Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
İkinci Hayat Konusunda Benzeşenler
İkinci Hayat Konusunda Benzeşenler
İkinci Hayat Konusunda Benzeşenler:
İnsanın bilgi edinmesi için iki alan vardır.
Birincisi ?Şehâdet' alanıdır. Biz burayı müşahede eder, işitir, görür
dokunur ve kavrayabiliriz. Böylece muhkem bilgiler elde ederiz. Bu bilgilerden,
evrensel yasalara dayanan fiziksel bilimler doğar. Bilgi edinilebilecek ikinci
alan ise, metafizik olan ?gayb'dır. Fakat duyu organlarımız bu alanı
kavramakta yetersiz kalır. Her iki terim de şu âyette kullanılmıştır; ?O,
görülen (şehâdet)i de görülmeyen (gayb)ı da bilen, kendisinden başka
tanrı olmayan Allah'tır.? (59/Haşr, 22)
Burada önemli bir noktanın altını çizmemiz
gerekmektedir. Gayb; sadece ?görülmeyen? demek değildir. Aynı zamanda ?Şu anda
hazırda bulunmayan' demektir. Bu nedenle, o anda hazırda bulunmayan kimsenin onu
üzecek biçimde anılmasına ?gıybet' denmektedir. Kelime bazen, bilinenin mukabili
olarak da kullanılır. Kur'ân'da daha çok insanın kavrayış alanının ötesinde
bulunan hakikati nitelemek için kullanılmıştır.
Oysa sadece görülmeyen niteliğindeki bir şey,
şehâdet alanında bulunan, fakat duyularımızdan uzak kalan, yahut zihnimizde
gelecek biçiminde algılanan eşya, haber ve hâdiseler olabilir. Bunlar
bilinebilirlik açısından gayba benzer. Fakat mutlak bilinmez değildir.
Meselâ çocuk, annesine misafir geldiğini duymuştur. O bir misafirin geldiğini
muhkem olarak bilmektedir. Ancak tanımadığı için misafirin kimliği ve ne zaman
döneceği ona gayb gibidir. Fakat bunları her an bilme imkânı olduğundan tam bir
gayb da değildir. İşte şehâdet alanında bulunup da, gayba benzeyen bu tür haber
ve olayları gayb dışında bir isimle adlandırmamız gerekmektedir. Hiç
bilinemeyecek olana Kur'ân'da ?el-gayb' denmektedir. Biz bundan
hareketle; zamanla bilinebilir olana aynı kökten bir kelimeyle ?gâib'
diyebiliriz. Böylece mutlak gayb ile, şu anda bize gayb gelen şeyi birbirinden
ayırmış oluruz.
Meselâ Kıyâmetin ne zaman kopacağını bilmek
bizim için mutlak anlamda bir gaybdır. Çünkü onun zamanını sadece Allah bilir;
?Sâat'in/Kıyâmetin bilgisi ancak Allah'a mahsustur.? (31/Lokman, 34).
?Ben size, Allâh'ın hazîneleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem.? (6/E'nâm,
50). "Size söylenen şey yakın mıdır, yoksa Rabbım onun için uzun bir süre mi
koyacaktır, bilmem. Gaybı bilen O'dur.? (72/Cinn, 25-26)
Fakat yağmurun ne zaman, nereye ve ne kadar
yağacağını takdir eden bilgi mutlak gayb olsa da, onun yağacağı yer,
zaman ve miktarı bilmek gayb değil gâibdir. Çünkü, bulutların
cinsi, yoğunluğu ve rüzgârın seyri gibi emâreler, onun zamanını ve yerini bize
haber vermektedir. Nitekim yukarıdaki âyet, kıyâmetin zamanını bilmeyi Allah'a
tahsis ettikten sonra şöyle devam eder; ?Yağmuru indirir, rahimlerde bulunanı
bilir, kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini
bilemez. Allah şüphesiz bilendir, her şeyden haberdardır.?
Allah, sadece bunları değil, her şeyi bilir.
Ama, hiç kimsenin bilemeyeceği, sâdece Allah'ın bileceği başka şeyler de vardır.
Bu âyette vurgulanan şudur. Yarın ne kazanacağını ve nerede öleceğini bilemeyen
kimse, kıyâmetin saatini nasıl bilsin? Fakat, yağmurun ne zaman yağacağı, ana
rahminde ne olduğu, ne zaman şiddetli bir depremin olacağı mutlak gayb ile
sınırlanmamıştır. Bunlar sadece bilemeyene gâibdir. İlk ikisinin şu anda
bilim adamları için gâib olmaktan çıktığını da biliyoruz.
İkinci hayata gelince. O mutlak anlamda bir
gaybdır. Doğal olarak oradaki nimet ve azâbın mâhiyeti de insan için gayb
kalacaktır. Fakat din koyucusu, kulların iman ve inkârına karşılık onlara
vereceği nimet ve azâbın niteliklerini anlatacaktır. Bu anlatış da elbette
muhâtaplarının diline yani onların nimet ve azap kültürlerine uygun
düşmesi gerekir. Aksi taktirde, sözün ruhlara bir etkisi olamaz.
Kur'ân'ın ilk seslenişi, döneminin büyük bir
kentinde, köleleri ve hizmetçileri bulunan zengin bir halka olmuştur. Bu halkın
yoksulları genelde ona uymuşlar, zenginleri karşı koymuşlardır. Bu nedenle,
Kur'ân vaat ettiği nimetleri doğal olarak o yoksulların hoşlanacağı, kendisiyle
tehdit ettiği azâbı da o şımarık zenginlerin kaygılanıp korkacağı niteliklerle
anlatmıştır.
Üzerinde durulan coğrafya Arabistan, uyarılan
toplum Arap, aralarından seçilen elçi Arap, onlara cehennemi ve cenneti tanıtan
da Arapça bir Kur'ân'dır. Buradan şu noktaya ulaşmamamız zor olmasa
gerektir. Kur'ânın kendi dilini Arapça ile sınırlaması, aynı zamanda o günkü
Arap kültürüyle de sınırlandırması anlamına gelir. Yani Arapça Kur'ân, aynı
zamanda gününün Arap kültürüyle konuşan Kur'ân demektir.
Bu durumda, yukarıdaki ifâdelerden şunlar
anlaşılırsa yanlış olmayacaktır. Mutlak gayb alanını anlamak için iki benzetmeye
ihtiyaç olacaktır. Birincisi
gaybdan haber vermedeki zorluktandır. Bu zorluk, haber verilen yerle o haberi
alanın saha ayrılığından kaynaklanır. Bu nedenle Kur'ân ikinci hayattaki
meyveleri bu hayattaki meyvelere benzetir. ?İnananlar ve yararlı işler
yapanlara, içlerinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele. Onlara bir ürün
rızk olarak verildiğinde, ?bu
daha önce de bahşedilenin aynısıymış'
derler. Bunlar, müteşâbih
olarak sunulmuştur.? (2/Bakara, 25)
Benzetme gereğinin ikincisi, verilen haberin,
zihinlerde algılanış biçimindendir. Bu haberi veren toplumla, alan toplumun
kültür farkı bu gereği artırır. Âyetlerde cennet; huzur verici gölgeler,
tarifsiz güzellikte eşler, üzüm, nar, hurma, kuş eti, girift ağaçlar, zencebîl,
kâfûr, misk, ipekler, atlaslar, kanepeler, divanlar, yastıklar, dolaşıp hizmet
eden sürekli aynı yaşta, güzel kız ve oğlanların bulunduğu, içinden ırmaklar
akan bahçeler şeklinde tasvir edilir.
İnananlara; ağzı mühürlü bir testiden, gümüşten
sırça kadehlerde, içine kâfur ve zencefil karıştırılmış tertemiz, güzel kokulu
bir şarap sunulur. Zencefil, güzel kokusuyla içkiye lezzet katan bir baharattır.
Kâfûr soğukluk, zencefîl ısı verir. İçildikten sonra ağızda misk kokusu bırakır.
İçenleri sarhoş edip salyalarını akıtmaz. Öyle bir iki kadeh içmekle tükenecek
gibi de değildir. Çünkü Tesnim ve Selsebîl denen bir pınardan beslenir. Tesnim,
Allah'a yaklaştırılanların içki pınarıdır. Selsebîl ise içimi gâyet lezzetli,
tatlı, boğazdan çok rahat geçen bir içkidir.
Altın ve gümüş kaplara konulmuş leziz yemekleri
ve temiz içkileri dolaştıranlar, ihtiyarlamazlar, tazelikleri bozulmaz. Ölümsüz
gençlerdir onlar. Etrafa saçılmış inci tâneleri gibidirler. İnci tâneleri düz
yerde dağınık olursa ışığı birbirine vurduğu için güzel bir görünüm verir. O
kadar güzeldirler. Onlar süreklidirler. (Kur'ân'ın
sürekli anlamında kullandığı kelime ?Huld'dur. Uzun zaman kalıcı olmaya
da ?Hulûd' denilir. Kelime, hem uzun zaman için, hem de sonsuzluk için
kullanılır. Yaşlandığı halde saçları ağarmayan, dişleri dökülmeyen kimseye de
?Muhlid' denir.)
Nankörlüğe karşılık olarak verilecek cehennem
için de tasvirler yapar Kur'ân. Özellikle ateş bunların başında gelir.
Düşünün ki şımarık bir zengin; kavurucu bir sıcakta çölde kalmış. Açlık
gidermeyen dikenli otlardan başka bir yiyeceği yok. Şiddetli bir susuzluk
içinde, fakat kaynamış ve kirlenmiş içeceklerden başka içeceği de yok. Yaşamanın
ve ölmenin bulunmadığı bir çaresizlik ortamında. ?Cehennem bir gözetleme yeri
olmuştur. Azgınlar için bir barınak. Devirlerce kalacaklardır içinde.
Ne bir serinlik tadacaklar
ne de bir içecek. Sadece; kaynar ve atık bir su?
(78/Nebe', 21-25)
Şimdi cennet ve cehennemle ilgili şu tasvirler
bize bir şeyler hatırlatıyor.
Çünkü bu kavramlara yabancı değiliz. İşte inananlara verilen cennet nimetleri,
bu hayatta tanıdığımız nimetlere böyle benzer. Nankörlere verilecek karşılık da
bu ilk hayattaki mahrumiyetlere benzer.
Fakat aynen böyle midir? Buna
rahatlıkla ?hayır?
diyebiliriz. Gerçekte bunlardan çok farklı olmalıdır;
zira iki hayatın oluşu birbirinden farklıdır. Orada zaman algısı
bildiğimizden farklıdır; ?Göklerle yer genişliğindeki cennet?
(3/Âl-i İmrân, 133).
?Müttakîlere/sakınanlara
vaat olunan cennetin meseli şöyledir: Orada bozulmayan sudan ırmaklar, tadı
bozulmayan sütten nehirler, içenlere lezzet sunan bir şaraptan nehirler, süzme
bir baldan oluşan nehirler var.?
(47/Muhammed, 15)
Bu hayatta; tadı bozulmayan su ve lezzeti
bozulmayan süt bulunur mu? Süzme baldan bir nehir nasıl olur? Ayrıca, herkes
sütü ve balı sevmeyebilir de. Şarap, hiç tatmamış kimseye de lezzetli gelir mi?
Bu nedenle cennette bunların da ne işi var diyen çıkabilir.
Bu son âyetlerden anlıyoruz ki cennet ve
cehennem tasvirleri muhkem değildir. Çünkü cennet ve cehennem sadece vaad ve
vaidden ibaret değildir. Zaten âyette bunların bir ?mesel' olduğu
söylenmektedir. Nitekim bu sayılanları ödül ve ceza olarak algılayışlar da
farklıdır. Bunlar kalplerinde hastalık olanların hastalığını artırabilir.
Allah'ın Zâtı Konusunda Benzeşenler: Kur'ân'da,
Allah'ın antlarda bulunduğu görülür. Oysa Kur'ân'ın tanımladığı Allah aşkındır.
Yemin etmek de insanbiçimci bir
iştir. Arapların sosyal hayatta yaygın biçimde ant etmeleri,
Allah
beyânında
da bulunabilmesi için yeterli bir izah tarzı sayılabilir mi? Acaba Allah,
kitabında daha fazla aklî ve mantıkî deliller sunmak yerine, neden ant etmek
yolunu seçmiştir? Kur'ân'daki antların maksadı sadece hitâbet
gücüyle insanları iknâ etmek midir? Söylevsel etkisi dışında, bir değeri yok
mudur? Onlar âyetlerde birer
süs müdür? Ayrıca ant, delil getirmede çaresiz kalan, belki de sinirlenip kızan
kimselerin başvurduğu yollardan biridir. Her şeye gücü yeten Allah'ı kim
sıkıştırıp delil getirmeye zorlayabilir ve kızdırabilir ki, ant etmeğe
sığınmaktadır?
Bu konuda akla gelebilecek bir başka
soru da şudur. Allah, ant etmese de bir mü'min
zâten O'na inanırdı. Fakat defalarca ant etmiş olsa bile kâfir yine O'na
inanmayacaktı. Öyleyse İlâhî
kelâmda ant edilmiş olmasının pratikte ne gibi faydaları olabilir? Ayrıca
Hadis-i şeriflerde Allah'tan başkasının ismiyle ant edilmesi yasaklanmaktadır.
Oysa Allah ?Güneş, Ay ve Yıldızlar' gibi kendinden başka, hem de yarattığı
varlıklarla ant etmektedir. Bir şeye ant edilmiş olması onu yüceltiyorsa,
Araplar zaten gök cisimlerini yüceltip onlara ibâdet ederlerken, Kur'ân'ın tutup
da yine de onlarla ant etmesinin anlamı ne olabilir?
Problem sadece ant değildir. Kur'ân-ı Kerîm,
Yaratıcıyı, bu hayattakilere benzeyen isim ve fiillerle tanıtmaktadır. Bu isim
ve fiillere göre Yaratıcı, intikam alan, lânet eden, tuzak kuran, öfkelenen,
gökte sekiz köşeli tahtta oturan bir sultandır;
?O intikam alandır.?
(3/Âl-i İmrân, 4)
?Allah, en iyi tuzak kurandır.?
(3/Âl-i İmrân, 54)
?Allah, onlara gazap etmiş, onları
lânetlemiştir.? (48/Fetih, 6)
?O gün Rabbının tahtını, üstlerinde sekiz
taşır.? (68/Haakka, 17)
?Güneşe ve onun aydın sabahına ant olsun.?
(91/Şems, 1)
?Din gününün Sultanı...?
(1/Fâtiha, 4)
Bunların beşerî nitelikler olduğu tartışılmaz.
İnsan da ?İntikam alır, tuzak kurar, öfkelenir ve yemin eder. Yüce Allah'ın isim
ve fiillerinin, böyle beşer terminolojisiyle ifade edilmesi, insan zihninde
problemler oluşturabilir. Eğer; belli bir yerde oturan, ant eden, hoşlanan,
sevmeyen, öfkelenen, tuzak kuran, hesaba çeken, cezalandıran ifâdeleri Allah
için muhkem görülürse, tekrar bir İsâ-Tanrı modeline dönülmüş olur. Kalplerinde
eğrilik olanlar da bunu izler ki, bu putperestlikten başka bir şey değildir.
Eğer biz, yukarıdaki âyetlere, bu varlık
alanında algılanan biçimiyle uyarsak, farkına varmadan, Kur'ân'ın diğer bazı
hükümleri ile çelişkiye düşmüş oluruz. (Nitekim, müşebbihe fırkası bu çelişkiye
düşmüştür). Çünkü Kur'ân'a göre Allah, kendisinden sonraya hiçbir şeyin
kalmayacağı sondur. Var olduğu âşikâr, fakat varlığının mâhiyeti gizlidir.
Evvel, fakat aynı zamanda âhir, zâhir fakat aynı zamanda bâtındır. Her yerde
bizimledir; ?O öncedir; sondur; âşikârdır; gizlidir. O her şeyi bilir.?
(57/Hadîd, 3). ?Nerede olursanız O sizinledir' (57/Hadîd, 4)
Kur'an dilinde; öz, mâhiyet ve cevherde
benzerlik için ?ndd' (2/Bakara, 22), nicelik, kemmiyet ve seviyede benzerlik
için ?svy' (5/Mâide, 100), ölçü, miktar ve hacimde benzerlik için ?şkl' (38/Sâd,
58) kökleri kullanılır. ?Şbh' kökü ise; nitelik, keyfiyet, oluş ve sıfatta
benzerlik için kullanılmaktadır (4/Nisâ, 157). Örnek, benzer ve ... gibi olma'yı
anlamlandıran en kapsamlı kelime ise ?msl' kökündendir. Bir şeyin tam benzeri
olması amacıyla yapılan timsal (heykel) bu kökten yapılır.
?Ona dilediği gibi kaleler, heykeller
(timsal'in çoğulu) havuzlar kadar leğenler, sâbit kazanlar yaparlardı.?
(34/Sebe', 13)
?Msl' kökünün kullanıldığı bir söz dizisinde,
eğer anlam bir kayıtla sınırlanmışsa, tam benzerlik sadece o kayıtlanan yönde
düşünülebilir. Meselâ şu âyette iki şeyin birbirine benzemesi, ancak benzetme
noktasında tamdır; ?Allah'tan başka velîler edinenler, bir ev edinen örümceğe
benzerler (msl). Evlerin en gevşeği örümcek evidir.? (29/Ankebût, 41)
Allah'tan başka koruyucu edinen kimse, örümceğe
benzetilir. Benzeme noktası ise, örümcek sığınağının basitliği ve gevşekliği ile
koruyucu edinilen kimsenin basitliğidir. Allah'tan başkasını dost edinenin
dostu, örümcek evi gibi dayanıksızdır.
Fakat eğer benzetmede, sözü sınırlayan bir kayıt
yoksa. Ayrıca benzerlik de olumsuz gösteriliyorsa, o zaman, ?msl' kökü
yukarıdaki dört benzeme yönünü de kapsar. Bir âyette şöyle denir; ?O'na
benzer (msl) şey yoktur. O işitendir, görendir.? (42/Şûrâ, 11). Yani, öz,
nitelik, nicelik ve hacim yönüyle Allah'ın misli düşünülemez. Bu durumda;
Allah'ın meseli en üstün olmalıdır (16/Nahl, 60). Öyleyse O'na mesel
getirilmemelidir (16/Nahl, 74). Ama O, mesel getirir (2/Bakara, 24).
Çünkü her mesel, bir açıklama ve tavzih için getirilir. Bu nedenle onu ancak
bilen verir. ?Allah'a meseller vermeğe kalkmayın! Çünkü Allah bilir, siz
bilmezsiniz!? (16/Nahl, 74)
Allah'ın insanlar düşünsünler diye (59/Haşr, 21)
verdiği bu meselleri de ancak âlimler düşünürler. ?Biz bu misalleri insanlara
anlatıyoruz ama onları, âlimlerden başkası düşünüp anlamaz.? (29/Ankebût,
43)
Zaten müteşâbihleri de ancak âlimlerin
kavrayabileceğine yukarıda temas edilmişti. Bu sebeple deriz ki; O'nu, gökte
arşı üzerine yerleşmiş, gören, işiten, bilen, öfkelenen, elleri bulunan ve yemin
eden sultan olarak tanımlayan ifadeler, beşer tecrübe ve idrâkinin üstünde
kalan bir kudreti, beşerin seviyesine indiren kavramlardır. Bu ifadelerle,
Allah'ın yüceliği, her şeye gücü yettiği, bütün varlıkların mutlak hâkimi olduğu
anlatılmıştır.
Sonuç:
Çoğu kimse, Kur'an'ın ?müteşâbih' diye nitelediği ayetlerin sadece sembolik
anlatım içerikli ayetler olduğunu düşünür. Oysa, müteşâbih sözcüğü
lügatte ve Kur'an'daki kullanımlarında benzeşmeyi ifade eder. Bu benzeşme
de elbette âyetler arasında aranmalıdır. Yani bir söz, sembolik anlam taşısa da
taşımasa da, müteşâbih diye nitelenebilir. Bu, bir âyetin nihai bir hüküm
bildirmediği, o sözün muhkem olmadığı anlamındadır. Bu sözün, bir
anlamsal ve bir de varlıksal tevili yapılabilir. Anlamsal tevilini
ulemâ yaparak muhkeme ulaşır. Varlıksal tevili ise anlamın vukuuna ilişkin
olduğundan onu, elbette, sadece Allah bilir.
O hâlde, müteşâbihlik, anlatım problematiğinden
ziyade, sözdeki maksadın sınırıyla ilgili bir adlandırmadır. Oysa, dolaylı
anlatım, kıssa, mecaz ve sembollerle yapılır. Bu da sözün maksadı değil,
mâhiyetiyle ilgilidir. Burada, benzeşme yoktur, çünkü söylenen lafız
başka, anlaşılması gereken başkadır. Ayrıca, Kur'an'ın söz söyleme biçimi eğer
anlamla ilgili bir sorun oluşturuyorsa, bu asla tevili gerekli kılmaz. Çünkü
sözün muhâtabı ulemâ değil, nüzul atmosferini teneffüs eden herkestir.
Yani bu sorun, olsa olsa lisânî ve kültüreldir. Bu da ulemânın değil, ona
muhâtap olan herkesin sorunudur. Bu nedenle diyebiliriz ki, mecaz ifade eden her
sembolik söz, bir anlamda müteşabihtir. Ama müteşabih her söz, sembolik anlam
taşımayabilir.