Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Hangi Kâfirlerle Savaşmadan İyi Geçinilebilir?.
Hangi Kâfirlerle Savaşmadan İyi Geçinilebilir
Hangi Kâfirlerle
Savaşmadan İyi Geçinilebilir?
Allah Teâlâ, dostlarımızı ve
düşmanlarımızı sayar. Mü'minleri bırakıp kâfirleri dost kabul etmemize izin
vermez. Ancak bu durum, onlarla her durumda ilişkileri kesmemizi veya
savaşmamızı gerektirmez. Aksine, tüm insanlara iyilik esastır. Savaş da,
muhâtaplarımızı yok etmeyi değil; onları İslâm'laştırarak kurtarmayı veya
kurtulmak istemeyen o zâlimlerden diğer insanları kurtarmayı hedeflemek şartıyla
meşrû görülür. İslâm, hangi inanç ve anlayıştan olursa olsun, birtakım
özellikleri taşıyan insanlarla müşterek hareket etmeye engel olmaz; aksine
teşvik eder. Zira, insanlar arasında barışın temini, öncelikle müslümanlarla,
daha sonra diğer insanlarla karşılıklı ilişki içinde bulunmakla sağlanır.
Dünyada her insanın müslüman
olması beklenilemez; bu, Allah'ın sünnetine ve sınavına aykırıdır.
?Eğer Rabbin dileseydi,
yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, mü'min olmaları
için insanları zorluyor musun? Allah'ın izni olmadan hiç kimse iman edemez. O,
murdarlık (azabını), akıllarını kullanmayanlara verir.? (10/Yûnus, 99-100).
İnanmayanlarla, iman eden
insanlar, devamlı beraber yaşamak mecbûriyetinde kalabilir. Hz. Peygamber,
Medine vesikasında farklı din mensuplarıyla, müşrik ve ehl-i kitap bütün
insanlarla savunma anlaşması yapmıştır.[1]
Bunun için, kendileriyle bazı
ilişkiler kurulabilecek, anlaşma yapılabilecek gayr-ı müslimlerde bulunması
gereken, temel özellik; İslâm'a ve müslümanlara düşman olmamalarıdır.
Kendi inanç, düşünce ve yaşantıları doğrultusunda hareket edip mü'minlere düşman
olmayan ve müslümanların düşmanlarına yardım etmeyenlerle dünyevî bazı
anlaşmalar yapabilir, onlarla bazı ilişkilere girebilir, onlarla iyi
geçinebiliriz.
?Allah sizinle din uğrunda
savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil
davranmanızı yasak etmez. Allah adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle
din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için
yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zâlimler
onlardır.? (60/Mümtehine, 8-9)
Alım ve satımda, hediyeleşmede
kâfirlerle muâmelede bulunmak gibi şeyler, onları velî ve dost kabul etme
kapsamına girmez. Ancak, haram işlerde bunlara yardım ve gayr-ı meşrû konularda
kâfirlere yararı dokunacak şeylerin alınıp satılması, meselâ, savaşta
yararlanılacak silâh gibi araç gereçlerin onlara satışı câiz değildir.
?İyilik ve takvâda (Allah'ın
yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine
yardımlaşmayın. Allah'tan korkun; çünkü Allah'ın cezası çetindir.? (5/Mâide,
2).
Peygamberimiz (s.a.s.) de zaman
zaman müşriklerle alım satımda bulunmuştur (Buhârî, 4/410, hadis no: 2216; Ahmed
bin Hanbel, 5/137, hadis no: 3409). Ancak, kâfirlerden alınan şeyler hakkında ve
onlarla her türlü ilişkiler konusunda çok titiz ve ihtiyatlı davranılmalı,
onların İslâm'a ve müslümanlara düşmanlıklarından dolayı verebilecek zararlar
düşünülmelidir. Her türlü kültürel faâliyetler, özellikle İslâmî ilimler ve
yorumlar, sanat etkinlikleri, eğlence araç ve yöntemleri gibi itikadı, toplumun
ifsâdı ve salâhını, fıkhı (haram-helâlı) ilgilendiren konularda kılı kırk yaran
bir tavır takınılmalıdır. Unutmayalım ki zehir, billûr kâseler içinde ve leziz
gıdalar içine gizlenerek sunulur.
Bugün insanlar eliyle üretilen
fikir ve düşünce sistemleri, düzenler, eğitim ve çevre şartları gibi insanları
derinden etkileyen araçlar, Allah ve Rasûlüne savaş açmış durumdadır. Eğitim ve
öğretim, düşünce sistemleri, fikir akımları, ırkçılık, beşerî ideolojiler,
misyoner faâliyetleri, dinsizlik propagandaları, Darwinizm, materyalizm,
sosyalizm, siyonizm, hümanizm, laiklik, özgürlük anlayışı, sanat faâliyetleri,
sinema, tiyatro, medya, ilân ve reklâm araçları, dünya görüşleri, futbol ve
müzik tutsaklığı, kapitalizm ve tüketim alışkanlıkları, insanları fıtratlarından
ve Allah'ın dostu olma özelliklerinden sıyırmak için en dehşetli silâhlar ve
şeytanî araçlar olarak kullanılıyor. Bu kadar çok yönlü ateş altında kalan
savunmasız, câhil ve her şeyden önemlisi kâmil imandan mahrum bırakılan halk,
elbette Allah'a dostluğa giden yolu bulamıyor, bilinçsiz de olsa şeytanın
dostluğuna meylediyor.
Lâ ilâhe illâllah diyen bir
müslümanın, İslâm akîdesi ile çelişen her türlü fikir ve akımdan uzaklaşması,
Allah'ın indirdiğine aykırı her kanun, yasa, nizam, tüzük, düzenleme ve düzenden
uzak olduğunu açıkça bildirmesi ve yaşayışıyla göstermesi gerekir ki, gerçekten
tüm ilâhları reddetmiş olsun. Pyegamber'in amcası Hz. Abbas'ın dediği gibi, lâ
ilâhe illâllah diyen kimse, bu sözüyle bütün (kâfir) dünyaya savaş açmış
olduğunu bilmelidir. Kâfirler bütün güçleriyle İslâm'a ve gerçek müslümanlara
saldırırken, müslümanın sadece gündelik işlerle uğraşıp savaşçı olmaması
düşünülebilir mi?
?İman edenler Allah yolunda
savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O
halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı
zayıftır.? (4/Nisâ, 76).
Çağdaş müslümanın öyle bir
derdi yok. O işiyle, aşıyla ve keyfiyle meşgul. Bahâneler de çok: ?İmkânlarımız
yok, taşlar da bağlı...? Filistin'li çocuklardan öğrenin bağlı taşları koparıp
fırlatmanın yolunu, imanın en büyük imkân olduğunu, Allah'ın tarafını seçenin
direnişini...
Gayri müslimlerin ziyâret
edilmeleri de, onlara dinin tebliğini amaçlıyorsa meşrûdur. Dinî bir maslahat,
ya da önemli mâzeret yoksa ziyaret uygun görülmemiştir. Gayri müslimlere ait
küfür şiarları ve alâmetleri ile ilgili olarak kendilerini tebrik etmek, onları
kutlamak, bayramlarını tebrik ittifakla haram kabul edilmiştir. Kim bir kulu,
bir isyanından, haram fiilinden, bid'atından ve küfründen ötürü tebrik eder veya
kutlarsa, bu kimse Allah'ın sınırını aşmış, Allah'ın gazabını üzerine çekmiş
olur. Müslüman da kabul edilseler, zâlimlerin belli bir makama gelmelerini
kutlamak da böyledir. İslâm'a aykırı davranışlarda bulunan fâsık kimselere
tâzimde bulunmak, onlara ?efendim, beyim, paşam!? demek de haramdır.
?Münâfık olan kimseyi
?efendim' (sayın, saygıdeğer, paşam, beyefendi!) diye çağırmayın. Şayet o kimse
efendi, bey yapılacak olursa, siz bu durumda aziz ve celil olan Rabbınızın
gazabını çekmiş olursunuz.? (Ebû Dâvud, Sünen, Edeb, hadis no: 4977;
Mişkâtu'l-Mesâbih, 3/1349, hadis no: 4780).
İbn Kayyım'ın belirttiği gibi,
bu tür insanlara; ?devlet büyüğü, ulu devlet başkanı veya ey yüce falan? diye de
lakap verilip bu tür ünvanlar kullanılamaz. Bugün müslümanların kâfirler
arasında bir selin içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin
başında, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleri yatmaktadır.
Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah'ı ve Allah
taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve
dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.
Peygamberimizin çağında cereyan
etmiş olan tarihî olaylar, İslâmî savaşın tek sebebinin meşrû müdâfaa olduğunu
ve müslümanlarla kâfirler arasındaki ilişkilerin barış esasına dayandığını
açıkça doğrulamaktadır. Rasûlullah'ın, düşmanlarına karşı, onlar bir saldırıya
kalkışmadıkça veya böyle bir hazırlığa girişmedikçe, kılıç çekmemiş olması bu
fikri destekler. Peygamberimizin müslüman olmayanlarla ilişkilerini ayrı ayrı
ele alalım:
1- Müşriklerle, Allah'a
ortak koşanlarla olan ilişkiler: Peygamberimiz (s.a.s.), insanları, durmadan
İlâhî mesajla Allah'ın birliğine inanmaya özendirerek, bilgisizlikten ileri
gelen suçlardan ve fanatiklikten doğan zulümlerden onları temizlenmeye çağırmış,
on üç sene Kureyş'in Allah'a eş koşan insanları arasında yaşamıştır. Allah'ın
yüce emirlerine uyarak her fırsatta iman ve ahlâk nizamını, iyi ve hoş geçinmeyi
öğütleyip durmuştu. Kur'an da bunu emrediyordu:
?İnsanları Rabbinin yoluna
hikmetle ve güzel öğütle dâvet et. Onlarla mücâdeleni en güzel (yol) hangisi ise
onunla yap.? (16/Nahl, 125)
Fakat bilindiği gibi; kâfirler,
Peygamberimize ve arkadaşlarına karşı hiç de iyi davranmadılar. Ona kötülük
etmek için her fırsattan yararlandılar. Rasûlullah ise sabrı ve ferâgatı ile
onları eziyor, perişan ediyordu. Hayatına kıymayı planladıkları Mekke'deki son
gününe kadar bu durum böyle devam edip gitti. Allah'a eş koşanlar her kabileden
bir adam seçerek Peygamberimize uğursuz bir darbe indirmek amacıyla bir araya
geldiler. Darbelerini rahatlıkla ve sessizce indirebilmek için gece vakti evini
kuşattılar. Ama her şeye gücü yeten Allah, Peygamberini bu zor durumdan
kurtardı. Peygambere gönül verenler ise daha önce şehirden hicret edip
gitmişlerdi. Seçmiş oldukları dinden dolayı, bu insanlar, yurtlarını terk etmek
zorunda kalmışlardı. İşte bütün bu olaylardan sonra Allah (c.c.), müslümanlara
savaş için izin vermişti:
?Kendileriyle savaşılanlara
(mü'minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi.
Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar, başka değil;
sırf ?Rabbimiz Allah'tır' dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış
kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi,
mutlak sûrette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler,
havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım
edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir.?
(22/Hacc 39-40)
Savaş, sadece Kureyş'e karşı
yapılıyordu. Çünkü ilk defa saldırıya geçenler onlardı. Ayrca Mekke'de kalmış
olan müslüman azınlığa baskı ve işkence yapmak sûretiyle bu saldırılarını devam
ettiriyorlardı. Bedir ve Uhud savaşları onlara karşı yapılmıştı. Fakat Ahzâb,
yani Hendek savaşında iş değişti. Çünkü bu savaşta Kureyş'in liderleri Arap
halkını müslümanlara karşı kışkırtmış ve hepsi birlik olup ansızın, amansız bir
saldırıya girişmişlerdi. Arabistan'ın kutsal sitesi Medine'yi yerle bir etmek
için tüm kuvvetlerini toplamışlardı. Bu durumda bütün Araplara karşı harekete
geçmek kaçınılmaz olmuştu. Çünkü bu saldırıya onların hepsi de katılmıştı. Allah
(c.c.) şöyle buyurur: ?...Müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz
de onlara karşı topyekün savaşın.? (9/Tevbe, 36). İlk defa saldırıya
geçenler, Allah'a şirk koşanlardı. Müslümanların bu toplu saldırıyı püskürtmeye
hakları vardı elbette. Sadece hakları değil; aynı zamanda göreviydi de. ?...
Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder.
Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir.? (22/Hacc, 40)
2- Yahûdilerle olan
ilişkiler: peygamberimiz Medine'ye göç ettiği zaman yahûdilere sataşmayı resmen
yasaklamıştı. Onlara işkence veya baskı yapmak şöyle dursun; tam aksine,
yahûdilerle barış içinde yaşamıştı. Karşılıklı hak ve görevleri kapsayan ?iyi
komşuluk paktı? imzalamış; ayrıca kendisi de aynı hak ve görevleri yüklenmişti.
Rasûlullah sâdık bir müttefik olarak kalmış ve antlaşmayı bozmayı bir an bile
aklından geçirmemişti. Mü'minler ve onların başında Peygamberimiz, imzaladıkları
bir antlaşmadan asla dönmezlerdi. Üç sene bu antlaşma sürdü. Hatta Allah'ın
yardımıyla müşriklerin ezildiği ve Kureyş'in gururunun kırıldığı Bedir
savaşından sonra bile bu pakt devam etmekteydi. Ne var ki, üçüncü sene Uhud
savaşı esnâsında yahûdiler antlaşmayı bozdular. Dördüncü sene ise, İslâmiyeti
vatanından söküp atmak ve yok etmek için bütün Arap müşriklerinin bir araya
geldiği Ahzâb/Hendek savaşında, bir kere daha antlaşma hükümlerine aykırı
davranıp müslümanlara ihânet etmişlerdi. Yahûdilerin ihânet plânları öyle
zincirlemesine devam edip gitmişti ki, eğer bunda başarılı olabilselerdi
müslümanların ve İslâmiyetin sonu bir anda gelmiş olurdu. Yahûdiler gizliden
gizliye komplolar hazırlıyor ve İslâm nûrunu söndürmek ve içten yıkmak için
ellerinden geleni yapıyorlardı. Nitekim Kur'an'da da ilân edildiği üzere, artık
bu antlaşmayı yürürlükten kaldırmak zorunlu olmuştu:
?(Antlaşma yaptığın) Bir
kavmin hâinlik yapmasından (ahdini bozmasından) korkarsan, sen de hak ve
adâletle (onlarla yaptığın ahdi) onların üzerine at. Çünkü Allah hâinleri
sevmez.? (8/Enfâl, 58)
3- Hıristiyanlarla olan
ilişkiler: Yüce Peygamberimiz onlarla ancak Suriye'de, müslümanlara baskı ve
zulüm yaptıkları zaman savaşmıştı. Bununla beraber Rasûlullah, bütün
hıristiyanlara değil; sadece Bizanslılara karşı saldırıya geçmiş ve diğer
taraftan hıristiyan Araplarla iyi ve barışa dayalı ilişkilerini ve komşuluk
bağlarını devam ettirmişti. O, Bizanslılarla hıristiyan oldukları için değil;
saldırgan tutumlarından dolayı savaşıyordu. Kur'ân-ı Kerim, hıristiyanları
müslümanlara en yakın topluluk olarak gösteriyordu:
?İnsanların, mü'minlere
düşmanlık bakımından en şiddetlisini andolsun ki, yahûdilerle müşrikleri
bulacaksın. Onların, iman edenlere sevgi bakımından daha yakınını da, andolsun
?biz hıristiyanlarız' diyenleri bulacaksın. Bunun sebebi şudur: Çünkü onların
içinde keşişler, râhipler vardır. Şüphe yok ki onlar büyüklenmek istemezler.
Peygamber'e indirileni (Kur'an'ı) dinledikleri vakit de hakkı tanıdıklarından
dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün.? (5/Mâide, 82)
Bu tarihî olaylar açıkça
göstermektedir ki, Peygamberimiz (s.a.s.), yalnız ve yalnız kendisine veya
İslâm'a saldıran, kendisine karşı komplo düzenleyen veya İslâm düşmanlarıyla
gizli anlaşmalar yaparak onlarla suç ortaklığı eden, el altından onlara yardımda
bulunan kimselere karşı savaşmıştır. Çünkü O, İslâm'ın gerçeklerini evrensel bir
şekilde çizip belirleyen, müslümanların kendileriyle barış içinde yaşayan
kimselerle savaşamayacaklarını açıklayan eşsiz bir şahsiyettir, o âlemlere
rahmet olarak gönderilen merhamet peygamberidir. İslâm da bir anlamı barış olan
dinin adıdır.[2]
"İslâm" kelimesi, anlamı barış
demek olan "silm" kökünden türemiştir. Barış kökeninden ismi türetilmiş olan bir
dinin kitabında savaştan söz edilmesi derinlemesine akletmeyen kimseler
tarafından yadırganabilir. Ancak Kur'ân-ı Kerim, hayaller ve ütopyalar üzere
kurulu bir kitap değildir. Bir şeyin olmamasını istemek başka, onun varlığını
kabul etmek başka bir şeydir. Savaş, insanlık tarihiyle birlikte var olmuş ve
var olmaya devam edecektir. Henüz insan yaratılmazdan önce melekler, insanın
yeryüzünde kan döken ve fesat çıkaran bir varlık olacağını söylemiş, Yüce Allah
da, bu iddialarının gerçekleşmeyeceğini belirtmemiştir. Tarih de bunu isbat
etmektedir.
Din karşıtı tavır takınanların
ileri sürdükleri hususlardan biri de, dinlerin savaşlara sebep olduğudur. Ama
hiç kimse, dinlerin yönetimler üzerinde etkisinin bulunmadığı günümüzde ortaya
çıkan savaşların, hem yoğunluk, hem de tahribatları bakımından dinlerin
yönetimler üzerinde etkili oldukları dönemlerden daha az olduğunu söyleyemez.
Aslında dinler, insanların mutluluğunu ve barış içerisinde yaşamalarını hedef
edinirler. Özellikle İslâm dini açısından meseleye baktığımızda sırf inançtan
kaynaklanan savaşların varlığını iddia edebilmek için, bunun, Kur'an'a
dayandırılması gerekir. Din inancı ve dinî ilimler sâfiyetlerini korudukları
müddetçe dinin savaşlara sebep olduğu söylenemez.
İslâm düşmanları, İslâm'ın
silâh zoruyla yayıldığı iddiasını ortaya atmaktadır. Bu, ya gaflet ve cehâletle
veya kasıt ve ihânetle yapılan bir değerlendirmedir ve tümüyle yanlıştır.
Kur'an'da saldırı savaşına işaret edebilecek bir husus bulunmamaktadır. Bilakis,
müslümanlara savaş açmış yahut müslümanları yurtlarından çıkarmış kimselerle
savaşılması ve onların bu yaptıklarından vazgeçmeleri durumunda da savaşa son
verilmesi istenmekte, hatta müslümanlara savaş açmamış kimselere iyilik
yapılmasında bir sakınca bulunmadığı belirtilmektedir (2/Bakara, 190-194;
60/Mümtehıni, 8-9).
Savaşın sebebi, bütünüyle
müslümanlara yapılan haksızlıklardan kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte, İslâm
toplumuna düşmanlık ve haklarına tecâvüz olmaksızın, sırf İslâm dinini inkâr
etmesi nedeniyle bir ülkeye savaş açılabileceğini ileri süren İslâm hukukçuları
olmuştur. Bu hukukçulara göre, o ülkenin sınırına gidilir ve savaşmadan önce
onlara üç şey teklif edilir. Önce müslüman olmaları istenir ve İslâm'ı kabul
ettikleri takdirde mal ve canlarını kurtaracakları; bundan böyle müslümanlarla
aynı statüye kavuşacakları söylenir. Bunu kabul etmedikleri takdirde, kendi
dinlerinde kalabilecekleri, fakat müslümanların hâkimiyetine girip cizye
vermeleri teklif edilir. Bu iki şıkkı da kabul etmedikleri takdirde,
kendileriyle savaşılacağı bildirilir. Bu barış seçeneklerini kabul etmedikleri
takdirde de kendilerine savaş açılır.
Diğer bazı hukukçular ise,
İslâm dininin, vatandaşlarına tebliğ edilmesine engel olanlarla savaşılabiceğini
söylemişlerdir. Bu görüşü ileri sürenler, İslâm'ın evrensel bir din oluşunu ve
Peygamber'in, İslâm dinini bütün insanlara tebliğ etmekle görevlendirilmiş
olmasını görüşlerine temel alırlar. Şunu belirtelim ki, ne öncekiler ve ne de bu
görüşte olanlar, İslâm dininin zorla dayatılacağını savunmuyorlar. İnsanların bu
dinle karşı karşıya gelmelerini; isterlerse inanacaklarını ve istemezlerse
inanmayacaklarını belirtiyorlar.
Birinci grup, müslüman olmayan
yönetimlerin, vatandaşlarının, İslâm'la karşılaşmalarına ve müslüman olmalarına
engel olacaklarını ileri sürerken; ikinci grup, bunun pratikte ispatlanmış
olmasını şart koşarlar. O halde ikinci gruba göre, inançların ifade edilmesine
ve insanların inandıkları gibi yaşamalarına engel olmak, savaş sebebidir. Ancak
bunun fiilen ispatlanmış olması gerekir. Birinci gruba mensup olanlar: Küfür
bizâtihî büyük bir cinayettir. Bu cinayetin devamına göz yumulamaz. Bu sebeple
fırsat bulunduğunda, müslüman olmayanlarla savaşmak gerekir, derler. Halbuki
küfrün savaş sebebi olamayacağı ortadadır. Zâten o ülke toprakları, İslâm
ülkesine katılacak olsa bile isteyen, kendi dinini devam ettirir. Çünkü Kur'an,
inanç konusunda bir dayatmanın olamayacağını açıkça ifâde etmektedir.
Düşman ülkenin sınırına
varıldığında, onlara üç şeyin teklif edilmesi meselesine gelince; bunlar, savaş
sebebi oluştuktan sonra yapılacak tekliflerdir. Buna göre onlara önce müslüman
olmaları teklif edilir. Bunu kabul etmedikleri takdirde, cizye vermek kaydıyla
müslüman ülkenin vatandaşı olmaları istenir; bu iki teklifi kabul etmedikleri
takdirde kendileriyle savaşılacağı haber verilir. Savaş sebebi oluştuktan sonra
yapılan bu tekliler de, İslâm'ın savaşa başvurmak istemediğini gösterir. Ama
savaşın sebepleri oluştuktan sonra, ilk iki teklifi de kabul etmezlerse,
savaştan başka yol kalmadığından dolayı savaşa başvurmak câiz görülmüştür.
Tebliğ için savaşın câiz
olacağı meselesine gelince; dinin ulaştırılmasında tâkip edilecek metot şu
âyette açık bir şekilde ifade edilmektedir:
"Hikmetle, güzel öğütle,
Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin,
yolundan sapanları en iyi bilen O'dur ve O, hidâyete tâbi olanları/yola
gelenleri de en iyi bilendir." (16/Nahl, 125).
Savaş, bu âyette zikredilen
hikmetle, güzel öğütle ve güzel mücâdele ile de bağdaşmaz. Kaldı ki, âyetlerde
savaşın nedenleri zikredilmektedir ve bunların hiçbirinde İslâm'ın, savaşılan
ülkenin vatandaşlarına ulaştırılması savaşa sebep olan bir unsur şeklinde
zikredilmemektedir. Dini tebliğ etmenin diğer yollarına başvurmak yeterlidir.
Ulusların birbirleriyle ilişkileri, herhalde savaştan ibâret değildir. Din
dâvetçisi göndermek, ticaret ve daha başka ilişkiler, dinin tebliğ edilmesi için
uygun vâsıtalardır. Bu araçlar mümkün değilse, mümkün olanlarıyla yetinilir.
Örneğin Malezya'ya, Endonezya'ya, Hindistan'a, Çin ortalarındaki bölgelere ve
daha başka bölgelere, müslüman tüccarlar kanalıyla İslâm yayılmıştır. Ayrıca
tarih boyunca müslümanların hiç savaşmadıkları bölgelerde yaşayan müslümanların
nüfus miktarının, savaş yapılan bölgelerde yaşayanların nüfus miktarından çok
daha fazla olduğunu burada belirtmeliyiz. Gerçi müslümanların savaştıkları
bölgelerde de, sözkonusu savaşların, durup dururken yapılmadığı, bilakis karşı
tarafın savaşa sebep olacak davranışlarda bulunduğu bir vâkıadır. Elbette tarih
boyunca müslümanların bu konuda hiçbir hata işlemediklerini söylemek
istemiyoruz. Yapılan savaşların genelde savunma savaşı olduklarını anlatmak
istiyoruz. Herhalde hiçbir dinin veya düşüncenin tarihi, bu konuda İslâm'ın
tarihi kadar temiz değildir.
İslâm'da cihad ve kıtâl, bir
savunma savaşı olduğundan dolayı, Kur'ân-ı Kerim'de savaşa katılmayanlar
şiddetle kınanmıştır. Çünkü cihada katılmayanlar, kendi toplumlarını ve
vatanlarını savunma görevini yerine getirmemekte, esâret içerisinde bir hayatı,
özgür bir hayata tercih etmektedirler.
Dinin tebliği için gerektiğinde
savaşılacağını; çünkü Peygamberimizin peygamberliğinin evrensel olduğunu ve bu
peygamberliğe insanların muhâtap olmaları için gerekirse savaşa gidilebileceğini
ileri süren hukukçuların, bu gerekçeleri de, artık günümüzde geçerli değildir.
Çünükü günümüz açısından mesele değerlendirildiğinde, dinin tebliğ edilmesi için
başka ülkelere gitmeye gerek yoktur. Zaten günümüzde müslümanlar, dünyanın her
tarafında bulunmaktadır. Ayrıca günümüz teknolojisiyle ulaşılmayan bölge yoktur.
Yeter ki dini doğru anlatan ve yaşayanlar bulunsun.[3]
İslâm savaşları, suçsuz halka
saldıran, malları yok eden, atom bombalarıyla herşeyi harap eden, binaları
yıkan, tabiatı bile kemiren yirminci yüzyılın savaşlarına, toplu kıyımlarına
bütünüyle zıttır. Müslümanlar, ne orman kanunlarından, ne de güçsüzü ezen
güçlünün zorbalığından ilham almışlardır. İslâm savaşçılarının uymak zorunda
olduğu kanunlar, İlâhî bir kaynaktan gelmektedir. Bu kanunlar, ezilenlerin
zorbalara karşı savunmasının hiçbir yerde rastlanmayan muhteşem örneğini vermek
ve müstaz'afların zâlim müstekbirlerden hakkını en güzel bir yolla alma
mücâdelesini gerçekleştirmek ve hakkı hâkim kılmak için gönderilmişlerdir.
?Biz ise diliyoruz ki, o
yerde za'fa uğratılanlara (müstaz'aflara) lutfedelim, onları (hayırda) önderler
yapalım, onları (kâfirlere) vârisler kılalım.? (28/Kasas, 5).
İslâmî savaş; sebebi,
başlayışı, cereyanı, bitişi ve yenilenlere yapılacak işlemler açısından tamâmen
âdil ve bâtıla karşı hakkı savunan, gerçekten İlâhî bir savaştır.
Savaştan korkanların herşeye
rağmen bir barış sağlanması dileği, bir bakıma emperyalizme boyun eğmek anlamına
gelir.
İslâm barış dinidir. Ve biz onu
cihadla koruyacağız. "Cihad" ve "barış", birbirine karşıt değil; özdeş
kavramlardır. Çünkü bu, barışı yok eden saldırılara karşı bir barış savunusu,
barışı hâkim kılma mücâdelesinin adıdır.
Barış güzeldir, ancak barış
için savaşılabilir. İslâm, lügat ve terim anlamı olarak gerçek barıştır. Barışı
tüm dünyada gerçekleştirmek için İslâm'ı tüm dünyaya hâkim kılma gayreti
gerekmektedir.
Evet, biz barış savaşçılarıyız.
Ne zulmederiz ve ne de zulme boyun eğeriz. İnsanlar inandıkları gibi yaşasınlar
ve düşündüklerini özgürce ifade etsinler istiyoruz. Biz Hakk'a tâbiyiz ve hak
sahiplerinin hakkını savunuruz.
Barış kula, ya da devlete, ya
da servete boyun eğme; onun rabliğini ve hükümranlığını kabul etme olayı
değildir. nefsinin esiri olanlar da aslında kaybedilmiş bir savaşı ifade eder.
Barış, bir esâret stratejisi değildir.
İslâm'da barışın teminatı,
insanların birbirlerinin hak ve hukukuna riâyet etmesidir. Dinde zorlama
olmaması ve herkesin dininin kendine âit olması ve müslümanların tek yanlı bir
deklerasyonla, başkaları kendilerinin bu haklarını korumasalar bile, meşrû
zeminde bütün insanların mallarını, canlarını, namuslarını, akıl ve inançlarını,
bütün canlıların nesil emniyetlerini koruması yönünde bir taahhüde sahip
bulunması ile aktif bir barış politikası üretmektedir. İslâm âdil ve kalıcı bir
barışın teminadır ve barışa yönelik tecâvüzlere karşı da insanları kışkırtır.
Onun içindir ki, İslâm peygamberi hem savaş, hem de barış peygamberidir.
Fuhşun, alkolün,
uyuşturucuların, işretin, kumar ve öteki ahlâksızlıkların zebunu olmuş boş
vermiş insanların gerçek anlamda inanç ve ideolojileri yoktur. Bu yozlaşmaya
karşı ise inanca dayalı çözüm yolları üretmek zorundayız. Belki insanları
uyuşturarak barışçı edilgen topluluklar üretilebilir, ama böyle bir yaklaşımla
barış toplumuna ulaşılamaz. Bu, gizli ve sessiz bir terör yöntemi olarak
değerlendirilebilir.
İnsanların kendi ideolojilerini
dayatmaları ve başkalarını bu dine ya da ideolojiye boyun eğmeye zorlamaları bir
başka savaş türü olacaktır ki, bu tür dayatmalara karşı biz savaşa hazır
olmalıyız.
Müslümanlar kendi içinde ve
kendi inanç kardeşleri arasında barışı sağlamak zorundadırlar. Çünkü Allah ve
Rasûlü bizi barışa çağırır. Dinde tartışmaya girenler ve birbirlerinin ayıbını
araştıran ve birbirlerine karşı kötü söz ve kötü fiil sahipleri korkutucu bir
günle uyarılır.
[1]
Remzi Kaya, Kur'an'da Dostluk İlişkileri, s. 226-228.
[2]
Muhammed Ebu Zehre, İslâm'da Savaş Kavramı, s. 47-53.
[3]
M. Sait Şimşek, Kur'an'ın Ana Konuları, s. 282-286.