Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

c- Bir Benzerinin Getirilememesi

c



c- Bir Benzerinin
Getirilememesi

Mucizenin üç ana unsurundan
biri de benzerinin getirilememesidir. Nüzulünden bu yana Kur'an-ı Kerim,
yukarıda zikrettiğimiz ayetleri ile, devamlı olarak bütün insanlığa meydan
okuyup durduğu halde bir suresinin dahi benzeri meydana getirilememiştir.
Böylece mâzi, hal ve istikbale dair verdiği haberlerin doğruluğu da gerçekleşmiş
olmaktadır. Her asırdaki âlim, edip, belîğ, münekkit ve müellifler onun
mucizeliğini; belâğat, fesâhat ve beyânda onun derecesine çıkmaktan âciz
olduklarını itiraf etmişlerdir.
Kur'an-ı Kerim'in bir sûresinin
dahi bu güne kadar benzeri getirilememiş, bundan sonra da getirilemeyecektir.
Böylece o, diğer peygamberlerin mucizelerinin aksine, belli bir zamanda yaşayan
insanlara gösterilen ve zamanla etkisini kaybeden bir mucize olmayıp, son
peygamberin ebedî risaletine paralel olarak ebediyyen varlığını sürdüren bir
mucize olmaktadır.
Kur'an'ın "asla
yapamayacaksınız" diye haber verişi, o günden bugüne kadar 14 asırlık bir
tecrübe ile doğruluğunu gösteren bir ebedî mu'cizedir. Bu meydan okumanın i'câzı
karşısında yarıştan vazgeçilmiş, dille susturamadıkları delile silahlar
çekilmiş, kanlar akıtılmış, dünyalar karıştırılmış, her türlü zahmetler,
masraflar tercih edilmiş ve fakat bu mu'cizeye hiçbir red cevabı verilememiştir.
Ancak aldatmaca ile Kur'an irşadının önüne geçmeye çalışılmıştır. Bunlara karşı
ilahî adalet, elbette yerini bulacaktır, o cehennem ateşi sönmemiştir. "Bunu
yapamazsınız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem
ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır." (2/Bakara,
24). Ayetteki "taş" kelimesinin fennî bir açıklamayı içerdiğinde şüphe
yoktur. Gerçi bu "taş"tan kastedilen heykeller ve putlardır. Ve cehennem
ateşini tutuşturmaya sebep olan yakıtın, insanlar ve tapınılan heykeller olduğu
beyan ediliyor. Fakat aynı ifadede o, çıra, kömür gibi ateş tutuşturan taşlar
bulunduğunu da bildirmiş oluyor ki, fen adamları bunun "taş kömürleri" olduğunu
söylüyorlar. Ayette geçen "vekûd (yakıt)" ateş yakılan kibrit, ot, çöp,
çıra, odun ve diğerleri gibi şeylerin hepsi için söylenir. (4)
Seyyid Kutub da, taş-insan
birlikteliğini şöyle yorumlar: "...Yakıtı, insan ve taş olan cehennem
ateşinden sakının. Çünkü o ateş, kâfirler için hazırlanmıştır." (2/Bakara,
24) Bu dehşet saçan korkunç manzarada niçin insanla taş bir arada zikrediliyor?
Kâfirler için hazırlanmıştır bu ateş. Surenin başında vasıfları belirtilen
kâfirler için. "Allah'ın kalplerini, kulaklarını mühürleyip gözlerini
perdelediği" kâfirler için. Kur'an, meydan okuduğu ve meydan okuyuşa cevap
vermekten âciz kaldıkları halde iman etmeyen kâfirler için. Şu halde bunlar, her
ne kadar şekil itibariyle insan suretinde iseler de, aslında birer taş
parçasıdırlar. Onun için taş nev'inden olan taşlarla, insan nev'inden olan
taşların bir arada zikredilmesi tabiî ve beklenen bir şeydir. Bu korkunç
manzarada taşın mevzu edilmesi, insanoğlunun zihninde başka bir tablo daha
canlandırıyor: Öyle bir ateş yığını ki, taşları eritmekte ve öyle bir insan
yığını ki, bir taş sellerinin önünde ateşe akmakta... (5)
Kur'an, öyle bir sözdü ki, ilk
andan itibaren inananları da inanmayanları da büyülemişti. O zamanki Arapları
İslam'a çeken tek kuvvet, Kur'an'ın ifade sihri idi. Hz. Ömer gibi sert bir
insan, Kur'an'ı duyar duymaz yumuşamış, kalbi İslam'a ısınmış; Utbe bin Rabia
onu dinleyince içinde ona karşı duyduğu cezbeyi izah edemeyip ona sihir demişti.
Kureyş ileri gelenleri hep Kur'an'ın ifade sihrini hissettiklerinden ve Kur'an'a
karşı koyacak bir söz olamayacağını bildiklerinden, yayılmasını önlemek için onu
dinletmemeyi uygun görmüş, "Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Okunurken gürültü edin,
belki böylece galip gelirsiniz." (41/Fussılet, 26) demişlerdi.
Kur'an'ı dinleyen hıristiyan ve
yahudiler de kendilerini tutamayarak ağlamışlardı: "Peygamber'e indirileni
dinledikleri zaman gözlerini görürsün ki, yaşla dolup boşanarak Rabbimiz,
derler, inandık, Sen bizi şehadet edenlerle beraber yaz." (5/Mâide, 82) İşte
bunlar, Kur'an'ın ruh ve vicdanlara yaptığı etkinin, yani mucizeliğinin
neticesidir: "Rablerinden korkanlar, onu (Kur'an'ı) duyunca derileri
ürperir." (39/Zümer, 23)
Kur'an'da kendine has bir
musiki vardır. Bu musiki, anlatılan konuya göre değişir. Dalgalar, konuya göre
alçalıp yükselir. Kur'an'da biri sert, kaba dalgalı bir musiki, diğeri de
yumuşak ve hafif dalgalı bir musiki olmak üzere kulağımıza iki musiki çeşidi
vurmaktadır. Cehennem azabından bahseden ayetlerde âdetâ cehennemin kükremiş
olan dilleri görülür ve ateşin kükreyen sesi duyulur. Haşinlik, zulüm ifade eden
ayetlerde kelimeler çelik gibi sertleşmekte, mermer kaleler gibi katılaşmakta;
rahmet, şefkat, cennet nimetlerini ifade eden ayetlerde kelimeler pamuk gibi
yumuşamakta, bal gibi tatlılaşmakta, sanki ilahî rahmet, insanın kalbini
okşamaktadır.
Nâs suresine bakalım: Burada
tema, fısıltı, içten gizli telkin temasıdır. Cin ve insanlardan olan şeytanın
insana fısıltı ile kötü telkinler yaptığı anlatılmaktadır. Nas suresini şimdi
hafif sesle tekrar okuyun, bakın, bu fısıltıyı kulağınızla duyuyorsunuz değil
mi? Kelimelerin sonundaki "sin"ler bir fısıltı sesi çıkarmıyor mu? İşte bu,
Arapça bilmeyenlerin bile anlayabileceği Kur'an'ın bir mucizesidir.
İbn Hişam ve Taberi'nin
rivayetine göre, Kureyş, kendi aralarında konuştular: "Hac mevsimi geldi, bu
adam hakkında bir karar verelim, gelen hacılara hep aynı şeyi söyleyelim.
Birimizin söylediğini öteki yalanlamasın. Velid bin Muğire'yi konuşmak için
Rasülüllah'a gönderdiler. Velid gelmiş, Rasûl-i Ekrem'i dinlemişti. Hz.
Peygamber "İnnallahe ye'müru bil'adli...(Şüphesiz Allah adaletle, iyilik
etmekle ve yakınlara vermekle emreder, fuhşiyattan, kötülükten ve azgınlıktan
nehyeder." (16/Nahl, 90) ayetini okuyordu. Velid, bu sözler karşısında bir
teessür duymuş, kavmine varınca şöyle demişti: "Vallahi o sözün bir tatlılığı,
bir güzelliği var. Kökü kuvvetli, dalları bereketli. Bunu beşer söyleyemez."
Kureyş: "Velid saptı, eğer o saparsa bütün Kureyş sapar." demişler, Velid'in
etrafını almışlardı. O da sapmadığını, fakat O'nun için de ne diyeceğini
bilemediğini söyledi:
-- Hele O'nun hakkında siz bir
şey söyleyin bakalım.
-- Kâhin diyelim.
-- Hayır vallahi kâhin
değildir. O'nun söyledikleri kâhinlerin gizli sözlerine benzemez. Secî de yok.
-- Mecnun diyelim.
-- Hayır mecnun da değildir.
Deliliği biliriz. Bunun bayılması, sarası ve vesvesesi yok.
-- Şair diyelim.
-- Şair de değil. Şiirin her
çeşidini, rezecini, hezecini, karîzini, mebsutunu biliriz. O'nun söyledikleri
şiir değildir.
-- Sihirbaz diyelim
-- Sihirbaz değildir.
Sihirbazları ve büyülerini gördük. Bunun okuyup üflemesi, düğüm bağlaması yük.

-- O halde ne diyelim, ey Abd-i
Şems'in babası?
-- Allah'a andolsun ki sözünde
bir tatlılık var. Kökü sabit, dalları bereketli meyveye benziyor. Ona
söyleyeceğiniz her şeyin boş olacağı anlaşılıyor. Bununla birlikte ona sihirbaz
demek en uygun sözdür. Çünkü o, sihir gibi kişi ile oğlunun arasını, kişi ile
kardeşinin arasını ve kişi ile karısının ve kabilesinin arasını açıyor, o halde
sihirdir.
Böylece dağıldılar ve yollara
oturup halkı Hz. Muhammed (s.a.s.)'e yaklaşmaktan, O'nunla görüşmekten
kaçındırmaya başladılar. Allah, Velid hakkında Müddessir 11-25. ayetleri
indirmişti.
Baktılar ki gün geçtikçe
Kur'an, kalplere işliyor, duyanlar ona kapılıyorlar. Halkı islam'dan uzak tutmak
için Mekke'nin dayatmacı egemen güçleri işi zorbalığa döktüler. "Küfredenler
dediler ki: 'Bu Kur'an'ı dinlemeyin; okunurken gürültü edin. Belki bu suretle
galip gelirsiniz. Elbette o küfredenlere şiddetli bir azap taddıracağız; ve
onları yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız." (41/Fussılet, 26-27)
Hz. Peygamber Mekke'de iken
yüksek sesle Kur'an okuduğu zaman müşrikler, etraftan dinleyen insanları kovar,
dağıtırlar; "Dinlemeyin şu Kur'an'ı, lağvedin, yani gürültü yapın" derler ve
ıslık çalar, gürültü yaparlardı. Çünkü derlerdi, siz onunla münakaşa ve münazara
ederseniz, akibet sizi yener. İyisi mi hiç dinlemeyin ve başkalarının
dinlemesine de engel olun." Kibirlerinden ve hasetlerinden böyle yapıyorlardı,
yoksa ifadelerinden anlaşılacağı gibi Kur'an'ın Hak kelamı olduğunu, gayptan,
Allah'ın ilminden haber verdiğini biliyorlardı ve O'ndaki ilahî tesirin Hak
kelamı olmasından doğduğuna içten kanaatleri vardı. (6)
Kaba kuvvet, âcizliğin
göstergesidir. Fikre ve düşünceye fikirle değil de cezayla, sopayla karşılık
vermek, mağlup olmak demektir. Bunların sloganı, "vurun, söyletmeyin"dir.
Başörtülü kızın ağzını tutan bayan polisi, Mahmut Kaçar'ın ağzını kapayanları,
Kur'an Kurslarını, İmam-Hatip'leri kapatanları böyle değerlendirmek gerekir. İbn
Mes'ud, mutluluk asrındaki bu mazlum ama gâlip kahramanlarından biriydi:
Bir gün Rasülüllah'ın
sahabeleri, kendi aralarında konuşuyorlardı:
-- Kureyş, bu Kur'an'ı açıkça
dinlemedi. Acaba kim onlara Kur'an'ı açıkça duyurabilir?
Abdullah İbn Mes'ud, ufak
tefek, zayıf biriydi. Arka çıkacak köklü bir sülâlesi de yoktu.
-- Ben, dedi.
-- Ama senin başına bir şey
gelmesinden korkarız. Aşireti, kavim ve kabilesi kuvvetli olan biri gitmeli ki,
ona bir kötülük etmek istedikleri takdirde kabilesi onlara engel olsun.
-- Bırakın, aldırmayın siz,
dedi ve gitti. Kâbe'nin yanında durup okumaya başladı:
-- Bismillâhirrahmanirrahim.
Er-Rahmân. Alleme'l-Kur'ân... Ve devam etti.
Kureyş:
-- Ümmü Abd ne diyor, diye
mırıldandılar.
-- Muhammed'in getirdiklerinden
bir şeyler okuyor, diyerek üzerine üşüştüler. Başına vurmağa başladılar, yüzünü
yaraladılar. Her tarafı kan içinde kaldı. Fakat Abdullah okuyabildiği kadar
okudu; onu kolay susturamadılar. Sonra görevini başarmış bir eda ile
arkadaşlarına döndü. Arkadaşları ona:
-- İşte korktuğumuz bu idi,
deyip üzüntülerini ifade ettiler.
-- Hayır, dedi; üzülmeyin.
Vallahi Kureyş, bugünkü kadar hiçbir zaman gözüme böyle küçük gelmemişti.
İsterseniz yarın da aynı şeyi tekrarlayayım.
-- Hayır, kâfi. İstemedikleri
şeyleri onlara işittirdin ya, bu yeter. (7)
Yüzü yara bere içinde, kulağı
tümüyle yarılmış sallanıyordu. Rasulullah, onu bu halde görünce tebessüm etti.
Ashâb, bu tebessümün sebebini sorduklarında, "kulağını yaran Ebu Cehil'den
intikamını alırken, küçücük cüssesiyle çam yarması Ebu Cehil'in kulağını
yararken gördüm, ona güldüm!" diyordu. Bedir savaşında Rasül'ün gelecekle
ilgili verdiği bu haber, aynen gerçekleşti. Savaşın en hararetli anlarında,
bütün müslümanlar, kâfirlere hadlerini bildirirken, Ensar'dan Muaz ve Muavviz
isimli iki genç kardeş, Ebu Cehil'i devirmişler, yaralamışlar, öldü zannederek
bırakmışlardı. Belki kendi boyu kadar olan kılıcını, cüssesinden beklenmeyen bir
enerjiyle kâfirlerin boyunlarına indirmeye çalışıyordu İbn Mes'ud. Bir de baktı
ki, Ebu Cehil, önünde, yaralı bir durumda yatıyor. Hemen atladı, çıktı onun
göğsüne. Ve haykırdı: "Ya müslüman ol kurtul; ya da kılıcımla seni cehenneme
yollayacağım." Ebu Cehil, hâlâ müstekbirlik taslamaya çalışıyordu:
"Çıkabileceğin en yüksek yere, büyük tepeye çıkmışsın."
Bu olay, İbn Mes'ud'un
yüksekliğini Ebu Cehil'e de gösteriyordu, ama aynı zamanda cehâletin
atasının da dünyada bile alçalışını simgeliyordu. Ebu Cehil'in imana
yanaşmaması üzerine İbn Mes'ud, kılıcıyla gövdesini başından ayırdı. Ebu Cehil'i
öldürdüğünü kanıtlamak için kestiği kafayı kanıt olarak taşımak istedi, ama
zulümle beslenmiş kelle o kadar ağırdı ki, kucaklayıp götürmekte zorlandı.
Kulağını yarıp bulduğu bir ipi kulağına geçirerek taşımaya başladı. Kelleyi
sürükleyerek götürürken kulağının biri yarıldı, ip çıktı. Diğer kulağını yararak
ipi ona taktı. Savaşın sonlarına yakın cereyan eden bu olaya Rasulullah ve
ashabı şâhid oldular. El-Müntakım olan Allah Teâlâ, mü'minlerin intikamını esas
olarak âhirete bıraktığı halde, İbn Mes'ud'a ikram olarak intikam lezzetini
böylece taddırmış oldu. Câhiliyyenin atası, döverek yardığı kulakların kısasını
ödüyordu. Aynı kulaklar, aynı yerden yarılmış, yüzü daha çok darbe almış ve
zâlimliğinin cezasını hayatıyla ödemişti; Hem de küçük ve hor gördüğü biri
tarafından mağlup edilmenin acısını çekmişti.