Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Nefsin İki Yönü (Nefse Fücûr ve Takvânın İlhâmı)
Nefsin İki Yönü
Nefsin
İki Yönü (Nefse Fücûr ve Takvânın İlhâmı)
İnsanın yapısı hakkında
Kuran'da verilen bilgileri incelerken, "nefs" kavramına oldukça sık rastlarız.
Nefs Arapçada "insanın kendisi", anlamına gelir ve Türkçede tam bir karşılığı
olmasa da "benlik" kelimesiyle bir derece tercüme edilebilir. Kuran'da haber
verildiğine göre, "nefs" iki taraflıdır: İnsanın içinde kötülüğü emreden bir
taraf ve o kötülükten sakınmayı emreden bir taraf bulunmaktadır. Şems Sûresi'nde
bu durum şöyle anlatılır: "Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, Sonra
ona fücûrunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene
(andolsun). Onu arındırıp temizleyen gerçekten felâh bulmuştur. Ve onu (isyanla,
günahla, bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır."
(91/Şems, 7-10)
Âyetlerde nefisle ilgili olarak
verilen bilgiler son derece önemlidir: Allah, insanı yaratırken nefsini
düzenlemiş ve ona "fücûr" ilham etmiştir. Fücûr Arapçada, "doğruluk sınırlarının
yırtılıp parçalanması" anlamına gelir. Dinî terim olarak fücûrun anlamı ise
şöyle verilir: "Günaha ve isyana girişmek, fâsık olmak, yalan söylemek,
başkaldırmak, karşı gelmek, haktan yüz çevirmek, nizamı bozmak, zinâ, ahlâkî
çöküntü..."
Şems Sûresi'ndeki âyetlerden
öğrendiğimize göre Allah, bu kötülüklerin yanı sıra, insana nefsin fücûrundan
sakınmayı da ilham etmiştir. Ayrıca nefsini arındırıp temizleyen, yani nefsinin
fücûrunu kabul edip, Allah'ın ilhamına uyarak ondan sakınanlar kurtulacaklardır.
Bu, ebedî ve gerçek kurtuluştur, yani Allah'ın rızâsını, rahmetini ve cennetini
kazanmak... Buna karşılık, nefsini örten, yani onun fücûrunu, pisliğini dışarı
atıp temizlemeyen, içinde saklı tutan kişi ise yıkıma uğrayacaktır. Yıkım da
Allah'ın lâneti ve cehennem azâbı demektir. Bu noktada çok önemli bir sonuca
varıyoruz: Herkesin nefsinde mutlaka kötülük vardır. Bir insanın, nefsindeki
kötülükten temizlenmesinin tek yolu ise, bu kötülüğün varlığını kabul etmesi ve
Allah'ın gösterdiği biçimde ondan sakınmasıdır.
İşte mü'minlerle inkârcılar
arasındaki en önemli farklardan biri bu noktada ortaya çıkmaktadır. İnsan, ancak
İslâm'ın verdiği bilgi ve terbiye sonucunda nefsinin içinde kötülük bulunduğunu
ve ondan sakınması gerektiğini öğrenir ve kabul eder. Dinin ve dolayısıyla dini
tebliğ eden peygamberlerin en büyük özelliklerinden biri, insanların
nefislerindeki kötülüğü ortaya çıkarmaları ve onu temizlemeleridir. Bu nedenle
Kuran'da, inkârcı yahûdilere seslenilirken "...Size ne zaman bir elçi
nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu
yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek misiniz?" (2/Bakara, 87)
denildiği bildirilmektedir.
Âyette bildirildiği gibi,
inkârcılar nefislerindeki kötülüğe teslim olurlar ve bu nedenle de nefislerine
aykırı gelen şeyleri kendilerine tavsiye eden hak dini ve o dini tebliğ edenleri
yalanlarlar. Bu durumdaki bir insan, Şems Sûresi'ndeki âyetlerde bildirildiği
gibi, nefsini örter ve onun fücûruna esir olur. Buna karşılık mü'minler Allah'ın
varlığının, birliğinin farkındadırlar; O'ndan korkar ve Rabbimizin hükümlerine
karşı gelmekten sakınırlar. Bu nedenle de nefislerindeki fücûra teslim olmaz,
onu örtmez, açığa çıkarır ve Allah'ın ilham ettiği şekilde ondan sakınırlar.
Kuran'da haber
verilen Hz. Yusuf'un, "Ben nefsimi temize çıkaramam.
Çünkü gerçekten nefs -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü
emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, merhametlidir"
(12/Yusuf, 53) sözleri, mü'minlerin nasıl düşünmeleri gerektiğini göstermektedir.
Mü'min, her ortamda nefsinin kendisini yanlış yola yöneltmek isteyeceğinin
bilincinde ve uyanık olmalıdır.
Buraya kadar,
ağırlıklı olarak nefsin iki zıt yönünden "fücûr" kısmını inceledik. Aynı âyetin
devamından nefse fücûrunun yanı sıra bir de, bu fücûrdan sakınmasını sağlayan
bir kabiliyetin ilham edildiğini öğrenmekteyiz. İnsanı Allah'a ve dinin bildirdiği
doğrulara, hayırlara yönelten, iyiyi ve kötüyü ayırt etmesini sağlayan nefsin bu
yönü, halk arasında "vicdan" olarak tanımlanır.
İşte, nefsin
içinde, insanı daima kötülüğe çağıran hevâya karşın, onu daima iyiliğe çağıran
vicdanı da vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya
çağıran şaşmaz bir pusulaya sahiptir. Vicdan, bir anlamda doğruya yönelten
Allah'ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve Kuran'da
gösterilen temel prensipleri tam olarak kavradığı takdirde, sürekli olarak doğru
yolda ilerleyecektir.
Kuran'ın tüm
hükümleri, insanın içindeki vicdana uygun, o vicdanın ölçülerine göre belirlenmiş
durumdadır. Ancak, Kuran'ın belirlediği vicdan ölçüleri, toplumda yerleşik olan
"vicdan" ölçülerinden oldukça farklıdır. Toplumun vicdan anlayışı, yolda
rastlanan bir fakire sadaka vermek ya da hayvanlara sevgi göstermek gibi son
derece yüzeysel örneklerle sınırlıdır. Oysa mü'minin vicdanı, Kuran'ın tüm
emirlerinin ve tavsiyelerinin yerine getirilmesini gerektirir. Hatta Kuran'da
genel hatlarıyla belirtilen pek çok konunun ayrıntıları vicdan sâyesinde
belirlenir ve uygulanır. Örneğin, Kuran'da iman edenlere ihtiyaçlarından arta
kalanı infak etmeleri emredilir. Fakat ihtiyacının ne kadar olduğunu herkes
kendi vicdanı ile belirler. Vicdanı yeterince güçlü olmayan bir insan ise, dinin
hükümlerini Allah'ın rızâsına en uygun biçimde uygulayamaz.
Mü'min günlük
hayatta sürekli olarak birkaç seçenek arasında seçim yapmak durumunda kalır.
Karşılaştığı seçenekler içinde, Allah'ın rızâsına en uygun olanını, dinin
menfaatlerine en yararlı olanını seçmekle yükümlüdür. Bu seçimi yaparken muhâtap
olduğu seçenekler karşısında vicdanı ilk olarak devreye girer ve hangi seçeneğin
Allah'ın rızâsına daha uygun olacağını ona söyler. Ancak ikinci aşamada hevâsı
da devreye girecek ve onu diğer alternatiflere yöneltmeye çalışacaktır. Bunun
için de genellikle insana mâzeretler fısıldayacaktır. Kur'an'da nefsin öne sürdüğü
bu "mâzeret"lere sık sık dikkat çekilmektedir.
Mü'min, nefsin
kendisine fısıldadığı tüm mâzeret ve bahanelere kulaklarını tıkamalı ve
vicdanının kendisine gösterdiği doğruyu uygulamalıdır. Kuran'da mü'minlerin
vicdanına dair verilen örnekler, insanı bu konuda düşünmeye yöneltmelidir.
Âyetlerde mü'minlerin savaşa çıkma şevklerinden şöyle söz edilmektedir: "Allah'a
ve elçisine karşı içten bağlı kalıp hayra çağıranlar oldukları sürece, güçsüz
zayıflara, hastalara ve infak etmek için bir şey bulamayanlara bir sorumluluk (günah)
yoktur. İyilik edenlerin aleyhinde de bir yol
yoktur. Allah, bağışlayandır, merhametlidir. Bir de (savaşa katılabilecekleri
bir bineğe) bindirmen için sana her gelişlerinde 'sizi bindirecek bir şey
bulamıyorum' dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı
gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (sorumluluk) yoktur."
(9/Tevbe Sûresi, 91-92)
Savaşa çıkmak
görünüşte son derece tehlikelidir. Savaşmaya giden bir insan, ölüme ya da
yaralanmaya gittiğini bilir. Ancak buna karşın Peygamberimiz döneminde mü'minler
Allah yolunda savaşmak için büyük bir istek duymuşlar, savaşa çıkamadıkları için
de üzülmüşlerdir. Bu, Kuran'da kastedilen vicdanın çarpıcı bir örneğidir.
Nefis mü'mini
bir anda dinden döndüremez ama küçük tâvizler koparmaya çalışır. Örneğin,
mü'mini Allah yolunda yapması gereken bir işte tembelliğe yöneltmeye çalışır.
Birtakım mâzeretler öne sürerek onu gevşekliğe sürüklemeyi dener. Eğer nefsin
küçük isteklerine tâviz verilirse, nefsin insan üzerindeki etkisi gittikçe büyür
ve sonuç, insanın imandan vazgeçmesi, yeniden nefsinin esiri olmasına kadar
varabilir. İman eden her insan, her ne durumda olursa olsun, nefsine değil,
Allah'ın hükmüne göre hareket etmekle, nefsini ezmek, bencil tutkularını
dizginlemekle yükümlüdür. Bir âyette şöyle bildirilmektedir: "Öyleyse güç
yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup sakının, dinleyin ve itaat edin. Kendi
nefsinize hayır (en büyük yarar) olmak üzere infakta bulunun. Kim nefsinin
bencil tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felâh (kurtuluş)
bulanlardır." (64/Teğâbün, 16)
Âyette,
mü'minlere Allah'tan korkmaları, O'na itaat etmeleri, O'nun hükümlerini
dinlemeleri ve infakta bulunmaları, yani mallarını Allah'ın rızâsına uygun
olarak harcamaları emredilmektedir. Çünkü bunlar, insanın "nefsinin bencil
tutkularından" korunmasına ve sonuçta felâha (büyük kurtuluş ve mutluluk)
ulaşmasına neden olur. Aynı gerçek başka âyetlerde de şöyle vurgulanır: "Kim
Rabbinin makamından korkar ve nefsi hevâ (istek ve tutkular)dan sakındırırsa,
Artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir." (79/Nâziât,
40-41)
Nefsinin bencil
tutkularından korunarak nefsini arındırıp temizlemiş, dolayısıyla Allah'ın
hoşnutluğuna ve cennetine kavuşmuş olan kişinin nefsi ise Kuran'da mutmain
olmuş, yani tatmin bulmuş nefis olarak tanımlanır. Âyetlerde şöyle
buyrulmaktadır: "Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici
(râdıye) ve hoşnut edilmiş (mardıye) olarak dön. Artık kullarımın arasına gir.
Gir Cennetime."
(89/Fecr, 27-30)
Nefsinin kötü
isteklerine tâbi olup da onu temizleyip arındırmamış ve bu şekilde âhirete
gitmiş bir kimsenin de pişmanlıktan başka bir nasibi yoktur. Gelmiş geçmiş
milyarlarca inkârcının kıyâmet gününde yaşadıkları pişmanlık ve nefislerini
kınamaları gerçekten çok dehşetli bir manzara oluşturur. Bu, kâfirleri bekleyen
öyle büyük ve kaçınılmaz bir gerçektir ki, Allah âyetlerde kıyâmet gününün hemen
ardından kendini kınayıp duran nefsin durumuna yemin etmektedir: "Hayır,
kalkış (kıyâmet) gününe and ederim. Ve yine
hayır; kendini kınayıp duran nefse de and ederim."
(75/Kıyâmet, 1-2)