Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Zâhir-Bâtın Ayrımı
Zâhir
Zâhir-Bâtın
Ayrımı:
Dinin bir zâhiri, bir de bâtını olduğu konusunda
Şia ile tasavvufçuların inancı aynıdır. Zâhir, avâm halkın nassların zâhirinden
anladığı mânâdır. Bâtın ise, nasslardan kastedilen ve hakiki ilim kabul
edilendir ki, onu da ancak şiaya göre imamlar, tasavvufçulara göre de velîler
(evliyâ) bilir. Tasavvufçuların nassların bu şekilde bâtınî açıklanmasına
hakikat, diğer zâhirî tarzda açıklanmasına şeriat adını vermiş, hakikatin
velilere, şeriatın avam halka olduğunu söylemişlerdir. Gazâlî'nin "Lâ ilâhe
illâllah"ın avamın imanı, "lâ huve illâ huve"nin havassın imanı olduğunu
söylediği bilinmektedir. Şeriat âlimlerine "zâhir ve kışır bilgisi âlimleri"
deyişleri de meşhurdur. Şeriatta, kabukta kalmış olanlar, ibâdetlerini ve
haramlardan kaçınmalarını cennet arzusu ve cehennem korkusu için yaparlar diye
suçlanılır. Kendileri, cenneti küçük görme, onu istememeyi mârifet olarak görür
ve gösterirler. Tabii ki şeriat kitabı Kur'an, bizden cehennemden sakınıp
cenneti talep etmemizi ister, bizi cennete özendirir, azâbın dehşetinden
korkutur.
Bazı tasavvuf kitaplarında ve günümüzdeki
tasavvufçuların önemli bir kesiminde şeriat aleyhtarı gibi görünmenin doğru
olmayacağı yaklaşımından, gerçek tasavvufun şeriata bağlılık olduğu slogan
halinde tekrarlandığı da görülür. Ama, tuhaftır ki; şeriata bağlı kalmadan
gerçek tasavvuf ehli olunamayacağı gibi ifadelerle, şeriatın hafife alınması,
işin özünün şeriat aşılarak ulaşılabilecek hakikat olduğu gibi çelişkilerle
beraber ifadelendirilir. Ve şeriatla, tevhidle bağdaşmayacak gavs, kutub gibi
yarı tanrılar, tanrı özelliği gösteren kerâmet/olağanüstü haller sahibi
kişilerin evliyâ kabulü, türbe ve bâtıl vesileye verilen önem, şefaatçilik gibi
inanış ve anlayışlarla, Peygamberimiz'in yapmadığı şekilde zikir ve değişik
ibâdetlerle bid'at ve hurâfeler şeklindeki uygulamalar değerlendirildiğinde,
şeriatın kaynaklarıyla izah edemedikleri hususlar için de "keşif", "ilham",
"rüyâ" gibi birçok gayr-ı meşrû delile sarıldıkları bilindiğinde, yukarıdaki
sloganlarındaki samimiyetlerinin ölçülmesi için mihenk taşı olmalıdır. Tarihte,
istisnâlar dışında medresede eğitim görmeyen, hattâ medresede okutulan ilimlere
ve oradan yetişen âlimlere çatıp sataşan bir olumsuz tavırla tekkelere dolup
tasavvufa meyleden kişilerin yine medrese vb. yerlerde ilim tahsil etmeyen ve
âlim olmayı küçük görüp daha kıymetli olduğu yorumuyla ârif olmayı seçmiş,
şeriatı küçük görüp şeriat bilgisi olmamasını fazilet gibi takdim etmiş
kişilerin hocalığı altında ne kadar şer'î bilgiler almış olduklarını
düşünebiliriz. Hele günümüzde daha çok avamdan insanların ya da şeriat bilgileri
tahsil etmemiş farklı alanlarda yüksek tahsil yapmış az sayıdaki kişilerin
şeriat bilgilerinin ne kadar sınırlı ve yetersiz olduğu değerlendirilebilir.
Bununla birlikte şeyhler tarafından bunlara ne derece şer'î eğitim tavsiye
edilmektedir? Tavsiye edilen kitapların kahir ekseriyeti yine tasavvufçu
kişilerin eseri, sohbetlerde atıfta bulunulan örnek kişilerin hemen hepsi o
yolun yolcusu olduğu için, insanların şeriata bağlılığı ne kadar olabilecektir?
Bazı muvahhid gençlerin tevhidî esaslarla bağdaşmadığını âyet ve hadisleri delil
getirerek tasavvufçulara anlattığında hiç olumlu bir netice alınamadığı da,
şeriatın en temel delillerinin bile onlara niçin etkili olamadığının altı
deşinilince, konuyla ilgili bahsettiğimiz problem kendiliğinden ortaya
çıkacaktır.
İşi biraz daha ileriye götürüp haramı helâl,
helâlı haram ilân edenlere de rastlanır. Allah'ın dininde, şeriatta haram-helâl
bütün müslüman kullar için sözkonusu iken, bunların din anlayışında bu haram ve
helâller yalnız basit ve sıradan insanları (avâmı) bağlayan kurallar olarak
sunulabiliyor ve kendilerinin bunlardan muaf olduğunu ileri sürebiliyor. Bu
anlayış, kamuoyunda kabul görmediği için bunları tüm bu ekol sahipleri direkt
olarak savunmazlar. Ama içlerinden bu anlayışta olanları inkâr da edemezler.
Ayrıca, bu anlayışın temelini besleyen yaklaşımları hemen bütün tasavvufî kitap
ve sohbetlerde bulmak mümkündür: Örneğin bir şeyhi içki içerken ve kadınlarla
işret halinde gören mürîdin bu görünenlerin zâhir olduğunu düşümesi, bâtınında
ise mübâreklerin kim bilir ne halde olduklarını düşünmeleri, şeyhinin yanlış
yapma ihtimalini aklından bile geçirmemesi tavsiye olunur. Böyle olunca,
helâl-haram hudûdu insana göre değişmiş olacaktır. Şeyhin şeriata aykırı sözleri
ve davranışları varsa, mürîde düşen bunları güzel bir yolla tevil etmesi, tevil
edemiyorsa "vardır bir hikmeti" demesi, ama kesinlikle eleştirmemesi, hatta hata
olarak düşünmemesi gerekecektir. Ama, kendisi şeyhinin eline, ölünün
yıkayıcısına teslim olması gibi teslim olup her konuda itaat edecektir.
Kaynağı itibarıyla şeriat-hakikat ikilemi
şeriatın zâhirî ve bâtını ikilemine râcidir. İslâm'ın başında müslümanlar bu
ayrımı yapmamışlardır. Bu ayrım her şeyin zâhiri ve bâtını olduğu gibi Kur'an'ın,
hatta Kur'an'dan her âyetin ve her kelimenin bir zâhiri bir de bâtını olduğunu
söyleyen Şia ile başlamıştır.