diye, hurâfeler ve bâtıl inanışlar adına mahkûm etmek
isteyenler çıkmıştır. Günümüzde de saplandıkları hurâfe ve bâtıl inanışları
ölesiye savunanlar görülmekte, kendilerini uyarıp karşı çıkanlara, kendi
vasıfları olan ?yobaz? ve ?sapık? gibi ithamlarla saldıranlara rastlanmaktadır.
Hiç kuşkusuz, bu davranışın temelinde bütün karanlığı ve korkunçluğu ile derin
bir cehâlet/câhiliyye bulunmaktadır. Dinimizin, insan fıtratına/özüne ve
gerçeğine en uygun inanç esasları, ibâdet ve ahlâk ilekleri ve bunlara dayalı en
olgun ve medenî uygulamaları konusunda yeterli bilgiye sahip olan, İslâm'ı
aslına uygun şekilde tanıyan kişilerin, böylesi olumsuz davranışları sergilemesi
düşünülemez. Çünkü bilgi güçtür, aydınlıktır, gerçeği tanımaktır; bilgi gerçek
anlamıyla vahiydir, haktır, hakkı/İslâm'ı kabul edip teslimiyettir.
Toplumun hangi kesimine mensup
olursa olsun, yeterli ve sağlıklı dinî bilgisi olmayan ve inanç boşluğu içinde
bulunan kişilerin, hurâfe ve bâtıl inançlara kapılmaları daha kolay olacaktır.
Çaresi ise, bütünüyle toplumu, yeterli ve sağlıklı bir din bilgisine sahip
kılmaktır. Hurâfe ve bâtıl inanışların en büyük zararı, önce onlara kapılanlara
dokunur. Çünkü hurâfe ve bâtıl inanışlar, kişileri farkına vardırmadan doğru
yoldan ayırır. Onlar, iyi bir şey yapıyoruz diye avunurlarken bir de bakarlar
ki, gerek inanç olarak gerek davranış olarak, inandıklarını söyledikleri dinin
gerçeklerinden uzaklaşıvermişler. Çünkü Sevgili Peygamberimiz'in bir hadis-i
şeriflerinde buyurdukları gibi, her bid'at ve hurâfe dalâlet/sapıklık sebebidir:
?Sözlerin en güzeli Allah'ın
kitabı; yolların en doğrusu Muhammed'in yoludur. İşlerin en kötü ve zararlısı,
dinden olmadığı halde sonradan uydurulup dine sokuşturulanlardır. Böyle
uydurulmuş her şey bid'attır, hurâfedir. Her bid'at da dalâlettir/sapıklık
sebebidir.?[4]
Öte yandan, hurâfe ve bâtıl
inanışlar; inanma, kulluk, takdir ve vefâ duygularının kötüye kullanılması demek
olduğundan toplumda kavram ve değer kargaşasına yol açarlar. Hak ile bâtıl
(doğru ile eğri) birbirine karışır. Özellikle, toplumda yaygınlaşmaları halinde
bu asılsız inanç ve uygulamalar ?kurunun yanında yaşın da yanması? gibi, yeterli
dinî bilgisi olmayan kişiler tarafından, dine ait bazı esasların da hurâfe ya da
bâtıl inanış olarak görülmesine ve tenkit edilmesine sebep olurlar. Böylece
?dindarlık? yaptıklarını sananlar, gerçek dinî esasların tenkidine yol açmış
olmanın sorumluluğunu da yüklenmiş olurlar. Unutulmamalıdır ki herhangi bir
kötülüğe sebep olmak, o kötülüğü işlemek gibi sorumluluk doğurur.
Hurâfe ve bâtıl inanışlara
kapılmış kişilerin büyük bir kısmı, bu durumlarına ?dindarlık?, bunlara karşı
çıkılmasına da ?itikatsızlık, inançsızlık, sapıklık? damgasını vururlar. Oysa,
iyi bilinmesi gerekli olan bir gerçek vardır: Dinin kabul etmediği anlayış ve
uygulamalarla dindarlık olmaz. Dindarlık, ancak dinî olanı, dinden olanı dince
kabul ve emredileni, emredildiği şekil ve şartlarda yerine getirmekle mümkündür.
Bu yüzden dindarlık sanarak hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmak, cennet sanarak
cehenneme yönelmektir.
Hurâfe ve bâtıl inanışlara
kapılmış kişiler, ikaz edildikleri, uyarılmak istendikleri zaman, genellikle,
kendileri gibi düşünen ve yaşayanların çokluğunu, atalarından böyle gördüklerini
öne sürerek, yanlışlarını savunmaya kalkarlar. Çoğunluğu veya atalarının yolunu
yanlışın doğru, hurâfenin hakikat sanılmasına gerekçe yapmaya çalışırlar. Değil
çoğunluğun, bütün bir toplumun ve mezarlarındaki ölülerin tümünün bile yanlış ve
hurâfe üzerinde birleşmesi, onun niteliğini değiştiremez, hurâfeyi hakikat
yapamaz. Gerçeğin ölçüsü, sadece gerçektir/haktır. Gerçek, Kur'an'da
belirtildiği gibi Allah'tan gelendir/vahiydir:
?Hak ve gerçek olan,
Rabbinden gelendir. Sakın kuşkulananlardan olma.? (Bakara: 2/147)[5]
Tüm belâların
anası olan cehâletin sosyal bir belirişi olan hurâfe, dinde yozlaşmanın
besleyici zeminini oluşturan sinsi ve zehirli bir musîbettir. Halk kitlelerini
perişan eden bulaşıcı bir hastalık olmasına rağmen asırlardır hiç kimse onu
tümüyle etkisiz kılma başarısını gösterememiştir. Ocakları batıran, ama yine de
peşinden gidilen rezil bir yosmaya benzer hurâfe. Yıkıcı ama câzibeli,
zehirleyici ama tatlı...
Hurâfenin ana
ocağı İsrâiliyattır; öncelikle ve özellikle yahûdiliktir. Onu hıristiyanlık
izler. Ehl-i kitap geleneği, bir anlamda hurâfeler geleneği gibidir. Bu gelenek
nazar boncuğundan muskacılığa, falcılıktan cinciliğe, melek kanadı saymaktan
şeytan/cin çıkarmaya kadar akla gelebilecek tüm hurâfe çeşitleriyle doludur.
İsrâiliyât
tahribi, hurâfe yığınının omurgasını oluşturmaktadır. İsrâiliyyât denilen ehl-i
kitap hurâfeciliğini, özellikle yahûdilik yoluyla bünyesine aktaran
müslümanların yanlış kültürü, daha sonra buna hıristiyan, Sasani, Hint, Eski
Yunan ve nihayet Türk-Şaman kabullerini de ekleyerek iyice hurâfe okyanusuna
dönüşmüştür. Şamanizm gibi yarı pagan, yarı mistik bir dinin oluşturduğu
kollektif bir şuuraltına sahip bulunan Türk insanı, İslâm'ı kabul ettiğinde, bu
sayılan hurâfelerin ilk dördünü, girdiği yeni dinle birlikte sîneye çekmekle
kalmadı, ona kendi Şaman kaynaklı hurâfelerini de, ufak kılık değiştirmelerle
ekledi. Ve bir zaman geldi ki, Türk insanı için din hayatı, bir tür hurâfeler
hayatı oluverdi.
Hurâfe, bunamak
anlamındaki haref kökünden türemiş bir kelimedir. Kitleleri bunamaya iten bir
hastalık olduğu için bu toplumsal illete hurâfe denmiştir. İbn Manzûr hurâfeyi,
?yalan sözün tatlı geleni? diye tanıtır.[6]
Demek oluyor ki hurâfede, tüm tutarsızlığa rağmen, dinleyene tatlı ve çekici
gelen bir yan bulunmaktadır. Belki de hurâfeyi yaşatan, insanoğlundaki tatlı
söze aldanma şeklinde tecellî eden akıl almaz ahmaklıktır.
Batı
dillerinde, Latince bir kök olan superstitio'dan türeyen superstition
kelimesiyle karşılanan hurâfe, bu dillerdeki ortak kabule göre de mantık dışı,
temelsiz, boş, aldatmaca, büyü türünden inanç ve kabul demektir. Bu sözcük,
aynı zamanda ataların kabullerinden gelen akıl dışı anlayışları da ifade eder.
Larousse'a göre, hurâfede ?mesnetsiz, saçma yükümlülük?, belirgin niteliklerden
biridir.[7]
[1]
Ferit Devellioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Hurafe Kelimesi.
[2]
Zübeyr Yetik, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/25.
[3]
Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 279
[4]
Müslim, Cum'a 43; Ebû Dâvud, Sünnet 5; Nesâî, Iydeyn 22; İbn Mâce, Mukaddime
7.
[5]
İsmail Lütfi Çakan, Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, Marifet Y. s. 11-18.
[6]
Lisânü'l-Arab, Hı-rı-fe
maddesi.
[7]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.