Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Gâlibiyet, Zafer ve Başarı "Çok" ile Değil; "Hak" ile Birlikte Olmakla Mümkündür
Gâlibiyet
Gâlibiyet, Zafer ve Başarı "Çok" ile Değil;
"Hak" ile Birlikte Olmakla Mümkündür
Gâlibiyet/zafer ve hezîmet meselesi, azlık veya
çokluk ile ilgili değildir. Aksine bu mesele, tamamıyla iman, teşkilât, program,
eğitim ve itaatle ilgilidir. Çünkü teşkilâtlı mü'min bir azınlık, imanını ve
teşkilatını yitirmiş kâfir bir çoğunluğa karşı kahredici bir zafer elde
edebilir. ?Nice az topluluklar, Allah'ın izniyle çok topluluklara gâlip
gelmişlerdir. Allah sabredenlerle beraberdir.? (2/Bakara, 249)
Mücâhid mü'min zayıf da olsa, çok büyük güçlere
de sahip olsa, Allah'tan yardım istemek ve O'na muhtaç olduğu şuurunu yaşamak
konumundadır. Çünkü onun, elinde bulundurduğu maddî güçlerden çok, savaşın zorlu
şartlarında sabra ve sebâta ihtiyacı vardır. Zafer de önünde sonunda Allah'ın
tarafındadır. Bu itibarla, sahip olduğu güçler veya güçlü olduğu yolundaki
hisleri, kendisini Allah'ı unutturacak bir gurura kapılmak gibi bir yanlışa
götürmemelidir. Yine, zayıflık hissi de onu Allah'ın sonsuz gücüne bağlayıp O'na
dayanmaktan alıkoymamalıdır. Savaşta mü'min ile kâfir arasındaki fark, mü'minin
gücünü yeryüzünden göklere uzanan ve hiçbir sınır tanımayan mânevî, rûhî, İlâhî
kuvvetten alması; kâfirin ise gücünü yeryüzünden ve onun sınırlı maddî
kuvvetlerinden almasıdır.
?Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla
defetmese/savmasaydı, yeryüzü bozguna uğrardı. Fakat Allah (bütün) âlemlere
karşı lütuf ve ikram sahibidir.?
(2/Bakara, 251). Âyet-i kerîmenin bu cümlesinden şunu anlıyoruz: İnsanların
yaşadıkları toplumsal hayatın hareketinde Allah'ın koyduğu tabiî ve fıtrî bir
kanun (sünnetullah) vardır. Bütün insanlar sevdiği, istediği ve inandığı şeylere
karşı müsbet; sevmeyip istemediği, red ve inkâr ettiği şeylere karşı da menfî
bir eğilim taşırlar. Bu gerçek üzere hayatta, karşı fikirler ve tavırlar oluşur
ve bunlar hayat içerisinde yerlerini alırlar.
İşte Allah Teâlâ bu âyette, hayatın onun üzerine
kurulu olduğu ve üzerinde yürüdüğü bu tabiî kanuna, bunun insanların hayatındaki
önemine ve hayatın ıslahatındaki rolüne işaret etmektedir. Bu sünnetullah
olmasaydı, yeryüzünün bozguna uğramış olacağını bildirmekte ve bunun Allah'ın
âlemlere bir lutfu olduğu vurgulanmaktadır. Çünkü insanlardan biri veya bir
kısmı büyük güçlere sahip olduğunda diğer insanlara, onları kendi irâdeleri
altında toplamak yolunda baskı yapar. Diğer insanlar da buna karşı çıkmazlarsa
bu baskıcı insanların baskıları son derece artar ve yeryüzünü fesâda uğratır,
yeryüzünde hakka ve iyiliğe yer bırakmaz. Bunun için hayatın hak, iyilik ve
adâlet üzere kaim olmasını ve gelişip ilerlemesini isteyen Allah, bu tabiî
kanunu sebebiyle kötülüğün iyilik üzerindeki, bâtılın hak ve zulmün adâlet
üzerindeki baskılarını, insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile savarak
kaldırmak ve yeryüzü halkına insanca yaşama fırsatını bağışlamak istemiştir. Bu
da Allah'ın âlemlere olan bir lütfu ve ikrâmıdır. (7)
Amalika kavminin kralı olan Câlût (Golyat)
İsrâiloğullarını defalarca bozguna uğratır. İsrâiloğulları, içlerinde bulunan
Samuel peygamberden kendilerine ille de bir kral tâyin etmesini isterler. O güne
kadar, saltanat ve istibdat idâresiyle değil, meşverete dayalı nübüvvet
idâresiyle yönetilmekteydiler. Samuel peygamber, Allah'ın emriyle onlara Tâlût'u
(Saul) kral atadı. İlginçtir ki Tevrat, İsrâiloğullarının bu isteğini Allah'ın
hoş karşılamadığını ihsas ederek, kral atamayı âdeta bu talebe verilmiş bir cezâ
olarak takdim etmektedir (Bkz. I. Samuel, 8/7-17). Tevrat'ın bu bölümündeki
ifâdeler, saltanatla nübüvvet arasındaki farkı güzel bir şekilde açıklıyor.
Aslında gerek monarşik, gerek teokratik ve demokratik, gerek dikta ve cunta, tüm
saltanat çeşitleri Allah'ın nübüvvet yolundan ayrılan toplumlara verdiği bir
belâdır. Bu kral istemelerini ve bunun ardında yatan anlayışı, "yahûdileşme
temâyülü" bağlamında değerlendirirsek, saltanat, bir "yahûdileşme alâmeti"dir.
Peygamberleri, onları saltanattan sakındırıp onun getireceği zulüm ve sefâhati
bir bir saydığı (Bkz. I. Samuel, 8/7-17) halde, onlar yine de ısrarla
kendilerine bir kral seçmesini istemişler, istişâreye dayalı sivil yönetime,
zorbalığa dayalı monarşiyi tercih etmişlerdir.
İşte bu istek üzerine Samuel Peygamberin atadığı
Tâlût ile Amalika kralı Câlût arasında geçen savaşta olanlardan bir kesit
Kur'an'da şöyle verilir: "Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca,
?Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden
değildir. Kim ondan hiç tatmazsa bendendir (benimledir), ancak eliyle bir avuç
içen de istisnâ edilmiştir (o da benimledir)' dedi. İçlerinden pek azı müstesnâ
hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler ırmağı geçince, ?bu
gün bizim Câlût'a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur' dediler.
Kendilerinin, sonunda Allah'ın huzuruna varacaklarını bilenler, kendi aralarında
?nice az kişiler vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara Allah'ın
izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir' dediler."
(2/Bakara, 249)
Burada iki grup var: a) Allah'a hüsnüzan
edenler, b) Allah'a sûizan edenler. Allah'a hüsnüzan edenler, komutanlarına
itaat ediyorlar. Başarıyı kelle sayısında değil; öncelikle Allah'ın izninde,
sonra da disiplin ve itaatte görüyorlar. Allah'a hüsnüzan edenler, O'na
kavuşacaklarını biliyorlar. Bu nedenle de ölümden korkmuyorlar. Şehâdetin bir
bayram olacağının farkındalar. Allah'a sûizan edenler ise, hem itaat ve
disiplinden yoksunlar, hem de başarıyı kelle sayısında, çoklukta arıyorlar.
Onların derdi "hak" ile birlikte olmak değil; "çok" ile birlikte olmak. Çünkü "ekseru'n-nâs/insanların
çoğu" böyledir. Onun için de Allah'ı hakkıyla takdir edemiyorlar.
Allah'a hüsnüzan edenler diyorlar ki: "Ey
Rabbimiz, üzerimize sabır dök! Ayaklarımızı sağlam tut ve o kâfir millete karşı
bize yardım et." (2/Bakara, 250). Ve sonunda bilinçli, inançlı, disiplinli
ve itaatli azınlığın, çoğunluğa gâlip geldiğini yine Kur'an'dan öğreniyoruz.
Günümüz müslümanlarının düştüğü bu çokluk ve güç
tuzağı, temelde Allah'a itimatsızlık ve sûizan olayıdır. İnsanlık tarihini doğru
okuyanlar iyi bilirler ki, insanlığın kaderini değiştiren büyük devrimler,
şuursuz kalabalıklar sâyesinde değil; iyi eğitilmiş bir avuç şuurlu kadrolar
sâyesinde gerçekleşmiştir. Bunun en canlı örneği yeryüzünün en büyük inkılâbı
olan Saâdet Asrı inkılâbıdır. Bu inkılâp şuursuz kitlelerin, câhil
kalabalıkların elleriyle değil; inandığı değerler uğruna ölmeyi bilen bir avuç
iyi yetiştirilmiş insan eliyle gerçekleştirilmiştir.
Günümüzdeki hareketlerin en büyük zaafı
kitleleri şuurlandırmaya çalışmaktır. Kitleler tarihin hiçbir döneminde
şuurlandırılamamış, ancak şartlandırılmıştır. Şuurlandırılması elzem olan
çekirdek kadrolardır. Çağdaş İslâmî yapılanmalar ise bunun tam tersini yapmaya
çabalıyorlar: Kitleleri şuurlandırmak, kadroları şartlandırmak... Çünkü, eğer
kadrolar şuurlandırılırsa belki elden kaçabilir. Bu korkuyla onları şuurlandırma
yerine, şartlandırma mantığı güdülmektedir. (8)