Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

Mü'minlerin İmanı




Mü'minlerin İmanı:


Sûre, Yüce Allah'ın şu
sözleriyle başlamıştı:
"Elif, lâm, mîm... Doğru
olduğu kuşkusuz olan bu kitap takvâ sahipleri için hidâyet kaynağıdır. Onlar
görmediklerine inanırlar, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan
başkalarına verirler. Yine onlar gerek sana ve gerekse senden önce indirilen
kitaplara inanırlar ve Ahiretten hiç kuşku duymazlar. İşte onlar Rabblerinden
gelen hidayet yolundadırlar ve kurtuluşa erenlerdir." (2/Bakara, 1-5)
Bu gerçeğe, özellikle de bütün
Resullere iman gerçeğine orada işaret edilmişti. İşte aynı konu Yüce Allah'ın şu
sözüyle son bulmaktadır:
"...Peygamber kendisine
rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler de hepsi birlikte
Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine
inandılar. 'O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız'..."
(2/Bakara, 285-286).
Bu, bir kitabın iki kapağı gibi
sûrenin başlangıcıyla uyuşan bir sonuçtur.
Sûre, müslüman ümmetin
sorumluluklarının birçoğunu ve hayatın çeşitli alanlarına ilişkin hükümleri
içermektedir. Nitekim, İsrailoğulları'nın sorumluluk ve şeriatlarından yüz
çevirmeleri de sözkonusu edilmektedir. Surenin sonunda, sorumlulukları yerine
getirme ile onlardan kaçınma arasındaki ayırıcı sınırı belirleyen, Yüce Allah'ın
bu ümmete zorluk ve ağırlık dilemediği gibi -yahudilerin Rabbleri hakkında iddia
ettikleri gibi- onlara ayrıcalık tanımadığını ve başıboş bırakmadığını açıklayan
şu âyet-i kerime gelmektedir:
"...Allah hiç kimseye
kapasitesini aşacak bir yükümlülük yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi
yararına ve işlediği kötülük de kendi zararınadır." (2/Bakara, 286)
Sûre İsrailoğulları'nın
kıssalarından bazılarını içermekte, yüce Allah'ın onlara lütfundan verdiği
nimetleri ve onların bu nimetlere nankörlükle karşılık vermelerini, ayrıca yüce
Allah'ın onlara bir kısmı öldürme cezasına varan keffaretler yüklediğini
açıklamaktadır.
"Yaratıcınıza tevbe edin ve
kendinizi öldürün." (2/Bakara, 54).
Sûrenin sonunda mü'minlerin şu
mütevâzi duâsı yer almaktadır:
"Ey Rabbimiz, eğer unutacak
ya da yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz, bizden öncekilere
yüklemiş olduğun gibi, bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün
yetmeyeceği yükü taşıtma. Bizi affet, günahlarımızı bağışla, bize merhamet
eyle..." (2/Bakara, 286)
Sûrede, küfrün ve kâfirlerin
kovulması için müminlere savaş farz kılınmış, Allah yolunda cihad ve infakla
emrolunmuşlardı. Aynı sure, sorumlu kulların, yerine getirmede yardımı ve
düşmanlarına karşı zafer dilemek için müminlerin Rabblerine yönelişleriyle son
buluyor. "...Sen mevlamızsın bizim, kâfirlere karşı yardım et bize." Bu, surenin
ana çizgisini özetleyen, ona işaret eden ve ona uyan bir sonuçtur.
Şu iki âyette yer alan her
kelimenin, ayrı bir yeri, değişik bir yolu ve kapsamlı bir yol göstericilik
özelliği vardır. Onların herbiri, ibarede, arka-planda yeralan -daha büyük olan-
akidenin hakikatlerini, bu dinde imanın tabiatını, özelliklerini ve yönlerini,
müminlerin Rabbleri ile olan durumlarını, bu kelimelerle yüce Allah'ın onlardan
istediği düşüncelerini, bunlarla farz kıldığı sorumluluklarını, O'nun himayesine
sığınmalarını dilemesine, teslimiyetlerini ve O'nun yardımına dayanmalarını
temsil etmek için yer almaktadırlar. Evet... Her kelimenin olağanüstü bir
şekilde yerine getirdiği önemli bir rolü vardır. Kur'an'ın gölgesinde yaşayan,
onun ifadesindeki sırlardan az birşeyi kavrayan ve her ayette bu sırlara muttali
olan ruhlarda bile bu rolünü olağanüstü bir şekilde oynamaktadır. O halde bu
ayetleri ayrıntılarıyla ele almaya çalışalım.
"Peygamber kendisine Rabbi
tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler de. Hepsi birlikte Allah'a,
O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine inandılar. `Onun
peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız. Duyduk ve uyduk.
Günahlarımızı bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz, dönüşümüz sanadır' dediler."
(2/Bakara, 285).
Bu, mü'minlerin içinde iman
gerçeğinin pratik olarak temsil edildiği seçkin cemaatin ve bu ulu gerçeği
temsil eden her topluluğun tablosudur. Bu yüzden yüce Allah, üstün iman gerçeği
konusunda onlarla peygamberleri birlikte zikretmek suretiyle onları
onurlandırmıştır. Bunu, Yüce Rasul gerçeğini idrak eden mümin cemaat
anlayabilir. Yüce Allah'ın onlarla peygamberi bir sıfat altında Kur'an'ın bir
âyetinde birlikte zikretmekle ne kadar yüce bir makama yükselttiğini bilirler.
"Peygamber, kendisine Rabbi
tarafından indirilen gerçeklere inandı, mü'minler de..."
Peygamberlerin, kendisine Rabbi
tarafından indirilenlere iman etmesi, doğrudan algılanan bir imandır. Tertemiz
kalbinin yüce vahyi almasıdır. Hiçbir çabada, hiçbir girişimde bulunmaksızın,
bizzat varlığında, somutlaşan gerçeğe aletsiz, araçsız, doğrudan bağlanmasından
kaynaklanır bu iman. Bu, vasfetmeye imkan bulunmadığı gibi tadına varandan
başkasının tavsif edemediği bir iman derecesidir. Gerçek anlamda tadına
varamayandan başkası da bu tavsiften birşey anlayamaz zaten. Bu imanı,
-peygamberin imanı- yüce Allah mümin kullarına bahşetmiş ve onları peygamberiyle
aynı sıfat altında birleştirmiştir. Ancak peygamberin yapısı ile bu gerçeği
doğrudan mevlasından almayan başkalarının yapısının bu imanın zevkine varması
farklı olacaktır, haliyle. Bu imanın tabiat ve sınırı nedir?
"Hepsi birlikte Allah'a,
meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar. `O'nun peygamberlerinden
hiçbirini diğerlerinden ayırmayız. Duyduk ve uyduk. Günahlarımızı bağışlamanı
dileriz ey Rabbimiz! Dönüşümüz sanadır' dediler."
Bu, İslâm'ın getirdiği kapsamlı
imandır. Bu iman, Allah dininin varisi, Kıyamete kadar yeryüzünde davet görevini
yürüten, kökleri zamanın derinliklerine inen, beşer tarihi boyunca uzanan davet,
Rasul ve iman kervanında yol alan bu ümmete yakışır bir imandır. Bu iman
başlangıçtan sona kadar bütün insanlığı iki gruba ayırır; müminler ve
kâfirler... Allah'ın taraftarları (hizbi), Şeytanın taraftarları (hizbi)...
çağlar boyu, bunların dışında bir üçüncü durumun varlığı sözkonusu olmamıştır.
"Hepsi birlikte Allah'a...
inandılar."
İslâm'a göre Allah'a iman;
düşüncenin, hayata egemen olan metodun, ahlâkın, ekonominin, orada-burada
müminlerin yaptığı her hareketin temelidir. Allah'a iman, O'nun uluhiyet,
rububiyet ve kulluk kılınma hususunda birlenmesi, dolayısıyla insanın vicdanına
ve hayatla ilgili herhangi bir konudaki tavrına tek başına O'nun egemen
olması-anlamına gelmektedir.
Buna göre ulûhiyet ya da
rubûbiyette ortağı olmadığı gibi yaratma ve düzenlemede, tasarrufunda da ortağı
yoktur. Varlık âlemi ve hayat üzerindeki tasarrufuna kimse müdahale edemez.
İnsanlara onunla birlikte rızık veren biri yoktur. O'nun dışında kimse zarar ya
da yarar dokunduramaz kimseye. O'nun izni ve rızası olmadan varlık aleminde
küçük-büyük hiçbir şey meydana gelemez.
Gerek sembolik kulluk
davranışları şeklinde olsun gerekse boyun eğme ve itaat etme şeklinde olsun
insanların kullukta yönelecekleri ortaklar yoktur. Allah'tan başkasına kulluk
sözkonusu olamayacağı gibi O'na ve O'nun emri ve şeriatı uyarınca hareket etmek
suretiyle gücünü kendisinden başka otorite bulunmayan kaynaktan alan başkasına
itaat de sözkonusu olamaz. Bu imana göre, insanların vicdanları ve davranışları
üzerindeki egemenlik tek başına Allah'a aittir. Buna göre şeriat, ahlâk
kuralları, toplumsal ve ekonomik düzen tek başına egemenlik sahibi olan yüce
Allah'tan alınmalıdır.
İşte Allah'a imanın anlamı
budur. Artık insan; Allah'ın dışında herkesin yanında özgür, Allah'ın koyduğu
şeriatten kaynaklanmayan sınırlamaların bağından serbest ve otoritesini
Allah'tan almayan her gücün karşısında son derece güçlü olur.
"...ve meleklerine...
inandılar."
Allah'ın meleklerine iman,
surenin başında -birinci cüzde de- insan hayatındaki öneminden sözettiğimiz
gaybe iman etmenin bir yönünü oluşturmaktadır. Bu inanç insanı, hayvanlara özgü
duygular noktasından alıp bu hayvani çerçevenin ötesindeki bilgiyi algılayacak
aşamaya getirir bununla da belirgin özellikleriyle "insanlığını" (Bakınız Fatiha
suresinin açıklamalarına) ilan eder. Aynı zamanda bu inanç, insanın, fıtratı
gereği varlığını hissettiği ancak duygularıyla kavrayamadığı, bilinmez şeylere
olan fıtri tutkusuna da cevap teşkil etmektedir. Şayet bu fıtri tutkusunu yüce
Allah'ın kendisine bahşettiği gibi gayp gerçeği ile tatmin etmezse, bu açlığını
gidermek için ya efsanelerin, hurafelerin ardına düşecek ya da insan varlığı
sarsıntı ve bunalımlara maruz kalacaktır.
Meleklere iman; insan idrakinin
kendisi için hazırlanan duygu ve akli araçlarla bizzat öğrenmeye imkan
bulamadığı gayp gerçeğine inanmaktır. İnsan varlığı, gaybi gerçeklerden herhangi
birşeyi bilme arzusuna sahip bir özellikte yaratılmıştır. Bunun için, insanı
yoktan vareden, bünyesini, arzularını, kendisi için yararlı olan şeyleri ve
kendisini ıslah edecek şeyleri hakkıyla bilen yüce Allah, insana gaybi
gerçeklerden bir kısmını göstermeyi ve her ne kadar kişisel yetenekleri buna
ulaşmaya yetmese de görüşünde somutlaşması için yardım etmeyi dilemiştir.
Bununla yüce Allah, bilmedikçe bünyesinin ve fıtratının düzenlemeyeceği, elde
etmediği sürece gönlünün tatmin olmayıp istikrar bulamayacağı bu gerçeklere
ulaşmak uğruna enerjisini dağıtıp yorulmaktan kurtarmıştır. Fıtratına baskı
yapıp, gayp gerçeklerini hayatlarından silmek isteyenlerin bazısının gülünç,
hurafe ve saplantıların tahakkümüne girmesi ya da akılları ve sinirleri sürekli
bunalım içinde bir yığın kompleks ve sapıklıklarla dolup taşması bunun
kanıtıdır.
Bütün bunlara ek olarak
meleklerin gerçekliğine iman etmek -Allah'ın katından gelen kesin gaybi
gerçeklere iman etmek gibidir- insanın varlık hakkındaki bilincinin ufuklarını
genişletir, böylece varlık manzarası küçülerek müminin düşüncesinde duyularla
kavranan bir duruma indirgenmez. Sonra mümin, kalbi çerçevesindeki mümin
ruhlarla yakınlık kurar, Rabblerine iman noktasında onlara katılır, Rabbinden
bağışlanma diler ve Allah'ın izniyle O'nun yardımıyla birlikte olur. Bu, son
derece latif, sevimli ve cana yakın bir bilinçtir kuşkusuz... Sonra ortada bir
bilgi vardır; bu gerçeği bilme... Bu da yüce Allah'ın müminlere onunla ve
melekleriyle bahşettiği bir lütuftur.
"...O'nun kitaplarına ve
O'nun peygamberlerine... inandılar, `O'nun peygamberlerinden hiçbirini
diğerlerinden ayırmayız' dediler."
Allah'ın kitaplarına ve
hiçbirini diğerinden ayırmadan peygamberlere iman, İslâm'ın belirttiği tarzda
Allah'a iman etmenin tabii sonucudur. Allah'a iman, O'nun katından gelen
şeylerin sıhhatine, gönderdiği tüm Resullerin doğruluğuna, mesajlarının
dayandığı temelin birliğine ve kendilerine indirilen kitapların bu temeli
içerdiğine inanmayı gerektirir. Bu yüzden, müslümanın vicdanında peygamberlerin
arasına fark koymak gibi bir düşünce yer etmez. Çünkü bir tek dinin son şekliyle
bütün insanlığı Kıyamete kadar Allah'ın dinine davet etmek için gelen son
peygamber Muhammed'e kadar gelen tüm peygamberler, gönderildikleri kavmin
durumuna uygun bir şekliyle Allah katından İslâm ile gönderilmişlerdir.
Böylece müslüman ümmet, bütün
Risalet mirasını bu şekilde karşılayıp yeryüzündeki hayatını varisi olduğu
Allah'ın dini uyarınca düzenler... Bu yüzden müslümanlar, yeryüzünde Kıyamete
kadar üstlendikleri önemli rolün bilincinde olurlar. Onlar, insanlığın uzun
tarihi boyunca tanıdığı en değerli hazinenin bekçisidirler. Onlar; kavmiyet,
milliyetçilik, uyrukçuluk, ırkçılık, siyonizm, haçlı, sömürgecilik ve dinsizlik
gibi değişik çağlarda ve değişik yerlerde farklı isim ve kavramlar altında
yeryüzünde cahiliye mensuplarının kaldırdığı birçok cahiliye sancağına karşı
Allah'ın -tek başına Allah'ın- sancağını taşımak üzere seçilmişlerdir.
Müslüman ümmetin, yeryüzünde
bekçisi bulunduğu ve en eski Risaletlerden beri varisi olduğu iman hazinesi,
insan hayatının en şerefli ve en sağlam hazinesidir. Bu hazine; hidayet, nur,
bağlılık, güven, hoşnutluk, bilgi ve yakin'den ibarettir. İnsan kalbi bu
hazineden boş olduğu oranda, sıkıntı ve karanlığa gömülür ve vesvese ve
kuşkulara gark olur, üzüntü ve bedbahtlığın istilasına uğrar. Bu tehlikeli
bataklıkta ayaklarını nereye koyacağını bilmeden, zifiri bir karanlıkta yol
almaya çalışır.
Bu gıdadan, bu yakınlıktan ve
bu nurdan yoksun kalplerin feryatları her çağda duyula gelen canhıraş
feryatlardır. Ömer Hayyam şöyle der: "Ruhumda yokluğun ızdırabını hisseder
gibiyim Hayatta bedbahtlıktan başka birşeyle karşılaşmadım. Ne acı! ya bir de
zamanım gelmişse Oysa henüz kaza ve kader bulmacasını çözemedim. Günlerim, geri
gelmeden geçip gidiyor. Çöllerde esen rüzgarlar gibi. Ruhun bütün yaşadığı iki
gündür, Geçen, dün ve gelecek, yarın. Yarın gaybın arkasındadır, bugünse benim,
Gelecek hakkında nice zanlar boşa çıkar. Bu kadar gâfil değilim, gördüğüm halde,
Dünyanın güzelliğine, zevkine bakmayayım. Rüyamda doğru bir ses işittim; Uykunun
gençlik kozasını açtığı görülmemiştir, Uyan, çünkü uyku ölümün ikizidir. İç,
zaten son konağın topraktan bir döşek olacaktır. Çabucak gelen ölümü gözlüyorum.
Birgün ismim varlık defterinden silinecektir. Getir, şarap sun ey sevgili? Çünkü
günlerin amacı uzun bir uykudur."
Kitab-ı Mukaddes'in "Eski Ahid"
bölümünde şöyle denir: "Boşların boşu. Herşey boş. Güneş altında insanın çektiği
bunca yorgunlukların yararı ne? Bir dönem geçerken bir başka dönem geliyor.
Yeryüzü ise, sonsuza kadar kalıcıdır. Güneş doğuyor, güneş batıyor. Yine doğduğu
yere koşuyor. Rüzgar güneye gidiyor, kuzeye dönüyor. Döne döne gidiyor.
Dönüşlerini tekrar ediyor. Bütün nehirler denize akar ancak deniz dolmaz.
Nehirler akıttıkları yere, tekrar oraya akıyorlar. Bütün sözler eksik
kalıyor. İnsan herşeyden haber veremiyor. Göz, bakmaya doymuyor. Kulak da
işitmekle dolmuyor. Olan oluyor. Yapılan neyse o, yapılıyor. Güneşin altında
yeni birşey yoktur. Bak bu yenidir, denilecek birşey bulunsa o da bizden önceki
zamanlardan kalmadır. Öncekiler hatırlanmıyor, sonrakiler de kendilerinden sonra
gelenler nezdinde hatırlanmayacaklardır,) Bu da o kalplerde, hassasiyet,
canlılık, öğrenmeye karşı bir arzu ve yakin'e karşı bir istek sözkonusuysa...
Ahmak, ölü, donuk ve katı kalpler ise bu üzüntüyü hissetmedikleri gibi bilgiye
duyulan şiddetli arzu da onları huzursuz etmez. Bu yüzden onlar, yeryüzünde
dolaşan hayvanlar gibi yerler ve zevk alırlar, tıpkı onlar gibi toslaşıp
tekmeleşirler veya vahşi hayvanlar gibi parçalayıp eşinirler. Böylece
yeryüzünde, azgınlık, despotluk, zorbalık, saldırganlık ve bozgunculuk yayarlar.
Sonuçta Allah'ın ve insanların lanetini hakederler.
Bu nimetten yoksun toplumlar,
maddi konfor içinde yüzseler de açtırlar, ne kadar fazla üretim yapsalar da
boşturlar, geniş bir özgürlük, güven ve dış barış ortamı sağlasalar da
kaygılıdırlar. Bunun kanıtlarını günümüz toplumların-da açıkça görebiliriz. Elle
tutulup gözle görülen gerçekleri inkâr eden hakikat düşmanlarından başkası bu
gerçeği görmezlikten gelemez.
Allah'a, O'nun meleklerine,
kitaplarına ve peygamberlerine inananlar, itaat ve teslimiyetle Rabblerine
yönelirler. O'na döneceklerini bilir, kusurlarının bağışlanmasını O'ndan
dilerler.
"...Duyduk ve uyduk,
günahlarımızı bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz, dönüşümüz sanadır, derler."

Bu sözlerde, Allah'a, O'nun
meleklerine kitaplarına ve peygamberlerine imanın etkisi ortaya çıkmaktadır.
Duyup itaat etmek, Allah'tan gelen herşeyi dinlemek ve O'nun emrettiği herşeye
itaat etmek şeklinde ortaya çıkmaktadır bu etki. Bu da daha önce de söylediğimiz
gibi yüce Allah'ı egemenlikte birlemek ve her işte O'na başvurmak demektir.
Çünkü Allah'ın emrine itaat edip O'nun metodunu hayatta uygulamadıkça İslâm
sözkonusu olamaz. Aynı zamanda, insanlar, büyük-küçük, hayatla ilgili herhangi
bir konuda Allah'ın emrinden yüz çevirdikleri ya da ahlâk, hayat tarzı, toplum,
ekonomi ve siyasetle ilgili düşüncelerini O'nun dışındaki bir kaynaktan
aldıkları sürece imanın varlığından sözedilemez. Çünkü iman; kalbe yerleşip
pratik hayatın doğruladığı bir olgudur.
İşitip itaat etmekle beraber,
Allah'ın nimetlerine hakkıyla şükretmekte ve O'nun farzlarını gereği gibi eda
etmekte eksiklik ve acizlik yeralmakta ve hoşgörüsüyle bu eksiklik ve acizliği
telafi etmesi için yüce Allah'a sığınmaktadır, mü'min.
"...Bağışlamanı dileriz, ey
Rabbimiz!.."
Bağışlama dileği, öncelikle
teslimiyetin sunulması, karşı çıkma ve inkâr sözkonusu olmadan işitip-itaat
etmenin bildirilmesinden sonra gelmektedir. Bunun da arkasından dönüşün yüce
Allah'a olacağına ilişkin kesin inanç yeralmaktadır. Dünya ve Ahiretteki
dönüşün... Her iş ve her davranışın dönüşü... Allah'tan, ancak Allah'a
sığınılır. Çünkü O'nun kaderinden insanı koruyacak hiç kimse bulunmadığı gibi
O'ndan gelecek kazayı da kimse defedemez. Rahmeti ve bağışlaması dışında
azabından kurtuluş mümkün değildir.
"...Dönüşümüz sanadır."

Bu söz daha önce gördüğümüz
gibi Ahirete imanı içermektedir. Ahirete iman; İslâm düşüncesine uygun bir
şekilde Allah'a iman etmenin gereklerindendir. Bu düşünce, insanın Allah
tarafından koyduğu şartlar ve ahidler doğrultusunda yeryüzünde büyük-küçük tüm
faaliyetlerini kapsayacak hilafet için yani dünya hayatında denenmek ve deneme
sonrasında karşılığını almak için yaşatılıp halife tayin edildiği esasına
dayanmaktadır.
Âhiret ve oradaki mükâfat ve
azap, İslâm düşüncesine uygun, iman etmenin kesin kurallarındandır. Bu şekilde
iman etmek; müslümanın vicdanını, hayat tarzını, değer ölçülerini ve dünyada
elde ettiği sonuçları şekillendirmektedir. Bundan sonra müslüman, itaat yolunda,
hayrı gerçekleştirmek, hakka dayanmak ve yeryüzündeki meyvesi, rahat ya da
yorgunluk, kâr veya zarar, zafer veya yenilgi, zenginlik yahut yoksulluk,
yaşamak ya da şehadet de olsa iyiliğe yönelmek şeklindeki hayatını sürdürür.
Onun mükafatı, imtihandan başarıyla çıktıktan sonra Ahiret yurdunda
verilecektir. Bütün dünya, karşı çıkmak, işkence etmek, kötülük yapmak ve
savaşmak şeklinde karşısına dikilse de onu, Allah'a itaat, hakk, hayır ve iyilik
yolundan alıkoyamaz. Çünkü o, Allah'la beraber hareket etmekte, O'.nun sözünü ve
şartını uygulamakta ve mükafatını da O'ndan beklemektedir. Allah'a ve
meleklerine iman, tüm kitaplarına ve aralarını ayırmadan Resulleriné iman,
işitip-itaat etmek, Allah'a tevbe etmek ve hesap gününe kesin inanmak, şu
kısacık ayetin çizdiği ve İslâm akidesine tabi büyük bir birliktir. Bu, akidenin
sonu ve Risaletlerin sonuncusu olmaya yakışan İslâm'ın ta kendisidir. İslâm,
yaratılışın başlangıcından sonuna kadar sürekli olan iman kervanını tasvir eden
akide ve İslâm gelip, varlığa egemen, mükemmel kanunun birliğini ilan ederek
insan aklına ayrıntıları ve uygulamaları bırakana kadar beşeriyeti yükseliş
aşamalarında yükseltmek ve gücü oranında varlığa hakim, biricik kanunu ortaya
çıkarmasını sağlamak için, Allah tarafından gönderilen bütün Resullerin
elleriyle ulaştırılan kesintisiz hidayet çizgisidir.
Sonra İslâm, insanı insan
olarak kabul eden bir dindir. Hayvan ya da taş, melek veya şeytan değil. Onu
olduğu gibi, zaaf ve güç noktalarıyla birlikte ele almaktadır. Onu, özlemleri
olan bir beden, değerlendirme yeteneğine sahip bir akıl ve birtakım arzuları
olan bir ruhtan oluşan kapsamlı bir birlik olarak görür. Gücünün yetebileceği
sorumlulukları yükler, zorluk ve meşakkate koşmaksızın sorumluluk ve güç
arasındaki uyumu gözetir. Ayrıca, fıtratın temsil ettiği şekilde beden, akıl ve
ruh arasındaki uyumu sağlayarak ihtiyaçlarına cevap verir. Bundan sonra, insana
seçtiği yolun sorumluluğunu yükler
"Allah hiç kimseye
kapasitesini aşacak bir yükümlülük yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi
yararına ve işlediği kötülük de kendi zararınadır. Ey Rabbimiz, eğer unutacak ya
da yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklemiş
olduğun gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği
yükü taşıtma, bizi affet, günahlarımızı bağışla, bize merhamet eyle, sen
mevlamızsın bizim. Kâfirlere karşı yardım et bize."
Böylece müslüman, yeryüzündeki
hilafetinde, yüklendiği sorumluluklarda, hilafet esnasında karşılaştığı
imtihanlarda ve sonuçta amelinin karşılığı olarak aldığı mükafatta Rabbinin
rahmetini ve adaletini düşünür. Bütün bunlarda Rabbinin rahmetine ve adaletine
güvenir. Bu yüzden, yükümlülüklerinden bıkmaz, bunların karşısında göğsü
daralmaz ve bunları ağır kabul etmez. Çünkü O, bunları yükleyen Allah'ın kendi
gücünü çok iyi bildiğine inanır. Şayet gücü yetmeseydi bu sorumlulukları
yüklemezdi. Bu düşüncenin bir diğer özelliği de kalplere akıttığı huzur, güven
ve yakınlığa ilaveten müminde yükümlülükleri yerine getirme azmini harekete
geçirmesidir. O, bilir ki, bunlar gücü dahilindedir. Şayet böyle olmamış olsaydı
Allah böyle takdir etmezdi. Bir defa zayıflık gösterdiyse ya da yorulduysa
veyahut sorumluluk ağır geldiyse bunun kendi zaafından kaynaklandığını kavrar,
yoksa sorumluluğunun ağırlığından değil. Böylece azmi tekrar harekete geçer,
zaafını giderir, sorumluluğunu yerine getirmeye yeniden karar verir. Tabii ki
gücü oranında. Bu, uzun yol boyunca zaaf baş gösterdikçe gayretini harekete
geçirmek için son derece üstün etkileri bulunan bir duygudur. Bu bilinç yüce
Allah'ın kendisine yüklediği herşeydeki iradesinin hakikati hakkındaki
düşüncesini arttırdığı gibi mümin ruhu, himmeti ve iradesi için de bir
eğitimdir. Sonra, bu düşüncenin ikinci kısmı gelmektedir.
"...Herkesin kazandığı
iyilik kendi yararına ve işlediği kötülük de kendi zararınadır."
Sorumluluk bireyseldir.
Dolayısıyla hiçbir nefis kazandığından başkasını alamaz, işlediğinden başkasını
da taşımaz. Sorumluluk bireyseldir; ve her insan özel hayatıyla, lehinde ya da
aleyhinde içinde kaydedilenlerle birlikte Rabbine dönecektir. Orada hiç kimseye
hile yapılmayacağı gibi kimseden yardım da beklenmez. Bütün insanların fert fert
Rabblerine dönecek olması -kalp yakınen inanırsa tüm fertlerin birlikte, O'nun
kullarından hiçbiri için Allah'ın hakkından feragat etmemelerini, her zorbalık,
azgınlık, sapıklık ve bozgunculuk karşısında Allah'ın hakkını savunmaları için
durmalarını gerektirir. O, kendi nefsinden ve Allah'ın hakkından sorumludur
-Allah'ın hakkı, tüm emrettikleri, nehyettikleri konusunda itaat etmek; inanç ve
hayat tarzı olarak yalnızca O'na kulluk yapmaktır- zorbalık, sapıklık, zulüm ve
azgınlık altında -kalbi iman ile mutmain olduğu haldeki zorlama müstesna-
herhangi bir kul için Allah'ın bu hakkından vazgeçerse Kıyamet günü bu kullardan
hiçbiri onu savunamaz ve şefaat edemez. Bu kullardan hiçbiri onun günahını
taşıyamaz ve Ahiret günü Allah'a karşı ona yardım edemez. Bu yüzden herkes
cezasını tek başına çekeceğine göre hem kendi hukukunu hem de Allah'ın hakkını
koruma hususunda arslan kesilir. Bu ferdi sorumluluktan -bu aşamada- korkulacak
birşey yoktur. Çünkü her ferdin Allah'ın üzerindeki hakkı olarak toplum içinde
toplumun hakkını koruması imanının gereğidir. O, malı, kazancı, çabası ve
öğütleriyle toplumda dayanışma içinde olmalı, toplumda hakkın gerçekleşmesi ve
batılın yok edilmesi, hayır ve iyiliğin sağlamlaştırılması, şer ve inkârın
uzaklaştırılması için toplumla birlikte hareket etmelidir. Tek başına Allah'la
karşılaşacağı ve cezasını göreceği günde tüm bunlar, defterinde lehinde veya
aleyhinde hesaplanacaktır.
Sanki mü'minler bu gerçeği
duyup kavramışlardı... İşte bak, kalplerinden, Kur'an ayetinin Kur'an'a özgü
tasvir yöntemiyle zikrettiği gibi titrek ve coşkulu bir dua yükselmektedir.
Sanki biz, sorumluluk ve ceza gerçeğinin duyurulmasından sonra mümin safların
tekrarladığı bir dua sahnesinin önündeyiz.
"Ey Rabbimiz, eğer unutacak
ya da yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz, bizden öncekilere
yüklemiş olduğun gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün
yetmeyeceği yükü taşıtma, bizi affet, günahlarımızı bağışla, bize merhamet eyle,
sen mevlamızsın bizim. Kâfirlere karşı yardım et bize."