Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Tapınılan Sahte Ta ıların Asla Şefaati Olmaz
Tapınılan Sahte Tanrıların Asla Şefaati Olmaz
Tapınılan Sahte
Tanrıların Asla Şefaati Olmaz:
Allah (c.c.) inkârcılara, puta
tapanlara şöyle soruyor: ?Yoksa onlar Allah'tan başka şefaatçiler mi
edindiler?? (39/Zümer, 43). Bazıları kendilerine şefaatçi olsunlar diye
putları, Allah'ın dışındakileri ilâh edinirler (10/Yûnus, 18). Ancak bu
putlar onlara asla şefaat edemeyecektir (30 Rum/13; 6/En'am/94). O inkârcıların
ve dünyada iken İslâm'dan yüz çevirenlerin ne yardımcıları ne de bir
şefaatçileri vardır (6/En'am, 51, 70; 32/Secde, 4). Kendilerine şefaat edecek
kimsenin olmadığını kendi ağızlarıyla itiraf ederler (26/Şuarâ, 100). Allah'ın
dâvetine uymayıp Kitap'tan yüz çevirenler o gün "bize şefaat edecek bir şefaatçi
yok mudur?" diye yalvaracaklar, veya dünyaya geri dönmeyi arzu edecekler (7/A'râf,
53).
Kur'ân-ı Kerim, Allah'a şirk
koşulan şeylerin/putların şefaat yetkisine sahip olmadıklarını vurgular (5/Mâide,
72, 94; 7/A'râf, 53; 10/Yûnus, 18). Müşrikler, bir yandan Allah'a şirk
koşuyorlar, bir yandan da koştukları ortakların Allah katında mutlaka şefaat
edeceklerini iddia ediyorlardı. Kur'an'ın reddettiği şefaat, Allah'ın iznine
bağlamadan birtakım varlıklardan beklenilen ve istenilen şefaattir. Yoksa Yüce
Allah'ın, bizzat kendi yetkisinde olan şefaat nimetini, sevdiği bazı kullarına
ihsan edeceğini Kur'an açıklamaktadır. Yine Kur'an'dan anlaşılmaktadır ki,
kâfirler için şefaat söz konusu değildir. Yine kendisine şefaat izni verilen
şefaatçi, öyle herkese şefaat talebinde bulunamaz; Ancak Allah katında iyi
kimseler için şefaat konusunda aracılık yapabilir (20/Tâhâ, 109; 53/Necm, 26).
Kur'an'daki birçok âyet, Haşir
gününde şefaatte bulunma fiilini reddeder (2/Bakara, 48, 123, 254). Başka
âyetlere göre ise, bu dünyada işledikleri kötü ameller nedeniyle âhirette
cezalandırılmaktan şefaatçileri sayesinde kurtulacaklarını düşünenler, Haşir
günü telâkkilerinin yanlış olduğunu anlayacaklardır (6/En'am, 94; 7/A'râf, 53;
26/Şuarâ, 100; 30/Rûm, 13; 74/Müddessir, 48). Bu tür âyetler, mahşerde adâlet
ilkesinin sıkı sıkıya uygulanacağını ve herkesin kendi fiillerinin sorumluluğunu
yükleneceğini ifade etmektedir. Kur'an, şefaatin Allah'ın izin ve müsaadesine
bağlı olduğunu belirtir (2/Bakara, 254, 255; 10/Yûnus, 3; 20/Tâhâ, 109; 34/Sebe',
23).
Allah'ın en seçkin kulları
melekler ve peygamberlerin bile Allah izin vermeden şefaatleri sözkonusu
değildir (53/Necm, 26). Ancak mü'minler için bir hak olan şefaat (44/Duhân, 41;
74/Müddessir, 48), sadece Allah'a ait olup (6/En'am, 51; 32/Secde, 4), O'ndan
başkası şefaat edemez, ama başkasına, şefaatte bulunmak müsaadesini vermek
suretiyle Allah şefaat eder. 20/Tâhâ, 109; 21/Enbiyâ, 28, 53/Necm, 26
âyetlerinde şefaat iki şarta bağlanarak, Allah'ın, kendisi için şefaat dilenilen
kimsenin kavlinden hoşnut olması ve şefaat ediciye de şefaat için izin vermesi
halinde bu yoldan istifade edilebileceği anlatılır.
Şefaat yetkisi ancak Allah'a
aittir. Şefaat, sadece Allah'tan istenmelidir. Ölmüş kimseler isterse peygamber
olsun, direkt olarak onlardan asla şefaat istenemez. ?De ki: ?Şefaatin tamamı
Allah'a aittir.? (39/Zümer, 44). Zaten duâ Allah'tan başkasına yapılamaz
(1/Fâtiha, 5). Ancak, ?Ey Allah'ım, Rasulullah'ı bana şefaatçi eyle? diyerek
Allah'a dua edilir. Tirmizî'nin rivayet ettiği bir hadiste peygamberimiz bir
sahabeye şefaatini istemesini şöyle öğretmiştir: ?Allah'ım O'nu (Rasulullah'ı)
hakkımda şefaatçi kıl.? Bu yüzden, ?şefaat ya Rasulallah? demek yanlıştır.
Dirilerden âhiret için şefaat istemek de yanlıştır; sadece dünya işleri
konusunda şefaat (aracılık) istenebilir.
Büyük müfessir Elmalılı, âyet
el-kürsî'nin (Bakara, 255) tefsirinde şunları söyler: Tüm sebep O, tüm gaye O,
her şeyin mâliki olan O; Allah'ın mülkü olan yaratıklardan kimin haddi ki
Allah'ın izni olmaksızın yüce huzurunda şefaat edebilsin? Bu halde hangi
budaladır ki Allah'ın emri olmadan bunların birinden şefaat dilenebilsin. Bizzat
O'nun izni ve emri olmadıkça herkes başından korkmadan nasıl şefaate kalkabilir?
Herhangi bir şeyde ister bir parça olsun tasarrufa kimin yetkisi olabilir?
Bilindiği üzere şefaat, hürmete lâyık birinin kendinden düşük bir diğeri
hesabına rica ve yakarma ile yardım ederek O'na katılması demektir ki, bu bir
bilinmezi bildirmek veya bir isteği ortaya çıkarma ile bir beraberlik anlamını
kapsar. Bunu da kendini ve kıymetini bilen ve şefaat olunan kimseye şefaat
istenenden daha çok bir ilişkisi bulunan ve zarar getirmeyeceğinden emin
olan kimse yapabilir.
Oysa Allah'ın mülkü olan
şu yaratıklardan herhangi biri ile Allah'tan daha çok birlikte bulunmaya ve
O'na bilgiçlik satmaya ve ilerisini gerisini tamamen idrâk etmeden ve önünü
ardını hesap etmeden ilâhî huzurda kendine bir mertebe verip de şefaate
kalkışmak, gerek şefaat eden ve gerek şefaat olunan için ne kadar tehlikelidir?
Eğer Allah bildirmemiş ise şefaat edecek olanın hali, şefaat edilecek olandan
daha çok endişeye değer olmadığı nereden bilinir? Bu hal içinde, isterse
melekler ve peygamberler olsun, kimdir o ki Allah'ın izni ve güç vermesi olmadan
önünü ardını hesaplamayıp Allah'ın kullarına Allah'tan daha çok sahip çıkmak,
koruma yetkisini kendinde görsün de şefaate cesaret edebilsin. Ancak Cenâb-ı Hak
dilerse, özel veya genel şefaate ilâhî irâde çıkar da kendilerine bildirilmiş
bulunursa o başka...
Demek ki Yüce Allah'ın
ululuğundan şefaat umulamaz değildir. Fakat şefaat de herkesten önce O'nun kendi
elindedir ve O'nun izni ve emri ile gerçekleşebilir. O zaman şefaat kapısı
açılır ve şefaat etmesine izin verilenler kendi dilediklerine değil; yine Allah'
ın dilediklerine şefaat imkânını bulabilir. Bundan anlaşılır ki önce, hak
tanımayan Allah düşmanlarının kendilerine şefaat etmesi umulan bir Allah dostu
bulabilmelerine, bunun gibi müşriklerin putları gibi ilim şanından olmayanların
şefaatçi olabilmelerine, asla ihtimal yoktur.
Sonra, kendisine izin
verilebilecek her şefaatçinin şefaat sınırı da Allah katındaki derecesine ve o
oranda elde edebileceği izin ve gücün kapsamı ile uyumlu olabilecektir. Bu
bakımdan eninde sonunda izin çıktığı zaman en genel biçimde şefaat sahibi,
herkesin üstünde dereceler sahibi olan Rasulullah, peygamberlerin en üstünü
olabilecektir. Bu konudaki naslara göre, Cenâb-ı Hak O'na şefaat için izin
isteme yetkisini de bahşetmiş ve en yüksek peygamberlik makamı, ?şefaat-ı uzmâ?
en büyük şefaat makamı olmuştur.[1]
?İleride gelecek bir günden
korkun ki, o günde hiçbir kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz. Hiç
kimseden şefaat kabul olunmaz ve fidye (bedel) de alınmaz. Onlara asla yardım
yapılmaz.? (2/Bakara, 48). Konumuzun temelini teşkil eden bu âyetin
tefsirinde Min Vahyi'l-Kur'an adlı tefsirde şu açıklama yapılmaktadır:
Bu âyette şefaat, dünyadaki
beşerî zihniyetin iptal edilmesi, kaldırılmasıdır. Yani dünyadaki zihniyet ve
yaklaşıma göre insan tamamen sorumluluktan kurtulmak için bireysel bağlar ve
kişisel umutlarla âhiretteki hayatını garanti altına almaya çalışmaktadır.
Âhiret işlerini dünya işlerine benzetmektedir. Burada birisinin problemi
olduğunda bir başkası onu halledebilmekte, veya araya vasıta/aracı koymakta. Ya
da malî veya başka bir bedel karşılığında işini başkasına gördürmektedir. Bunlar
genel bir kurala dayanmayan, kişisel seviyelerin durumlarına göre değişebilen
çözüm yollarıdır. Bu tür hareketler ve girişimler kanun dışına çıkmaya neden
olabilir. Eğer şefaat edecek olan kişiler şan, şöhret, makam ve mevki sahibi
kimselerden oluşuyorsa orada kanun işlemez. İşte âyet, âhirette böyle bir şefaat
anlayışını reddetmektedir.
İlke olarak şefaat meselesine
gelince; pek çok cahil insanın anladığı gibi, mesele bireysel sevgiden
kaynaklanan kişisel ilişkilerle hiç de ilgili değildir. Genellikle cahil
insanlar, bu yanlış anlayışlarından dolayı peygamberlere ve velî zannettiklerine
kişisel birtakım üstünlükler vererek adaklar, sadakalar ve benzeri şeylerle
onlara yaklaşmaya çalışırlar. İnsanlar aynı mantıkla liderlere, şöhret
ve makam sahibi kimselere hediyelerle
yaklaşmaya çalışırlar ve
onların şefaatlerini elde etmeye uğraşırlar. Peygamberlere ve velî
zannettiklerine yakınlaşma ile liderlere ve makam sahiplerine yakınlaşma
arasındaki tek fark, velîlere ve peygamberlere karşı beslenen bu duygunun
kutsallık bilinciyle beraber olmasıdır.[2]
Şefaat konusunda bazı
insanların aklına şöyle bir soru gelebilir: Yüce Allah'ın şefaat vaadinde
bulunması ve peygamberlerin bunu duyurmuş olmaları, insanların günah işlemeye
devam etmeleri ve Allah'ın koyduğu haramları çiğnemeleri yönünde teşvik
edilmeleri sonucunu doğurmaz mı? Kitap ve sünnette şefaatle ilgili olarak yer
alan nasları, dinin temel esası olan ortak koşmaksızın Allah'a kulluk sunmaya ve
O'na itaat etmeye yöneltmeyle nasıl bağdaşır?
Öncelikle, sorudaki bu
yaklaşım, bağışlamanın kapsamlılığını ve rahmetin genişliğini gösteren âyetlerle
çelişmektedir: "Allah kendisine şirk/ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan
başkasını dilediğine bağışlar." (4/Nisâ, 48). Bu âyet, tevbe olayının söz
konusu olmadığı durum-lara işaret ediyor. Bunun kanıtı da tevbe edilmiş olması
durumunda bağışlanan günahlar kapsa-mına giren "şirk"in bu âyette istisnâ
edilmiş olmasıdır.
İkincisi; Yüce Allah tarafından
dile getirilen şefaat vaadinin insanlara duyurulmasının insanları günaha
sürüklemesi, dikbaşlılık ve isyankârlık yapmaya teşvik etmesi iki şarta
bağlıdır:
1- Suçlunun şahsı ve
nitelikleriyle birlenmesi. Ya da hakkında şefaat edilen günahın hiç bir şüpheye
yer bırakılmayacak şekilde belirginleştirilmesi. Yani şu şahıs veya bu günah
hakkın-da kesin olarak şefaat sözü verilmesi.
2- Şefaatin her türlü
cezayı, tüm zamanlarda temelden yürürlükten kaldıracak şekilde etkin bir rol
oynaması.
Eğer, "falanca gruptan olan
insanlar veya bütün halk, işledikleri suçlardan dolayı cezalandırılmazlar,
günahlarından dolayı kesinlikle sorgulanmazlar" veya, "falanca günahtan dolayı
hiç bir zaman azab görülmez" şeklinde iddialar ortaya atılacak olursa, bu
kesinlikle bâtıl bir iddiadır, yükümlülere yöneltilen hüküm ve sorumluluklarla
alay etmektir. Fakat, eğer her iki şart açısından konu müphem bırakılırsa;
şefaatin hangi günahlar ve hangi günahkârlar hakkında geçerli olacağı
belirtilmezse; ya da yürürlükten kaldırılacak cezaların, tüm zaman ve
durumlarda-ki cezalar olacağı şeklinde bir iddia ortaya atılmazsa, kişi vaad
edilen şefaatin kapsamına girip girmeyeceğini bilmez, dolayısıyla Yüce Allah'ın
koyduğu yasakları çiğnemeye cesaret etmez. Tersine, bu durum, kişide ilâhî
rahmete yönelik bir duyarlılık meydana getirir. İşlediği günahlardan ve
kötülüklerden dolayı ümitsizliğe ve Yüce Allah'ın rahmeti hakkında karamsarlı-ğa
kapılmaz.
Ayrıca Yüce Allah şöyle
buyurmuyor mu?
"Eğer size yasaklanan büyük
günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz." (4/Nisâ, 31).
Âyet-i kerime, büyük
günahlardan kaçınma şartına bağlı olarak küçük günahlar ve suçlar için öngörülen
cezaların kaldırılacağını ifade etmektedir. Eğer, "büyük günahlardan
sakınırsanız, küçük günahlarınızı affederiz" demek doğru ise, bu durumda, "eğer
imanınızı korur da kıyamet gününde sağlam bir imanla bana gelirseniz,
şefaatçilerin sizinle ilgili şefaatlerini kabul ederim" demek de doğru ve
yerinde olur. Bütün mesele de zaten nihayet imanı koruyabilmektir.
Çünkü günahlar imanı
zayıflatır, kalbi taşlaştırır ve nihayet şirke götürür. Yüce Allah şöyle
buyuruyor:
"Hüsrana uğrayan topluluktan
başkası, Allah'ın tuzağından (onlara mühlet verip de sonra ansızın
yakalanmasından) emin olmaz." (7/A'râf, 99)
"Hayır, onların işleyip
kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur." (83/Mutaffifîn, 14)
"Sonra kötülük edenlerin
sonu, Allah'ın âyetlerini yalanlamak oldu." (30/Rûm, 10).
Bu uyarılar günahkârı
günahlardan uzaklaştırmaya, takvâ yolunu izleyip muhsinlere ulaşmasını
sağlamaya yeter ve böylece bu anlamdaki şefaate bile ihtiyaç duymaz. Bundan
daha büyük yarar, en güzel sonuç budur. Aynı şekilde hakkında şefaat edilen
suçlu veya şefaate konu olan suç belirlenir de, ancak azabın bazı yönlerini veya
bazı zamanlarını kapsadığı vurgulanırsa, bu da, kesinlikle suçluların
cesaretlenmesine, suç işlemeye teşvik edilmesine yol açmaz. Kur'ân-ı Kerim,
şefaate konu olacak suçluları da günahları da belirginleştirmez. Cezanın
kaldırılmasını da, ancak bazı durumlar için söz konusu eder.[3]
[1]
Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c.2, s. 155-156.
[2]
Muhammed H. Fadlullah, Min Vahyi'l-Kur'an, II/38-39.
[3]
Tabatabaî, El-Mîzân Fî Tefsiri'l-Kur'an, I/234-235.