Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Câhiliyyenin Temel Özellikleri; Câhiliyye Âdetleri
Câhiliyyenin Temel Özellikleri
Câhiliyyenin Temel Özellikleri; Câhiliyye Âdetleri
Câhiliyye Arapları'nın sürdüğü hayattan ve
içinde yaşadıkları ortamdan bazı örnekleri şöyle sıralamak mümkündür:
1)
Putlara tapmak: Câhiliyye insanları Allah'ın varlığını kabul etmekle beraber
putlara taparlardı. Onlar putlarının Allah katında kendilerine şefaatçı
olacaklarına inanırlar ve: "Biz onlara ancak bizi daha çok Allah'a
yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz" (39/Zümer, 3) derlerdi.
2)
İçki içmek: Şarap içmek âdeti çok yaygındı. Şâirleri her zaman içki
ziyafetinden bahseder, içki şiirleri edebiyatlarının büyük bir kısmını teşkil
ederdi. Hatta Enes b. Mâlik (r.a.)'in bildirdiğine göre İslâm'da içki, Mâide
Suresi'nin doksan ve doksan birinci âyetleriyle kesin olarak haram kılınmış, Hz.
Peygamber (s.a.s) tellal bağırttırarak bunu ilân ettiğinde Medine sokaklarında
sel gibi içki akmıştır (Müslim, Eşribe 3).
3) Kumar oynamak:
Câhiliyye çağında kumar da çok yaygındı. Câhiliyye Arapları kumar oynamakla
övünürlerdi. Öyle ki kumar meclislerine katılmamak ayıp sayılırdı. Onların
şâirlerinden biri karısına şöyle vasiyette bulunur: "Ben ölürsem, sen, âciz ve
konuşma bilmeyen, iki yüzlü ve kumar bilmeyen birini isteme."
4) Fâiz yemek:
Tefecilik almış yürümüştü. Para ve benzeri şeyleri birbirlerine borç verirler;
kat kat fâiz alırlardı. Borç veren kimse, borcun vâdesi bitince borçluya gelir:
"Borcunu ödeyecek misin, yoksa onu artırayım mı?" derdi. Onun da ödeme imkânı
varsa öder, yoksa ikinci sene için iki katına, üçüncü sene için dört katına
çıkarır ve artırma işlemi böylece kat kat devam ederdi. Tefecilik ve fâizin her
çeşidini haram kılan Allah, özellikle Araplar'ın bu kötü âdetlerine dikkati
çekerek "Ey iman edenler! Kat kat fâiz yemeyin." (3/Âl-i İmrân, 130)
buyurmuştur.
Fâizcilik Araplar arasında o kadar yerleşmişti
ki ticaretle onun arasını ayıramıyorlar; "Fâiz de tıpkı alış-veriş gibi"
diyorlardı. Bunun üzerine inen âyette: "Allah alış-verişi helâl, fâizi ise
haram kılmıştır." (2/Bakara, 275) buyrulmuştur.
5) Zinâ etmek:
Câhiliyye Araplar'ı arasında fuhuş da nâdir şeylerden değildi. Câriyelerini
zorla fuhşa sürükleyenler vardı. Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususa işaretle:
"İffetli olmak isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın." (24/Nûr, 33)
buyurulur.
Kocanın birkaç metresi olduğu gibi, kadının da
başkalarıyla ilişkide bulunması, bazı çevrelerce nefretle karşılanmayan bir
davranıştı. Fuhuşla ilgili câhiliyye Araplarının şu âdetlerini zikredebiliriz:
Kadın, âdetinden temizlendikten sonra kocası ona
(kendisinden çocuğu olmadığı ve asil bir çocuğa babalık yapmak istediği için)
"şu adama git ve ondan hâmile kal" derdi. Kadın istenilen adamla beraber
olduktan sonra kocası hamileliği belli oluncaya kadar ona yaklaşmazdı. Sonra
yaklaşabilirdi. Bu, iyi bir çocuğa sahip olmak için yapılırdı.
Sayıları üç ila on arasında değişen bir grup
erkek kadının evine girerek, sırasıyla hepsi de onunla cinsî münâsebette
bulunurdu. Kadın hâmile kalıp da doğum yaparsa doğumdan birkaç gün sonra bu
erkekleri çağırır, erkekler de zorunlu olarak bu dâvete iştirak ederlerdi. Sonra
onlara: "Olanları biliyorsunuz, doğum yaptım" içlerinden birine işaret ederek
"çocuğun babası sensin" derdi. O da bundan kaçınamazdı.
Bazı fuhuş yapan kadınlar da tanınmaları için
kapılarına bayrak asarlardı. Bu tür kadınlardan biri doğum yaptığı zaman teşhis
heyeti toplanıp çocuğun kime ait olduğunu tespit ederdi. O da çocuğun babası
olduğunu kabul etmek zorunda kalırdı (Buhârî, Nikâh 36).
6) Kadına hakkını vermemek:
Kadına değer verilmez, hak ve hukuku tanınmaz, âdetâ bir eşya gibi telâkkî
edilip miras alınırdı. Biri ölüp karısı dul kalınca ölenin varislerinden gözü
açık biri hemen elbisesini kadının üzerine atardı. Kadın daha önce kaçıp bu
halden kurtulamazsa artık onun olurdu. Dilerse mehirsiz olarak onunla evlenir,
dilerse onu bir başkasıyla evlendirerek mihrini almaya hak kazanır ve kadına
bundan bir şey vermezdi. Dilerse, kocasından kendisine kalan mirası elinden
almak için onu evlenmekten menederdi. Bunun üzerine inen âyette: "Ey
inananlar! Kadınlara zorla mirascı olmaya kalkmanız size helâl değildir."
(4/Nisâ, 19) buyurulmuştur (Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, I/440).
7) Bazı yiyecekleri kadınlara haram kılmak:
Yiyeceklerin bazısı yalnız erkeklere ait olup kadınlara yasak ediliyordu.
"Onlar: ?Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus
olup, eşlerimize yasaktır. Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olur' dediler.?
(6/En'âm, 139)
8) Kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek:
Câhiliyye Arapları'nın kötü âdetlerinden biri de kız çocuklarını diri diri
toprağa gömmeleriydi. Onlar bunu namuslarını korumak veya ar telâkkî ettikleri
için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından yapıyorlardı. Kur'ân-ı
Kerîm'de şu âyetlerde buna işaret edilir:
"Onlardan birine Rahman olan Allah'a isnat
ettikleri bir kız evlât müjdelense içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi."
(43/Zuhruf, 17)
"Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi
suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman..."
(81/Tekvîr, 8-9)
"Ortak koştukları şeyler, müşriklerden çoğuna
çocuklarını öldürmeyi süslü gösterirdi."
(6/En'âm, 137)
9) Ekin ve hayvanlarından putlarına pay ayırmak:
Ekin ve hayvanlarını iki kısma ayırıyor, bir kısmını Allah'ın böyle emrettiğini
sanarak Allah'a veriyor ve bir kısmını da Allah'a eş koştukları putlarına
bırakıyorlardı. Onlar bu bâtıl inanç ve âdetlerinde biraz daha ileri giderek
Allah'ın payına düşeni alıyorlar, onu eş koştukları putların payına
ekliyorlardı. Ama putlarının payından alıp öbürüne ilâve ettikleri görülmüyordu.
"Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan O'na pay ayırdılar ve kendi
iddialarına göre: ?Bu Allah'ındır, şu da ortak koştuklarımızındır' dediler.
Ortakları için ayırdıkları Allah için verilmezdi. Fakat Allah için ayırdıkları
ortakları için verilirdi. Bu hükümleri ne kötüydü!" (6/En'âm, 136). Bir
kısım hayvanlarla ekinlerin bazısını dilediklerinden başkasına yasaklıyorlardı.
Ayrıca bir kısım hayvanlara binerken ve keserken Allah'ın adının anılmasına
engel oluyorlardı (6/En'âm, 138).
10) Bahîra, Sâibe, Vasîle, Hâm gibi inançlara
sahip olmak: Bunun dışında
hayvanlarla ilgili şu âdetleri de vardı:
Bahîra;
deve beş batın doğurup beşincisinde erkek
doğurursa kulağını çentip serbest bırakırlardı. Artık ona binmeyi ve sütünü
sağmayı haram kabul ederlerdi. Buna "Bahîra" derlerdi.
Sâibe;
dileği yerine gelen kimsenin putlara adadığı deve idi. Buna da binilmez ve sütü
sağılmazdı.
Vasîle;
koyun dişi doğurursa kendileri için; erkek doğurursa putları için olurdu. Şâyet
biri erkek, biri dişi olmak üzere ikiz doğurursa, dişinin hatırı için erkeği de
kesmezler ve buna "Vasîle" derlerdi.
Hâm;
bir erkek devenin soyundan on döl alınırsa onun sırtı haram sayılır, su ve
otlakta serbest bırakılırdı. Kimse ona dokunmazdı.
11) Hac ile ilgili birtakım bâtıl inançlara
sahip olmak: Bütün bunlardan başka
müşrikler atalarından devraldıkları birtakım âdetleri devam ettirme konusunda
direniyor ve hatta bunların bazılarının, kendilerini Allah (c.c.)'a daha çok
yaklaştırdıklarını ileri sürüyorlardı.
İbn İshak şunları aktarıyor: "Kureyş, ya Fil
olayından evvel veya daha sonra meydana geldiğini tahmin ettiğim bir bid'at
ortaya çıkardı ki, tarihte (Hums) diye anılıp, asâlet-i diniye iddiasından
ibarettir." Bunlar: "Biz, İbrahim'in evlâdıyız, ehl-i Harem biziz, Beyt'in
sahibiyiz, Mekke'nin de sâkini bulunuyoruz. Arap kabilelerinden hiçbir kabîle,
bizim sahip olduğumuz bu şeref ve itibara sahip değildir. Binâenaleyh biz, bu
müstesnâ mevkiimizin şeref ve itibarını korumalıyız. Bundan sonra Harem
hâricinde hiçbir şeye ta'zim etmeyip bütün hürmetlerimizi Harem dâhilinde
sunmalıyız. Meselâ, Arafat'ta halk ile bir sırada, yan yana, omuz omuza durup
vakfe etmek, sonra halk ile geri dönüp gelmek bizim kadrimizi tenzil eder"
diyorlardı.
İbn İshâk devamla: "Kureyşliler bu asâlet
fikrini ortaya koydu ve uygulamaya da başladı. Arafat'a çıkmayı, Arafat'tan
ifazâyı terk ettiler. Herkes Arafat'ta vakfe ederken, bunlar Müzdelife'ye
giderler, orada dururlardı. Ve "Biz ehlullahız, Harem-i Şerif'in hâdimleriyiz"
diyerek, diğerleriyle eşitliği kabul etmezlerdi. Fakat bunlar, Arafat'ta vakfe
etmenin İbrahim (a.s.)'in dini gereği olduğunu biliyorlardı. Kinâne ile
Hüzâaoğuları da bu hususta Kureyş'e iltihak etmişlerdi.
Bunlar hac için, umre için gelen bedevîlere
müdâhaleye kadar ileri gitmişlerdir. Harem hâricinden gelen herkesin, Beyt'in
ilk tavafı Siyab-ı Hums ile tavaf etmelerini kararlaştırdılar ve uyguladılar. Bu
kararın neticelerinden biri: Kim ki âdi bir elbise ile gelip tavaf ederse,
tavaftan sonra o elbiseyi çıkarıp atması zarûrî idi.
Bu kararların ikinci neticesi ise; asilzâdelere
mahsus bir elbisesi olmayan bedevî erkeklerin çıplak; kadınların da yalnız önü
yırtmaçlı kısa iç gömleği ile tavafa mecbur edilmesidir.
Bu ve bunun gibi pek çok âdetler yürürlükte idi.
Rasûlullah (s.a.s.)'a iletilinceye kadar da bu âdetler yürürlükte kalmaya devam
etti. Daha sonra da A'râf suresinin 26, 27, 28, 31 ve 32. âyetlerinde, çıplak
tavaf ile birlikte diğer bid'atler de yasaklanmıştır.
Ebû Hüreyre (r.a.)'den gelen bir rivâyete göre,
Ebû Bekr es-Sıddık (r.a.) Vedâ Hacc'ından (bir sene) evvel, Hz. peygamber
tarafından Hac Emîri olarak (Mekke'ye) gönderildiğinde, Ebû Bekr de Ebû
Hureyre'yi Kurban Bayramı'nın ilk günü Mina'da büyük bir cemaat içinde halka (şu
iki maddeyi) ilâna memur kılmıştır. "Ey Nas! İyi biliniz, bu yıldan sonra
müşriklerin haccetmeleri, çıplakların da Kâbe'yi tavaf etmeleri yasaktır"
demiştir (S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, c. 6, s. 13). Fakat onlar bunu
kabule yanaşmamışlar, atalarını körükörüne taklide çalışmışlardır.
"Onlara: Allah'ın indirdiğine ve peygambere
gelin dendiği zaman: ?Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter' derler.
Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsalar da mı?"
(5/Mâide, 104). İslâm, topluma hâkim olunca bütün bu câhilî sistemin ilkel
davranışlarını tamamen yasaklamıştır (5/Mâide, 103).
Bütün bunlara baktığımızda, câhiliyye'nin bir
inanma biçimi olduğunu görüyoruz. Câhiliyye; bir şeyi gerçeği dışında bilmek,
anlamak ve buna göre amel etmek demektir. Bu duruma göre câhiliyye; insanın ve
toplumun İslâm öncesi ve İslâm dışı bir yaşayış biçimiyle yaşaması demektir.
Doğru yolun zıddı, ilmin aksi olan, eskiyen ve değişken olan, bölgelere,
kavimlere ve anlayışlara göre kurulan her türlü İslâm dışı rejimler; câhilî
sistemler ve hükümlerdir.
Câhiliyye; insanın insan irâdesinin dışındaki
unsurlar üzerinde toplanmasını temine çalışan, insanı insana ve topluma köle
yapan bir sistemin; beşeriyeti Allah'a ibâdetten uzaklaştırıp, herhangi bir adla
anılan beşerî sistem ve prensiplere itaata zorlayan yönetimin adıdır. İnsanları,
kavimlere, renklere, tarihlerinin karanlık çağı efsânelerine yönlendiren, ayrı
ayrı dil farklılığı sebebiyle ümmet şuurundan uzaklaştırmaya çalışan her türlü
despotizm, câhiliyyenin bir görüntüsüdür. Kısaca câhiliyye, Allah'ın hükmünden
başka hüküm arayan ve Allah'ın hükmünden başka hükme rızâ gösterenlerin tavrı,
hayat biçimi ve sistemidir
[1]
Câhiliyye kavramı, hakka ve hakikate dayanmayan
her türlü itikadî ve amelî unsurları içine alan bir kavramdır. Şimdi câhiliyye
devrinin kanunları üzerinde duralım. Niçin "câhiliyye devrinin adâlet ve hukuk
sistemi" demiyoruz? Buradaki incelik şudur: Adâlet ve hukuk kelimeleri, İslâmî
birer ıstılâhtır. Adâlet, Allah Teâlâ'nın (c.c.) emrine uygun şekilde amel
etmektir. Buna riâyet eden müslümana âdil, riâyet etmeyene de fâsık denilir.
Hukuk ise, hak kelimesinin çoğuludur ve lugat mânâsı, bâtılın zıddıdır. Kanun
mefhûmu, İslâmî bir ıstılâh değildir. Câhiliyye devrinin kanunları, bâtıl
şeriatten çıkarılmış birer kuraldan ibarettir.
Câhiliyye devrinde gerek bedevî (göçebe),
gerekse medenî (şehirli) hayat yaşayan Araplar arasında, yazılı metne dayanan
bir kanun sistemi yoktur. Bu devirde Arap Yarımadası'nın her tarafında değişik
kanunlar yürürlüktedir. Yemen bölgesinde kanunlar, hükümdarların emirleri ile
sınırlıdır (N. Çağatay, İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Câhiliyye Çağı, s. 28).
Kuzeyde, Suriye ve Filistin çevresinde Roma
Kanunları tatbik edilmiştir (İslâm Ansiklopdesi, c. IV, s. 615 -Fuat Köprülü,
"Fıkıh" mad.-). Doğu ve Kuzey-doğu bölgelerinde ise Zerdüşt dini tesirindeki
Sasani Kanunları mevcuttur. Öte yandan bu bölgede bulunan Hıristiyanlar, beşerî
münasebetlerinde Roma Kanunları ile karışık kilise örf ve âdetlerini esas
almışlardır. Hicaz bölgesine gelince, bu bölgedeki yahûdiler Tevrat ve şerhi
Talmut hükümleriyle hareket etmişler, onlarla ihtilat halinde bulunan Araplar da
Yahudi kanunlarına bağlı kalmışlardır (Ahmed Emin, Fecru'l-İslâm, Beyrut 1969,
s. 227).
Yazılı olmayan ve bir usûle dayanmayan câhiliyye
kanunları, atalarından gelen örf ve âdete istinat etmektedir (Salih Tuğ, İslâm
Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ankara 1963, s. 17). Nitekim, Mekke şehir
devletinin kanunî müeyyideleri yazılı değildir. Tamamen örf ve âdete dayanan bir
kanun devleti söz konusudur. Mekke'de yaşayan bütün kabile ve aşiretleri
bağlayıcı kanunların, Dâru'n-Nedve adı verilen ve Kâbe'nin tam karşısında
bulunan meclisten çıkarıldığı sâbittir. Bu meclisin üyeleri, kırk yaşını
doldurmuş ve kabilelerinin tasvibini almış kimselerden oluşuyordu. Her kabilenin
bir tâgûtu vardı. Dâru'n-Nedve meclisinin ilk başkanı Kusayy, ondan sonra yerine
geçen oğlu Abdü'd-Dar'dır (Mustafa Çelik, Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, s.
32-33). Câhiliyye devrinin siyasî rejimi, kabile ve aşiret esasına dayanan ilkel
bir demokrasidir. Örf ve âdete dayanan kanunî müeyyideleri uygulama yetkisi
tâgût denilen kabile reisine bırakılmıştır (İbn Kayyım, İ'lâmu'I-Muvakkîn,
Kahire 1955, c. I, s. 52. Aynca Dr. H. İbrahim).
Câhiliyye devrinde, ceza kanunları intikam
esasına dayanmaktadır. Adam öldürme suçu, umumiyetle kan dâvâlarını gündeme
getirmiştir. Ölenin velisinin, öldürenden intikam almaya kalkışması ile başlayan
fesad,·çoğu zaman kabileler arası savaşa dönüşmüştür. Bununla beraber, kasıtsız
adam öldürmede başvurulan tatbikat, diyet usûlüdür (Ahmed Emin, a.g.e., s.
225-226).
Eğer katil bulunamazsa, maktulün velisinin
isteği üzerine kasame usûlüne başvurulur. Bu usûl, maktulün bulunduğu yer
ahalisinden elli kişinin maktulü öldürmediklerine, öldüreni bilmediklerine dair
yemin etmeleridir (İmam Nevevî, Şerhu Müslim, Kahire ty. c. IV, s. 227). Bazı
kaynaklarda, câhiliyye döneminde Zu'1-Mecasidi'l-Yeşkûri isimli birisinin,
mirastan kız çocuğuna, erkek çocuğuna verdiği hissenin yarısı kadar hisse
verdiği belirtilmektedir (İbn Habib, Kitabu'l-Muhabber, Beyrut ty., s. 324).
Aynca câhiliyye döneminde Kureyşliler, hırsızlık yapanın elini kestikleri ve yol
kesenleri astıkları zikredilmektedir (Kurtubî, el-Câmii li Ahkâmi'I-Kur'ân,
Kahire 1967, c. VI, s. 160. Ayrıca, İbn Habib, a.g.e., s. 327, 328). Bu
haberler, bizi önemli bir mesele ile karşı karşıya getirmektedir. Acaba daha
önce zikrettiğimiz câhiliyye devrindeki diyet ve kasame uygulaması veya hırsızın
elini kesme cezası münferit vak'alar mıdır? Yoksa örfî kanuna dahil bir tatbikat
mıdır? Bir başka ifadeyle Allah Teâlâ'nın (c.c.) kitabı ve Hz. Peygamber'in
(s.a.s.) tatbikatı ile teşrî edilmiş olan (4/Nisâ, 11; 5/Mâide, 38; Sahih-i
Buharî, K. Hudud, c. VIII, s. 15-16; Sahih-i Müslim, K. Hudûd; Sünen-i Tirmizî,
K. Tahâre 110/272, no: 145; İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. II/177) miras ve
ceza hukukuna ait bu hükümleri, İslâm ibka mı etmiştir? Eğer ibka etti ise bunun
kaynağı nedir?
İslâm ahkâmına uygun olan (sözkonusu
tatbikatlar) câhiliyye devrinde meydana gelen münferid hâdiselerdir.
Kitabu'l-Muhabber'de miras tatbikatıyla ilgili haber; "Câhiliyyede kız çocuğuna
ilk defa miras veren... ilk defa kız çocuğuna bir, erkeğe iki hisse takdir eden
kimse..." şeklindedir. Bu ifadelerdeki "ilk defa" kaydı, üzerinde durulan miras
tatbikatının daha öncelerden gelen köklü bir tatbikat olmadığını gösterir. Diğer
taraftan Sahih-i Buhari'de İbn Abbas'tan şöyle bir rivâyet vardır: "Öteden beri,
ölenin malı erkek çocuğun olur ve vasiyet ana-babaya yapılırdı. Allah bu
tatbikatı, irâdesine uygun bir şekilde neshetti. Erkek evlâda kıza verilen
hissenin iki katını... takdir etti." (İbn Haceri'1-Askalânî, Fethu'l-Bâri,
Kahire 1348, s. 197. Ayrıca Bedrüddin-i Aynî, Umdetü'l-Kari, İstanbul 1308, c.
VI, s. 485; Sahih-i Buharî, K. Tefsir, c. V, s.178). İbn Abbas'ın bu haberi,
Kitabu'l-Muhabber'de verilen mâlûmatı cerh etmektedir. Zira nesh, mutlak mânâda
bir hükmün yürürlükten kaldırılıp yerine yeni bir hüküm getirilmesidir. Dikkat
edilirse İbn Abbas, "Allah Teâlâ (c.c.) bu tatbikatı, irâdesine uygun bir
şekilde neshetti. Erkek evlâda kıza verilen hissenin iki katını takdir etti."
demiştir. O halde câhiliyye devrinde, İslâmî hükme uygun olan tatbikat, münferit
bir vâkıa olarak kalır ve İslâm dininin bunları ibka etmesi diye bir şey
sözkonusu olamaz. Nitekim Ebû Ca'feri't-Tahâvî: "Bir miras, İslâm'dan önceki
devirde İslâmî hükümlere uygun olarak taksim edilmiş veya hırsızlık yapan bir
kimseye aynı şekilde İslâmî esaslara uygun ceza verilmişse, mâhiyeti itibariyle
aynı bile olsalar, bunlar İslâmî hükümlere dâhil edilemezler. Çünkü teşrî
kaynakları farklıdır." (Tahâvî, Şerh-i Meâni'1-Âsâr, Haydarabad 1333, c. IV, s.
245) diyerek bir inceliğe işaret etmiştir. Dolayısıyla "egemenlik kayıtsız
şartsız milletindir" ilkesine göre teşekkül eden meclislerin çıkardığı
kanunları, İslâmî bir hüküm olarak değerlendiremeyiz. Câhiliyye kavramının, bu
mâhiyet içerisinde değerlendirilmesi gerekir.
[2]
[1] Ahmed
Ağırakça, Durali Pusmaz, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 269-270
[2] Yusuf
Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Yayınları, s. 75-79