Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Endâd Edinmenin İki Yansıması a- Endâdı (Bir Şeyi) Allah'ı Sever Gibi Sevmek.
Endâd Edinmenin İki Yansıması
Endâd Edinmenin İki Yansıması
a- Endâdı (Bir Şeyi) Allah'ı Sever Gibi Sevmek
"İnsanlardan öyleleri vardır
ki, Allah'tan başkasını O'na endâd edinir; Allah'ı sever gibi onları severler.
İman edenlerde ise, Allah sevgisi daha fazladır." (2/Bakara, 165).
Şüphesiz ki mü'minler, Allah'ı
sevdikleri kadar hiçbir şeyi sevmezler. Ne kendilerini, ne de başkalarını. Ne
şahısları, ne değerleri, ne alâmetleri, ne de insanları peşine takan şu dünya
kıymetlerinden birisini. Allah sevgisi, en büyük sevgidir. Her türlü kayıt ve
ölçülerin üstünde, mutlak bir sevgi. Başkalarına karşı besledikleri bütün
sevgilerin üstünde Allah sevgisi. Ayetteki sevgi tabiri; doğru ve yerinde bir
ifade olduğu kadar da güzel bir tâbirdir. Hakiki mü'minle Allah arasındaki
bağlılık, sevgi bağlılığıdır. Kalpten bağlanmak. Bu bağ; ruhta meydana gelen bir
cezbeyle, dostluk ve yakınlık bağıdır. Sevimli ve parlak muhabbet duygusuyla
sıkıca bağlanmış vicdan bağı...[1]
Ayette geçen "Endâd
edindiklerini Allah'ı sever gibi severler" ifadesinin anlamı, "onlara
itaat ve saygı duyma hususunda" demektir. Mü'minin Allah'ı sevmesi konusunda
başka âyetlerde de açıklık vardır. "Allah onları, onlar da Allah'ı severler."
(5/Mâide, 54) âyetinde olduğu gibi. Yine bir bedevî, Hz. Peygamber'e
gelerek, "Ey Allah'ın Rasûlü, kıyâmet ne zaman?" diye sordu. Bunun üzerine
Rasülüllah, "Onun için ne hazırladın?" dedi. Bedevî de: "Çok namazım ve
orucum yok; ne var ki ben, Allah'ı ve Rasûlünü seviyorum" dedi. Bunun üzerine de
Peygamberimiz (s.a.s.): "El-mer'ü mea men ehabbe (Kişi sevdiği ile
beraberdir.)" (Buhâri, Edeb 96, Ahkâm 10; Müslim, Birr 165) buyurdular. Bunu
müteâkiben Enes (r.a.) şöyle dedi: "İslâm'dan sonra, müslümanların bu hadisle
sevindikleri kadar, başka herhangi bir şeyle sevindiklerini görmedim."[2]
Yaratılana değil, yaratana
kulluk ve ibadet etmek zorundayız. O'nun emir ve yasaklarına uygun hareket
etmeli; O'nun emir ve yasaklarına ters düşen bütün emir ve yasakları
reddetmeliyiz. Hürriyetimizi korumalı, özgür olmalıyız. Bizim gibi
yaratılanların emir ve yasaklarını Allah'ın emir ve yasaklarına tercih ederek
insandan ilah türetemeyiz. Biliyoruz ki, bu üretilen ilahlar yok olacak,
ölecektir. Ölenden ilâh olmaz.
Halbuki müşrikler, ilâhlarını
severler. Allah'tan başka filân adamı ilâh ediniyorlar. Onu seviyorlar. Ne gibi?
Allah'ı sevdiği gibi. Yani bu kimseler Allah'a da iman ediyorlar. Allah'a
inandıkları gibi Allah'ı seviyorlar da. Ama filanı da sevsek olmaz mı diyorlar.
Allah ile Allah'ın kanunlarına zıt kanun koyan kişiyi ilâhlaştırıyor, ikisini
beraber seviyorlar. Mü'minlere gelince, mü'minlerin ise Allah'a olan sevgileri
daha şiddetlidir. Onların putlarını sevdiklerinden daha fazla severler
müslümanlar Allah'ı.
Bu âyetin yaptığı
kıyas/karşılaştırma ile düşündüğümüzde, günümüzde iman konusunda ne kadar
geçerli not alabileceğimizin muhâsebesini yapmalıyız. "Şu kâfir grubun, veya şu
bâtıl dâvâ adamının gayret ve mücadelesini müslümanlar da yapsa..." diyoruz.
Adam, kendisi gibi bir insanın koymuş olduğu kuralların insanlar üzerinde hâkim
olması için malını veriyor, canını veriyor. Müslüman da diyor ki: "Bizim de
imanımız ve gayretimiz, şu imansızınki kadar olsaydı." Bu âyette Rabbımız öyle
demiyor. Sizin Allah'a olan sevginiz, onların putlarına olan sevgisinden daha
şiddetlidir diyor. Eğer şiddetli değilse, imanımızdan şüphe etmemiz veya zayıf
olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Allah sevgisinden sonra
Peygamber Efendimiz'i sevmemiz gerekiyor. Bir hadis-i şerifte öyle buyruluyor:
"Bir kişi, beni anne ve babasından daha fazla sevmedikçe iman etmiş olmaz."
(Buhâri, İman 8; Müslim, İman 69) Rasülüllah'ı Rabbimiz'den sonra sevmek
zorundayız. Kul olduğunu hiç unutmadan sevmeliyiz. Sevmek adına -hâşâ-
Hıristiyanların Hz. İsa'yı sevdiği gibi de olmayacaktır sevgimiz.
Kâfirlerin kendi liderleri,
kendi yöneticileri, kendi kanun koyucuları yolunda verdikleri mücâdeleye denk
mücâdele vermeyeceğiz. Bu âyete göre (2/Bakara, 165) onların verdiği mücâdeleden
daha üstün bir mücâdele verirsek, ancak müslüman olduğumuzu ispatlayabiliriz.[3]
Allah'ın itaat edilmesini
yasakladığı kimselere, veya Allah'ın hükümlerine düşman olan kimselerin veya
düzenlerin emir, yasak ve arzularına itaat etmek, Allah'a isyan olduğu gibi;
aynı zamanda Allah'a karşı endâd tutmaktır. Şüphe yok ki, böyle yapmak, gerek
Allah'ı inkâr ederek olsun ve gerekse olmasın, ilahlık manasında onları Allah'a
endâd/ortak yapmaktır. Bunların bir kısmı, bu şirki açıktan yaparlar.
Firavunlara, Nemrutlara yapıldığı gibi onlara açıktan açığa ilah, ma'bud adını
vermekten çekinmezler. Onlara "rabbimiz, tanrımız" derler. Diğer bir kısmı da,
açığa vurmadan aynı muameleyi yaparlar. Onları, Allah'ı sever gibi severler,
onları nimet sahibi olarak tanırlar. Onların sevgisini, hareketlerinin başı
kabul ederler. Allah'a yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allah rızasını
düşünmeden onların rızalarını elde etmeye çalışırlar. Allah'a isyan olan
şeylerde bile onlara itaat ederler.
Bu âyet (2/Bakara, 165)
gösteriyor ki, ilâhlık mânâsında son derece sevgi, bir esastır. Ve ma'bud, en
yüksek seviyede sevilen şeydir. Böyle son derece sevilen şeyler, ne olursa
olsun, ma'bud ve endâd edinilmiş olur. Sevginin sonucu ise itaattir. Bunun için,
ma'buda son derece itaat edilir. Her insanın tuttuğu yolda hareket başlangıcı,
onun ma'bududur. İnsanlar tarafından böyle sevgiyle ma'bud mertebesi verilerek
Allah'a endâd / denk tutulan şeyler, o kadar çeşitlidir ki, bir taştan, bir
maden parçasından, bir ottan, bir ağaçtan tutun da gök cisimlerine, ruhlara,
meleklere kadar çıkar. Bununla beraber "onları severler" ifadesindeki
akıl sahiplerine ait olan "hüm (onlar)" zamiri, bunların özellikle akıllılar
kısmını açıkça ifade etmektedir.
Bunun içindir ki, tefsirciler,
"denk, benzer" manalarına gelen "endâd"ı "Allah'a isyanda itaat ettikleri
liderleri, başkanları ve büyükleri" diye açıklamışlardır. Bu zamir, tağlib
yoluyla putları da kapsamına alması takdirinde bile bu anlam açıktır.
Gerçekten servet, büyüklük,
kuvvet, makam, itibar, güzellik gibi herhangi bir ümide sebep sayılan dilberler,
kahramanlar, hükümdarlar, liderler gibi insanları, Allah'ı sever gibi seven ve
onlar uğrunda her şeyi göze alan nice kimseler vardır ki bu, endâd ve şirk
konusunun putperestlik esasını, insanlığın en büyük yarasını teşkil eder.
Edebiyatta, romanda, şiir ve şarkılarda bu tür şirk o kadar ileri gitmiştir ki
sevgililer ilah seviyesine çıkartılmıştır. En ufak bir işi övmek için, yaratma
kudreti yakıştırılmış, sanatçılar, futbolcular açıkça veya üstü kapalı şekilde
tanrılaştırılmıştır.
Yeryüzündeki insanlık
kavgaları, bütün bu çeşitli ve birbirine zıt olan endâdın mücadelesi
yüzündendir. Bilimlerin, fenlerin, sanatların gelişmesi buna çare bulamaz;
bilakis hepsi, bu şirk ocağını yakmak için gaz ve benzin yerine bu kavramları/endâdı
kullanır. İslâm dışı düzenler de şirk ve endâd için çok rahat ortam oluştururlar
ve beslerler. Bunlar, biz de müslümanız deseler bile, gerçekte ne Allah tanır,
ne peygamber. Her birinin gönlünde zaman zaman bir veya birkaç mahluk yer
tutmuştur. Onları Allah'ı sever gibi severler, onlara ma'bud muamelesi yaparlar.
Onlara itaat etmek için Allah'a isyan ederler. "Onları, Allah'ı sever gibi
severler." İfadesi, bütün bunları tasvir etmektedir. Buna velileri ve
peygamberleri ma'bud derecesine çıkaranlar da dâhildir.
Bunun için Allah'ın velileri,
peygamberleri ve melekleri gibi sevgili kullarını severken ayet-i kerimenin
kapsamını iyi düşünmeli; sevgilerini, Allah sevgisi derecesine vardırmaktan
kaçınmalıdır. Çünkü Allah için sevmekle, Allah'ı sever gibi sevmek arasındaki
farkı bilmek gerekir. Allah'ı sevenler, Allah yolundaki O'nun sevgili
kullarını da severler. Fakat Allah'ı sever gibi değil, Allah için severler ve bu
sevgi ile Allah yolunda onlara uyarlar.
"(Ey Muhammed!) De ki: Eğer
siz Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin." (3/Âl-i
İmran, 31)
Buna göre, Allah'ın sevdiği
kullarını sevmek ve onlara uymak, günah ve şirk değildir. Tersine Allah
sevgisine delil olur. Fakat bu sevgi, hiçbir zaman Allah sevgisi gibi
olmamalıdır. Velileri, peygamberleri veya onların ruhlarını ya da
melekleri bir ilahlık payı vererek sevmek, onları severken Allah'ı ve
Allah'ın emirlerini unutmak, onlar adına kurban kesmek, âyin yapmak, onlardan
direkt dua şeklinde bir şeyler istemek, onlardan medet ve imdat beklemek...
"Onları, Allah'ı sever gibi severler." ifadesinin tam anlamıyla şirk ve
küfürdür. Ayrıca böyle yapmak onlardan uzaklaşmaktır. Çünkü onlar, ancak Allah'ı
sevmişlerdir. Ölü veya diri, cansız veya canlı putlara bağlanıp, hurafelere
boğulan, uydurma masalları ve efsaneleri din edinen, mezarlara ve ölülere
tapınan insanların sayısı gittikçe artmaktadır; cahiliyye sistemi yürürlükte
olduğu müddetçe de artacaktır. Bir de vahdet-i vücud adı altında gizlenen bir
ateist felsefe vardır ki, din ve ahlak adına ilmî ve hikemî şekilde en büyük
zarar, bundan gelmiştir.
Kısaca, başkanlarını ve
büyüklerini, Allah'ı sever gibi sevenler ve onların, Allah'ın emrine uymayan
emirlerine itaat ederek Allah'a isyan edenler, bunları Allah'a eş ve ortak
edinmiş olurlar ki, bütün putperestliğin esası ve endâd konusu, bu tarz muhabbet
beslemektedir. Bunlar, itaat ettikleri kimseleri Allah için değil; Allah gibi
severler. "İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise çok daha fazladır."
Mü'min olanların Allah'a sevgisi, Allah için sevmesi, her şeyden çok ve o
müşriklerin tapındıkları endâda, eş ve benzerlere, hatta varsa Allah'a
sevgilerinden daha çok ve daha kuvvetlidir. Çünkü mü'minler, ancak Allah'a
yalvarırlar. Müşrikler ise pek sıkıştıkları ve muhtaç oldukları zaman Allah'ı
hatırlarlar, ihtiyaçları kalmayınca da edindikleri eşlere uyarlar. Bundan
dolayı, mü'minin gerek rahatlık zamanında ve gerekse sıkıntı anında, gerek
darlıkta ve gerekse genişlikte Allah'a olan sevgisi devamlıdır.
Kâfir ve müşrik ise bazen
rabbinden yüz çevirir, tutar bir puta tapar, sonra ondan daha güzel bir şey
gördüğü zaman onu bırakır, buna tapar. Sonra ondan daha güzel bir şey gördükleri
zaman onu da bırakır, başkasına tapar. Hatta Bahile kabilesinin yaptığı gibi
acıktıkları zaman ma'budlarını yedikleri olur. (Sözgelimi, özgürlüğe,
demokrasiye taparcasına sarılanların menfaatleri veya İslâm düşmanlıkları gereği
bu putlarını yedikleri çok görülmüştür.) Bu şekilde sevgi besledikleri şeyi ve
ma'budlarını değiştirir giderler. Bunun için onların, mü'minler gibi devamlı bir
sevgileri olmaz. Mü'minler, tek Allah'a inandıkları için bütün sevgileri, bizzat
Allah'ta toplanır. Allah'ın yarattıklarına olan sevgileri de bu başlangıç
noktasından dağılır. Yani sevdiklerini ancak Allah için, Allah rızası için
severler. Müşrikler ve kâfirler ise bir ma'budun veya bir putun karşılığında
diğer ma'budları ve putları da doğrudan doğruya sevdikleri ve bütün sevgilerini
Allah sevgisiyle, Allah rızasıyla ölçmedikleri için sevgileri dağınık ve
parçalanmıştır. Şüphe yok ki dağınık ve değişen sevgiler, toplu ve sabit sevgiye
göre bir hiç demektir.
Bunun için mü'min bir halk
topluluğuna sahip olan ve sırf Allah için sevilen başkanlar, kendilerine uyulan
insanlar, ne kadar mutludurlar. Şüphe yok ki bu bahtiyarlığa kavuşmak da
hakkıyla tek Allah'a inanan bir mü'min olmaya, her şeyden, hatta kendisinden
önce Allah'ı sevip, Allah'ın kullarına da Allah için muamele etmeye ve Allah
için sevgi dağıtmaya bağlıdır. Başka türlü aşırı gidenler veya ihmal edenler,
zulümden kurtulamazlar. Allah'a karşı başkalarını endâd, yani eş ve ortak
tutmak, onları Allah'ı sever gibi sevmek ve Allah'a karşılık onları bizzat
kendilerine uyulacak varlıklar edinerek emirlerine itaat etmek, özellikle
Allah'ın hakkı olan ilahlık sıfatına ve ma'budluğuna başkalarını da ortak etmek,
en büyük zulümdür. "Şüphe yok ki şirk, büyük bir zulümdür." (31/Lokman,
13) Bunu yapanlar son derece zalimdirler. Çünkü göklerin ve yerin yaratıcısı,
kâinat saltanatının mutlak hâkimi olan Allah Teala'nın hakkına tecavüz etmek
cür'etinde bulunanlar, hangi zulümden sakınırlar? Allah'ın kullarına, âciz
yaratıklarına ne yapmak istemezler?[4]
Bu âyet (2/Bakara, 165), açıkça
gösteriyor ki, ulûhiyetin en önemli özelliklerinden biri, muhabbettir,
sevilmektir. Bundan dolayıdır ki, Kur'an ve İslâm ıstılahında/teriminolojisinde
insan, daha çok "kul" vasfıyla anılır. Kulluk, kendisine kul olunan varlığa
karşı beslenen, en ileri sevgi derecesini ifade eder. "Abd" kelimesinin bu
anlamı, cahiliyye devri Araplarında da mevcut idi. Dünyevî mertebeler içinde
risâlet en üstün mertebe olduğu halde, Rasül, kulluğu ile övünürdü. Şehâdet
kelimesinde de biz O'nun önce kul olduğunu, sonra rasül vasfını zikrederiz.
Mezkür ayet gösteriyor ki, Allah'tan başka herhangi bir şeyi veya kimseyi,
Allah'ı severcesine seven, Allah'ın emir ve nehiylerine uyar gibi bu sevginin
gereklerini yerine getiren kimse, Allah'tan başka endâd, yani nidler, nazirler
edinmiş demektir. Bu, muhabbette niddir. Bâtıl tanrılara, tapanlarının gerçek
bir sevgi taşıdıklarını 2/Bakara, 95 ve 29/Ankebut, 25 ayetleri bildirir. Mü'min,
Allah'ı; halis, katışıksız, sabit ve en ileri derecede sevmelidir.
"Eğer Allah'ı seviyorsanız,
bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın" (3/Âl-i
İmran, 31). Demek ki, Allah'a inanan nezdinde onu sevmek, asıl fıtratı teşkil
eder. Fıtratta olan bu sevgiye hitap olunarak, Allah'ın da kendilerini sevmesi
için uymaları gereken yola, böylece irşad olunuyorlar. Öte yandan bu ayette
"sevmek ve bağışlamak" kavramlarının münasebete konulmasından anlaşılıyor ki,
Allah'ın mağfireti de, kula olan muhabbetinden ileri gelir. Normal olarak
sevmeyen bağışlamaz.
Kur'an, kimi özellikleri imanın
gereği sayar ki, bunlar ister istemez sevgiyi tazammun eder. Bunlardan biri
"rızâ"dır. Rızâ, şunları gerektirir: Kul için en sevdiği varlık, Allah
olacaktır. Çünkü bütün öbür şeyleri sevip sevmemesini belirleyen kıstas,
Allah'ın onları sevip sevmemesidir. Ayrıca kul, Allah'ından bütün
fiilleri, isimleri ve sıfatlarıyla râzı olacaktır: Rab, müdebbir, emredici,
yasaklayıcı, Vekîl, Velî vb. olarak. Bunlar da, kendiliğinden O'nu sevmesini
gerektirecektir.
Allah ve Rasülü'ne karşı
çıkanlara, babaları ve evlâtları bile olsa, mü'minler sevgi beslemezler (bk.
58/Mücâdele, 22; 9/Tevbe, 24). Buralarda insanın doğal olarak en çok seveceği
varlıklar (baba, çocuk, zevce, mal, yakın akrabalar, yer-yurt), Allah sevgisi
ile karşı karşıya konulmakta, eğer Allah'ın rızâsı başka yerde bulunuyorsa,
Allah'a sadâkatın baskın gelmesi istenmektedir. Bunlara olan sevgiyi belirleyen,
Allah'a olan sevgidir, O'nun rızâsıdır. Bu ayetler kulun, Allah'a sevgi
besleyebileceğini göstermekle kalmaz, o sevginin ne derece ileri olduğunu da
gösterir.[5]
"Allah'a ve âhiret gününe
iman eden bir topluluğun, Allah'a ve Rasülüne karşı çıkanlara sevgi
beslediklerini göremezsin." (58/Mücâdele, 22). Sevgi, kullanırken çok
dikkat edilmesi ve ancak Allah'a, Peygamberi'ne ve İslâm düzeninin bağlılarına
tahsis edilmesi gereken pek yüce bir hayat sermayesidir. İnançsızlara, müşrik ve
münafıklara, bizi Allah'ın yolundan alıkoyan nesnelere israf edilmemesi gereken
kıymetli varlığımızdır sevgi. Kur'an ve sünnet, Allah ve Rasülü'nün mutlak
olarak, öncelikli şekilde ve en büyük tarzda sevilmesini emretmiştir. Bunun
dışındakileri severken, ancak ve ancak Allah'ın ve Peygamberi'nin sevilmesini
istediklerinin sevilebileceğini açıklar. "Rahmeti bütün canlıları kuşatan
(Allah) iman eden ve güzel ameller yapanlar için (kalplerde) sevgi
yaratacaktır." (19/Meryem, 96) "Amellerin en faziletlisi/değerlisi, Allah
için sevmek ve Allah için buğzetmek/nefret duymaktır." (Ebû Dâvud, Sünnet
3). İmansız sevgiye ulaşılamaz ve sevgisiz de iman olgunlaşamaz. Hz.
Peygamberimiz, "imanın tadını bulmayı (birinci derecede) Allah ve Rasülü'nü
her şeyden çok sevmeye" bağlamıştır. (Buhâri, İman 9; Müslim, İman 67;
Tirmizî, İman 10) "(Ancak) Allah için seven, Allah için buğz eden / nefret
duyan, Allah için veren ve Allah için sıkılık yapıp vermezlik yapan kişi imanını
kemâle erdirmiş, olgunlaştırmıştır." (Et-Tâc, c. 5, s. 78)
[1]
Seyyid Kutub, Fi Zılali'l-Kur'an, c. 1, s. 319-320
[2]
Tefsir-i Kebir, c. 4, s. 183
[3]
Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, c. 1, s. 324 vd.
[4]
Hak Dini Kur'an Dili, c. 1, s. 472 vd.
[5]
Suat Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyet, s. 159 vd.