Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Ardından Ağıt Yakmak İçin Değil; Muhteşem Dönüşünü Hızlandırmak İçin HİLÂFET..
Ardından Ağıt Yakmak İçin Değil
Ardından Ağıt
Yakmak İçin Değil; Muhteşem Dönüşünü Hızlandırmak İçin HİLÂFET
İslâm'ın hiçbir kurumu, sadece belirli
zamanlarda yaşanıp bir daha hayata dönemeyecek ceset değildir. Yine, hiçbir
esası, insanları fikir ve hayal dünyasında gezintiye çıkaran felsefî ütopya
şeklinde kabul edilemez. İslâm, her şeyiyle bir hayat nizamıdır. Evrenseldir,
her coğrafyada ve her zaman diliminde tatbik edilebilecek yapıdadır. "Halifelik
de, tarihî bir kurum olarak ne kadar câzip ve muhteşem olursa olsun, bugünkü ve
yarınki insana vereceği fazla bir şey yoktur" diyen kimse, İslâm'ı anlamamış
demektir. Hilâfet, Rasûlullah'ın âhirete irtihâlinden 1924 yılı Mart ayına kadar
tam 1293 yıl müslümanları kendi etrafında toplayan mıknatıslı bir sancak
olmuştur ve daha nice yıllar aynı görevi üstlenecektir.
Câhiliyye egemenliklerini tarihte defalarca çöpe
atarak mazlumları kurtaran risâlet ve (Son Rasûl'den sonra da) hilâfet kurumu,
modern câhiliyye zulmü altında kıvranan dünya için yegâne alternatiftir. Batı
uygarlığı adındaki ihtiyar cadının maskesi düşmekte, sırıtan makyajı arkasındaki
çirkin suratı, kendi âşıkları tarafından bile görülebilmektedir. Kendi gayrı
meşrû çocuğu Komünizm karşısında bile kaç defa köşeye sıkıştırılıp başındaki
hakeme sayı saydıran, yapay hormonlarla beslenip yasak doping ilaçlarıyla maça
çıkan bu şikeci boksör, gerçek rakibiyle karşılaşmaktan korktuğu için, onun
ringe çıkamayacağına sarhoş ettiği seyircileri inandırmak istiyor.
Batının kanlı makasıyla lime lime doğranıp 46
parçaya ayrılmış güzelim kumaşın hiç kesilmemiş gibi birleştirilmesinin kolay
olmadığının elbet farkındayız. Ama ihtiyar ninelerimiz, yaşlı annelerimiz
yaklaşık bu sayıdaki kumaş parçalarını birleştirerek nasıl güzel seccâde
oluştururdu. Yeter ki kumaş sağlam olsun, terzi ustaysa, o parçaları
birleştirmesini becerir. İş, terzilerin yetişmesinde. Kendi önündeki kesik
parçaları, kullanışlı güzel elbiseye çevirmesini bilen terziler, içlerinden
birini terzibaşı olarak seçecekler, çok da zor değil hani. Üç tane sıfırın önüne
geçen 1'in o sıfırları ?bin? yapması gibi bir bereket görülecektir, önünde
?imam?ı olan toplumlarda. İnleyen nağmeler coşan şarkılara dönüşecek, işinin
ehli orkestra şefinin yönetiminde. Söndürülüp seksen senedir yakılmayan lambanın
düğmesini açmak gibi bir şey. Karanlıkta düğmenin yerini bulmaktır önemli olan.
Bunun için de kafa gözüyle birlikte gönül gözü de açık olanlara iş düşecektir.
Katolikleri papa, Ortodoksları patrik,
Yahûdileri hahambaşı topluyor, temsil ediyor, yönlendiriyor. Bir tek İslâm âlemi
başsız! Hem de dinleri ?üç kişinin bile, yolculukta dâhi, içlerinden birini
lider seçmelerini? emrettiği halde. Lidersiz/halifesiz ümmet, başsız ceset
gibidir. Önce ümmet içinde hayra dâvet eden emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker
yapan özel ümmet çıkmalı (3/Âl-i İmrân, 104) ki, onlar yolu açsın. Sonra ümmet,
ümmet bilinci ve sorumluluğunu kuşansın (3/Âl-i İmrân, 110). Müslümanlar tek
ümmet, yani evrensel bir âile olduklarını, birbirleriyle ilişkilerinde
ispatlasın (21/Enbiyâ, 92). Müslümanlara ?böl, parçala, yut? taktiğiyle tavır
alanlar, ?Birleşmiş Milletler? şemsiyesine ihtiyaç duyuyor, Avrupa Birliğini tek
devlet çatısı haline dönüştürüyor, her vesileyle müttefik ve koalisyon ortakları
arıyorlar. Müslümanların ?hilâfet? konusunu gündeme getirmelerine ise ?cısss!?
diyorlar. Müslümanlar, dünyaya müslümanca nizam vermeyi düşünmesinler diye,
Amerika'nın başı çekerek Türkiye modelini örnek(!) göstererek yön verdiği ?Büyük
Ortadoğu? projeleri gündeme getiriliyor; ?memlekete komünizm gerekiyorsa onu da
biz getiririz? anlayışıyla. Neo Osmanlı tartışmaları başlıyor, ?Hasta Adam?ın
son demlerindeki ?Jöntürkler?e, yani ?Yeni Osmanlılar?a nazîre olarak.
Amerika, 11 Eylül'den sonra daha belirginleşen
tavrı ve kendi başı Buş oğlu Buş'un ifâdesiyle ?Haçlı Seferleri?ni tekrar
başlatarak ?yeni dünya düzen(sizliğ)i? projesini uygulamak için, Ortadoğu'nun
işgâlini her alana yaymaya çalışıyor. Bir yandan da stratejik destek için İslâmî
hareketlere karşı ?ılımlı İslâm?, ?yumuşatılmış İslâm?, ?resmî, düzene uygun
İslâm?, ?başörtüsüz İslâm?, ?lâ'sı olmayan, her şeyle uzlaşan, herkesi hoş gören
İslâm? şeklinde içi boşaltılmış ve Amerikanlaştırılmış İslâm'lar pazarlamaya
çalışıyor kuklaları eliyle. ?Paranın dini imanı olmaz?, ?din devlete karışmaz?,
?laiklik ve demokrasi İslâm'la çatışmaz? gibi sloganlar Amerikancı İslâm'ın
(elbette bu Allah'ın katında tek gerçek din olan İslâm değildir, muharref
dindir) gerçek İslâm'ı yok etmesi için kukla yönetici ve yönlendiricilerini
seferber ediyor. Savaşlardan, işgallerden çok daha tehlikeli bir durumdur;
?müslümanım? diyen etkin güçler tarafından dinin tahrifi, hakla bâtılın
karıştırılıp hak diye sunulması.
Halifeliğin ihyâsı demek, Dünya İslâm Devleti
demek. Müslümanların birbiriyle kardeş olduklarını kavraması demek. Aynı
coğrafyada yaşayan, aynı ülkenin, aynı mezhebin insanlarının bile bin bir gruba
ayrıldığı bir ortamdan kurtulup tüm dünya müslümanlarının tevhid çizgisinde
birleşmesi demek. Irkçılıktan, ulusçuluk/milliyetçilikten, ulus-devlet
anlayışından ümmetçiliğe geçiş, vatandaşlık anlayışından Allah'a kulluk şuuruna
hicret demek. İslâm, sadece toplumun anladığı anlamda bir din değil; aynı
zamanda sosyal ve siyasal nizamdır da. Hilâfet adı verilen bu nizam, 1924'lere
kadar yaşandı, yine yaşanabilir. Dünya, teknoloji ve özellikle iletişim
araçlarıyla çok küçüldü; şimdi çok daha kolay uygulanabilir çok uluslu, çok
katılımlı, çok ve zengin kültürlü, tek halifenin (ya da hilâfet komisyonunun)
şûrâ ile ve Allah'ın indirdiği gerçek adâlet ilkeleriyle yönettiği bir Büyük
İslâm Devleti. Düşünebiliyor musunuz iki milyar nüfuslu, 46 ulus-devletin
birleşmesinden oluşmuş, başında halifesi olan bir Dünya İslâm Devleti... Rüyâsı
bile insanı mutlu ediyor, hayaline bile can kurban. Böyle bir gücün karşısında
kim durabilir? Global zulüm, ABD adlı vahşi kovboy ve İsrail adlı haydutlar
çetesi böyle bir güç karşısında ne yapabilir? Böyle bir yapının ekonomisini,
dünyaya verdiği huzuru düşünün...
Umudu, hedefi, ideali olmayan kimse, dâvâ adamı
olamaz. Dâvâsı olmayan eyyamcı tip, reel politik oltalarına takılan tâvizci,
günlük işler arasında kaybolan ve yozlaşmaya, olumsuz değişime açık, sürüleşmeye
aday boş vermişlerden oluşur. Böyle kimselerin bırakın mensup olduğunu düşündüğü
din ve dâvâya, kendine bile faydası olmayacaktır. Bunlar olsa olsa popstar
yarışmalarına katılabilir, biraz yaşlıysa o programlara seyirci ve seçici olarak
takılabilir. Müslümanın hedefi, ideali büyük olmalı; hele bizim nesil gibi
yenilgileri, kayıpları büyük ise. Müslüman, sadece bulunduğu ülkede değil; tüm
yeryüzünden fitneyi (zulmü ve en büyük zulüm olan şirki) kaldırmaya çalışmakla
yükümlüdür (2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39). Müslümanların tüm yeryüzünde halife
olduğu (2/Bakara, 30) ve hâkimiyet anlamında bu halifeliği uygulama imkânına
kavuşmak için iman ve amel-i sâlihle ilgili tüm görevlerini yerine getirmesi,
sadece Allah'a kulluk/ibâdet edip O'na hiçbir şeyi şirk koşmaması gerektiği
(24/Nûr, 55) Kur'an'ın mesajıdır.
"Hilâfet" derken; Emevî, Abbâsî, Fâtımî veya
Osmanlı tipi saltanatçı ve nâkıs hilâfet değil; hulefâ-i râşidîn (dosdoğru yolda
olan dört halife) tarzı hilâfeti kast ettiğimizi belirtelim. Hilâfet; İslâm
birliği, daha doğrusu müslümanlar birliği demektir. İdeal olan tek devlet, tek
lider anlayışının hayata geçmesi olmakla birlikte; geçiş döneminde (hatta kalıcı
olarak) bu ?tek?lik, olmazsa olmaz değildir. Önemli olan tek güç olmak, hedef
birliği içinde organize olabilmektir. Bu, kolektif şekilde federatif biçimde de
olabilir. Önemli olan bey'at denilen özel bir seçim usûlüyle işbaşına gelip,
şûrâ prensibini ihmal etmeden, insanlara tek adâlet ölçüsü olan Allah'ın
indirdikleriyle hükmetmektir. Hilâfet düşüncesi, artık bir daha hayata
geçemeyecek hayâlî bir düşünce değildir. Kâinâtı, içindekileri ve yaratıkların
işleyiş kanunlarını yaratan zâtın kitabı olan Kur'an'ın projeleri hayata
geçirilebilecek projeler, kurtuluş reçeteleridir. Hiçbiri ütopik ve ayağı yere
basmayan uçuk teori ya da artık devri geçmiş eskinin değeri değildir. Miladî 7.
asrın başlarında, medeniyet ve dünyevî etkinlikten uzak bir yörede yükselen
nebevî mesaj, o devirde hemen hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği en büyük
devrim ve en güzel toplumsal değişimi çok kısa bir zamanda gerçekleştirmedi mi?
Bırakın, Allah'ın yardım vaad ettiği Kur'anî projelerin hayata geçirilmesini,
kâfirlerin bile planlı ve gayretli çalışmalarıyla 20. asrın başlarında çoğu
yahûdinin dahi hayal edemediği bir vampir devlet, asrın ilk yarısı bitmeden
Ortadoğunun kalbine saplanmış hançer şeklinde ortaya çıkmadı mı? Birbirleriyle
aynı asırda iki defa dünya savaşı veren Avrupa ülkeleri, savaşın üzerinden
altmış sene geçmeden tek devlete doğru hızla gitmekte. Avrupa Birliğinin bugünkü
şeklini savaş sonrasında, yani elli-altmış sene önce hayal eden kaç kişi
çıkardı? Sahi, çeyrek asır önce İran'da ne oldu, nasıl oldu İslâm Devrimi, bütün
dünyaya ve hatta şiî olmayan müslüman âleme rağmen?! Kimlerin hayal bile
edemediğini, kim nasıl gerçekleştirdi?
Örneği direkt konumuzla ilgili verelim:
1900'lerin başında halifeliğin kaldırılıp yeni bir dirilişe kadar tümüyle tarihe
terk edileceğini kaç kişi hayal edip dillendirebiliyordu dersiniz? Okullarda
okutulan tarihe bakarsanız, Yavuz'un Mısır'a gidip müslümanlarla savaşarak kılıç
zoruyla hilâfeti Osmanlılara getirmesi de, bir Osmanlı paşasının eline fırsat
geçtiği ilk anda, meclisten kanun çıkartarak "dünya müslümanlarının sosyal ve
siyasal liderliği"ni, böylesi önemli bir gücü tarihe gömmesi de zafer olarak
anlatılır. Her ikisi de devrimdir. Her ikisi de yavuzluktur. Peki, "yavuz
hırsız" kimdir, orası meçhul.
Hilâfet bir hayal değil, Kur'ânî bir
gerçekliktir. Kur'an bizim yeryüzünün halifesi olmak için yaratıldığımızı
vurgular (6/En'âm, 165). Allah'ın takdir ve dilemesi, yeryüzünde güçsüz
düşürülenlere lütufta bulunup, onları önderler yapmak, vârisler kılmaktır
(28/Kasas, 5). İman edip sâlih ameller işleyenleri, tüm yeryüzünde güç ve
iktidar sahibi olarak etkin şekilde halife yapmak, Allah'ın vaadidir (24/Nûr,
55). Hilâfetin gerçekleşeceğine, Dünya İslâm Devletine inanmamak, belki de
Allah'ın vaadine inanmamakla eş tutulabilir. Liyâkat kesbedenlere bir meyvedir
hilâfet. Mekke'de çalışıp gayret eden ve şirkin her çeşidini terk edip sadece
Allah'a kulluk edenlere Medine'de devlet kapısının kendiliğinden (Allah'ın lütfu
ve meyvesi olarak) açılıverdiği gibi. Daha beş-on sene önce Yâsir'lere,
Sümeyye'lere sorsanız hayal bile edilecek şey değildi bu. Hedefler, önce hayal
edilir, sonra ideal, daha sonra da gerçek olur; eğer gerekli çaba
gösterilirse...
Global/küresel sömürüye, çağdaş Haçlı
Seferlerine, yönlendirilen Bir"leş"miş Milletlere, tek devlet haline gelen
Avrupa Birliğine ve organize ittifaklara karşı, müslümanların ayrı ayrı küçük
ulusal devletler halinde (özellikle onlara hayran, kukla yöneticiler de
başlarındayken) dayanmaları, şimdiki sınırlı özgürlüklerini bile korumaları
mümkün gözükmüyor. Örnek aramaya gerek var mı? Bosna, Çeçenistan, Afganistan,
Irak. Sırada bekleyen Suriye, İran... İslâm âlemi için, özellikle yarınki
birleşmiş küfür cephesine karşı, hilâfetten başka bir çözüm sözkonusu değildir;
tabii onların içinde eriyip yok olmayı, onlardan birine dönüşmeyi çözüm
görmüyorsak. Bu gerekçelerle Avrupa Birliğine katılmaya ve onların içinde
erimeye karşı çıkan kaç müslüman kaldı, orası da ayrı bir problem.
"Hilâfet" demek; laiklik, demokrasi ve
muhâfazakârlık gibi tuzaklardan kurtulup Kur'anî ilkelere sarılmak demek. Yol
uzun, aşılması gereken dağlar yüksek olabilir. Ama unutmayalım; zorluklar,
başarının değerini arttıran süslerdir. Hedefin zorluğudur insanı kahraman yapan.
Sınavın zorlu olmasıdır kişiye dünyada devleti, âhirette Cenneti armağan
ettiren.
"İmkânsız", ancak inançsızların sözlüğünde
bulunabilecek bir kelimedir. İman imkândır, hem de en büyük imkân. "İmkânsız"
kelimesini müslümanın diline tercüme ettiğimizde, sâlih amel ve kulluk bilincini
kuşanarak Allah'a daha yaklaşıp O'nun yardımını kavlî ve fiilî olarak daha çok
istemek anlamına gelecektir. Başkalarının imkânsız dediği şey; müslüman için,
olsa olsa "biraz zaman alabilecek şey" anlamına gelir. Nefsini (hevâsını)
dizginleyip Hakk'a ibâdet ve itaat gıdâlarıyla benliğini güçlendiren, takvânın
sağladığı imkânlarla Allah'a yaklaşıp O'nun yardımına muhâtap olan kimse için
İlâhî emir ve tavsiyelerin hiçbiri "zor" ve hele "imkânsız" gelmeyecektir.
En büyük engel, sahte kurtarıcılar, sahte
halifeler. Keşke Almanya'da, işi çocukların evcilik oyununa benzeten işçilerin
kâğıt üzerindeki devleti hiç olmasaydı, hiç İsa ve Mehdi'ler çıkmasaydı, cihad
zannedilen terör olayları yapılmasaydı, "ihlâs" gibi güzel kelimeler ihlâssız
kimselerce yıpratılmasaydı, Allah adı kullanılarak insanlar kandırılmasa,
politikacılar dini istismara yeltenmeseydi... Sakın bütün bunlar, sırât-ı
müstakîm yolcularının yolunu tıkamak için yol kesen yolsuzlar ve yolunu bulmak
isteyen o yolun yolcularının insanımızı yoldan çıkarma yolu olmasın!
İmtihan için yaratılan insanoğlu,
denemenin gereği olarak birtakım yükümlülükleri yerine getirecek, bazı
güçlükleri göğüsleyecek, bazı zor gibi görünen ibâbetleri yapacak, nefsinin çok
arzu etmesine rağmen, sınavın bir gereği olarak bazı isteklerinden
vazgeçecektir. Kolaylık-zorluk kavramı,
psikolojik ve sübjektif bir kavramdır. Bazen pek basit ve çok kolay görülen bir
şey, bir insan için dağları aşmak kadar zor gelebilir, bazen de çoğu insan
açısından çok zor kabul edilen bir şey, birisine kolay gelir. Bunlar, her şeyden
önce kalpleri elinde bulunduran Allah'a âit bir tasarruftur. Tabii, bu rasgele
olmaz. Bunun da bir İlâhî kuralı, sünnetullah dediğimiz Allah tarafından
konulmuş ölçüsü vardır: Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır
(94/İnşirâh, 5). Kim takvâ sahibi olur, Allah'tan korkarsa, Allah ona işinde
kolaylıklar verir (65/Talâk, 4). İnsanlara emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i
ani'l-münker yapan, onlara öğüt veren kişileri Allah, en kolaya yöneltip onda
başarılı kılacaktır (87/A'lâ, 6-9). Bu konudaki İlâhî sünnet, iman-takvâ-infak
konusunda görevini yapanlara kolaylığın ihsân edilmesidir (92/Leyl, 5-7). Kim
cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp Hakka boyun eğmez, en güzeli de
yalanlarsa, o da İlâhî kudret eliyle en zora yöneltilecektir (92/Leyl, 8-10).
İman cesârettir, takvâ sahibi olmak güçlü
olmaktır. Mü'min inanır ki, Allah zoru kolaylaştırır, kolayı zorlaştırır; bütün
bunlar İlâhî hikmet ve sünnetullah dâhilinde ortaya çıkar. Hayattaki zorlukların
kolaylaştırılmasının adı İslâm'dır. Şeytan olumlu bir şeyi terkettirmek için onu
zor gösterir. İnsan zordan kaçmaya meyillidir. Ama bu şeytanî/nefsî oyuna
gelmeyen nice insan sebat ve ısrar ederek başarılı olmuş, bir zamanlar
kendisinin veya başkalarının zor dediğinin hiç de zor olmadığını anlamış ve
isbat etmiştir.
Toplumu ve hele koca bir ümmeti ilgilendiren
büyük değişiklikler, tedrîc denilen bir süreci gerekli kılar. Bir katın
merdivenlerini birer ikişer adımlamadan tümünü birden atlamaya kalkan insan,
aceleciliğinin cezâsını belki sakatlanarak çekecek, artık basamakları birer
birer bile çıkamayacak hale gelecektir. Konuyla ilgili günümüzde tüm
müslümanların yapması gereken, öncelikle dünyadaki tüm müslümanları farklı
mezhep ve ictihadlarına rağmen Allah için sevmek, birbirleriyle hangi alanlarda
ilişki kurabileceklerse kurmaya çalışıp ümmet bilincine ulaşmak olmalı. Hacda
hem halkın ve hem de âlimlerin yararlanacağı dünya müslümanlarının bilinçlenip
birleşmesi için organizeler yapılmalı. Farklı ülkelerdeki müslüman âlim ve
aydınların, yazar ve çizerlerin arasında ciddî ilişki ve iletişim oluşturulmalı.
Müslümanlar, kâfirlerin çizdiği coğrafî sınırları reddetme tavrı olarak farklı
ülkelerdeki mü'minleri, yani kardeşlerini ziyâret etmeli. İnternetten, dış
ticaretten yararlanmalı, farklı ülkelerden gelin ve dâmatlar edinerek akrabâlık
bağı oluşturmalı, dışpolitikayı en az iç politika kadar tâkip etmeli. Müslüman
gençler mutlaka Kur'an kültürü ile birlikte Arapça ve İngilizce'yi çok iyi
öğrenmeli. Müslüman imamlar, hatipler, hocalar, öğretmenler, yazarlar resmî
hutbe, resmî söylem, resmî program yerine İslâm âleminin ortak sorunlarını ve
Kur'anî çözümleri gündeme getirmeli. Vatandaşlık yerine İslâm kardeşliği
vurgulanmalı. Vatanın müslüman için İslâm'ın hâkim olduğu her yer olduğu söylem
ve eylemle ortaya konulmalı. Var olan un, yağ, şeker bir araya getirilip güzel
helvalar yapılmalı.
Mehdi bekleyen insanlar, çözümü Hz. İsa'nın
gökten inip kendilerini kurtarması olarak görüp görevlerini kuşanmaktan kaçanlar
bilsinler ki, kurtuluş, aralarından bir önder (imam, halife) çıkarıp onunla
birlikte Kur'an'ın emrettiği şekilde cihad etmekle mümkün olacaktır. Sünnetullah
budur. Böyle bir lider, namaz imamı gibi toplumun önünde (gerisinde değil),
dünyevî riskin en büyüğüne tâlip olacak şekilde ve toplumun kardeşi, içlerinden
biri olacaktır. Hicret örneğindeki Büyük Önder gibi, gemiyi en son terk eden
kaptan olmayı seçecektir. Tek başına ümmet (16/Nahl, 120) olmakla birlikte, aynı
zamanda insanlara imam/önder olan (2/Bakara, 124) İbrâhim gibi putlarla ve
putçularla mücâdelenin bedelini gerekirse ateşe atılarak ödemekten çekinmeyen
birisi olacaktır. Takıyye yapması, bazı ruhsatları kullanması câiz olmayan,
müslümanların izzet ve onuruna halel getirmeyen, çok net olarak İlâhî mesajı
insanlara ulaştıran örnek şahsiyet olacaktır lider/halife. O öne geçip
yürüyecek, arkasından ümmet yürüyecektir.
Halife kelimesi, h-l-f (halefe) kökünden
türemiştir. Halefe, geride kaldı, sonradan geldi anlamındadır. "Halife" selefin
yerini alan, sonradan gelen (nesil), istihlâf edilen, birinin yerine bırakılan
demektir. Aynı zamanda bu kelimenin kapsamı içinde vekâlet ve yöneticilik de
vardır. "Hilâfet" halife olmak, halifelik, reislik, başkanlık, birinin yerine
geçmek, onun adına iş yapmak ve onu temsil etmek anlamına gelir. Istılahta ise;
"Hz. Peygamber (s.a.s.)'den sonra, Ona halef olarak mü'minlere emîr olmak"
şeklinde tarif edilmiştir. Bey'at sonucu mü'minler adına tasarruf yetkisine
sahip olan ve ahkâmın tatbikini sağlayan kimseye halife denir. (Râgıb
el-Isfehânî, el-Müfredât, s. 105-106)
Halife'nin çoğulu halâif ve hulefâ'dır. İstihlâf
ise, birini halife (temsilci/ardçı) kılmak anlamındadır. H-l-f (halefe) kökünden
türeyen kelimeler Kur'an'da çokça (127 yerde) geçer. Ama konumuzla direkt ilgili
olarak halife kelimesi Kur'an'da 2 yerde (2/Bakara, 30 ve 38/Sâd, 26),
halife'nin çoğulu halâif 4 yerde (6/En'âm, 165; 10/Yûnus, 14, 73;
35/Fâtır, 39), Hulefâ kelimesi de 3 yerde (7/A'râf, 69, 74; 27/Neml, 62)
geçer. İstihlâf kelimesi ise Kur'an'da 4 ayette (6/En'âm, 133; 7/A'râf,
129; 11/Hûd, 57; 24/Nûr, 55) zikredilir. Yine konuyla dolaylı ilgili half
kelimesinin de 2 ayette (7/A'râf, 169; 19/Meryem, 59) geçtiği görülmektedir.
Allah, yeryüzünü îmar etmek, insanları Allah'ın
kanunlarına göre yönetmek üzere yarattığı Adem ve neslini halife olarak
yaratacağını belirtiyor. "Yeryüzünde bir halife yaratacağım" (2/Bakara,
30) ifadesinden Hz. Adem yaratılmadan önce yeryüzünün yaratıldığını öğreniyoruz.
Hz. Adem yeryüzünde halife olarak yaratıldı. Papazların dediği "Hz. Adem
cennette yasak meyveyi yemeseydi şimdi biz cennetteydik" sözünün yanlış olduğunu
Kur'an'dan anlamış oluyoruz.
Allah meleklere yeryüzünde halife var edeceğini
bildirmekle, insanı yeryüzünün hâkimi ve yaratıkları arasında hükmedecek biri
yapacağını belirtmiştir. Ayetteki "halife" kelimesinde hâkimiyet anlamı
vardır. Yeryüzünde halife olmak, yeryüzünün hâkimi ve yöneticisi olmak demektir.
"Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak
ve adâletle hükmet." (38/Sâd, 26). Âyetten de anlaşıldığı gibi burada
"halife" hüküm veren, yöneten anlamında kullanılmıştır. Bu nedenle insanlar
arasında hak ve adâletle hükmetmesi Hz. Davud'dan istenmektedir. "Yani ey Dâvud,
seni hükümdar yaptık ki iyiliği emredesin ve kötülükten sakındırasın. Böylece
senden önceki peygamber ve salih önderlere halef olasın" denmiş olmaktadır.
"Sonra da, sizin nasıl davranacağınızı görmek için onların ardından sizi
yeryüzünde halifeler kıldık." (10/Yûnus, 14). "Yani onların yerine artık siz
hükmedeceksiniz." Halife kelimesiyle, nesil nesil birbirini takip edecek
ve nesillerden her birinin diğerine halef olacağı bir canlı türü kastedilmiştir.
Yine Hz. Nuh ve kavmi için de şöyle buyrulur: "Onları (yeryüzünde) halifeler
kıldık; âyetlerimizi yalanlayanları da (denizde) boğduk." (10/Yûnus, 73)
Bu âyetlerde "halife" kelimesi, sözlük anlamı
olan; başkasının yürüttüğü bir işi, ondan sonra yüklenip yürüten anlamındadır.
Ancak devralınan iş, hâkimiyetle ilgili bir iştir. Nitekim Hz. Adem için
"halife" kelimesinin kullanıldığı âyetten hemen önceki âyette: "Allah, yerde
ne varsa hepsini sizin için yarattı." (2/Bakara, 29) buyurulmaktadır. Demek
ki Hz. Âdem'in halife kılındığı şey, yeryüzünün hâkimiyet ve yönetimiyle ilgili
bir iştir.
"Allah, içinizden iman edip sâlih amel
işleyenlere, onlardan öncekileri halef (güç ve iktidar sahibi) kıldığı gibi,
onları da yeryüzüne halife kılacağına, onlar için râzı olup beğendiği dini
temelli yerleştireceğine ve korkularını güvene çevireceğine dâir söz vermiştir.
Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana şirk/ortak koşmazlar. Bundan
sonra inkâr eden kimseler fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir. Namaz kılın, zekât
verin, Peygamber'e itaat edin ki, size merhamet edilsin. İnkâr edenlerin, Bizi
yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanmayın. Onların varacakları yer ateştir. Ne
kötü dönüş yeridir." (24/Nur, 55-57)
Bu âyetler, iktidar değişiminin, iktidarın
işleyişinin ve amacının temel değişkenlerini açıkça belirtir: İman, sâlih amel,
yalnız Allah'a ibadet ve hiçbir şeyi O'na şirk koşmama; dinin yerleşmesi,
korkuların güvene dönüşmesi; namaz ve zekâtın yerine getirilmesi, Peygamber'e
itaat.
Allah, başta Hz. Adem olmak üzere bütün
insanları kendi hükümlerinin uygulayıcıları olsunlar diye yarattı. Bütün
insanlar doğuştan birer halife adayıdır. Kim bu emaneti hakkıyla taşımış veya
taşıyorsa, onun halifelik sıfatı devam ediyor demektir. Allah'ın hükmüne
uymayıp, O'nun dininden yüz çevirenler, yani ilâhî emaneti taşımayanlar ise o
kutsal ve üstün halifelik sıfatını koruyamayanlardır.
Kur'an-ı Kerim'de konu ile ilgili ayetlerden
anladığımıza göre Allah Teâlâ, genel anlamda bütün insanları yeryüzünün
halifeleri olarak yaratmıştır. Yeryüzündeki bütün yaratıklar, insanoğlu için
yaratılmış, onun hizmetine sunulmuştur; insan yeryüzünün efendisi ve
halifesidir. Bu halifelik gereği bütün insanlar ilk plânda Allah'a iman etmekle
ve bu imanın sonucu olarak O'nun hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü
tutulmuşlardır. İnsanın yeryüzü halifeliği, onun yönetim ve davranışlarda
Allah'ın hükmünü uygulaması demektir. Bu uygulamalarda Allah'ın kanunları mutlak
ölçüdür. İnsan, yeryüzünde halifeliğini ifa ederken bu ölçünün dışına çıkamaz,
bu hükümlere aykırı hareket edemez. Çünkü Allah, yeryüzünde halife olarak
görevlendirdiği insana mutlak bir serbestlik vermiş değildir. İnsan için
birtakım kurallar ve sınırlar çizmiş ve bunları aşmamasını istemiştir.
Allah, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri,
yerlerine başkalarını istihlâf etmekle, başkalarını halife yapmakla tehdit
ediyor. Buna göre halifelik makamında, yalnızca bu makamın gerektirdiği
yükümlülükleri yerine getirenler kalabiliyor. Yalnız bu kişilerin bu makamda
kalabilmelerine de ?hususi hilâfet? adını veriyoruz. Tarih boyunca
bu anlamda toplumlar birbirlerinin yerine geçmiş ve halifelik onlar tarafından
gerçekleştirilmiştir. Allah'ın halife yapacağına ve onları yeryüzünde hâkim
kılacağına yemin ile söz verdiği kimseler (24/Nur, 55), O'nun dinini
yeryüzünde hâkim kılanlar ve insanları tâğutların tasallutundan kurtarma
savaşını sürdürenlerdir.
İster genel, isterse özel anlamda olsun hilâfet,
?Allah'ın dinini hâkim kılmak? özünü taşır. Bu öz, hilâfetin sosyal alanda da
hissedilir olup, gerçekleşmesiyle ve teşkilâtlanmasıyla siyasî bir görünüm
kazanır. Allah, Hz. Davud'a kendisini yeryüzünde halife kıldığını bildirmekle
birlikte ona; insanlar arasında hak ile (Allah'ın hükümleri ile) hükmetmeyi
(38/Sâd, 260) emretmiştir. Hz. İbrahim de kendisinin insanlara imam (halife)
kılındığı haberini Allah'tan alınca, soyundan geleceklerin de bu makama
yükseltilmelerini istemiş, Allah ise bu ahdinin zâlimler hakkında sözkonusu
olmayacağını (2/Bakara, 214) bildirmiştir. Anlaşılmaktadır ki halifelik,
Allah'ın hâkimiyetinin her alanda bütün açıklığıyla ortaya çıkması demektir.
Bütün insanlar bununla görevlidir. Böyle bir makama yükselmek isteyen, daha
doğrusu bu makamdan düşmek istemeyen toplum da ona göre davranmak zorundadır. Bu
tür toplumun en yüksek temsilcisi ise, yeryüzündeki halifelerin kendi hür
iradeleriyle seçtikleri ?halife?dir. Halife, bu emaneti yüklenebilecek nitelikte
olmalıdır. Çünkü emanetlerin ehil kimselere verilmesi, Kur'an'ın emirleri
arasındadır (Bkz. 4/Nisâ, 58).
Hilâfet, bir şiardır, bir semboldür müslümanlar
için, hatta nâmus ve izzet meselesidir. Tüm işgal altındaki şehirlerimizin ve
tüm müslümanların, hatta tüm mazlumların kurtuluşu için, dünya ve âhiret nimeti
için paroladır hilâfet.
?Sahi, aslan nerede düşmüş ve nereden
kalkacaktı?? Özellikle, olaya hamâsetle yaklaşmaya devam eden ulusalcı ve
asabiyecilere sormak ve bunun cevabının hangi tavır ve eylemle olacağını
cevaplamalarını istemek gerekiyor.
?İpi kopan tesbihim, dağılmış tane tane;
Acı ama tesbihim, hani nerde imâme??