Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Marifet ve Hakikat İddiası
Marifet ve Hakikat İddiası
Marifet ve Hakikat
İddiası:
Tasavvufçular dinin özü ve cevherine ulaşma
iddiâları yanında onun hükümlerini küçümsemeyi ve onlara muhâlefeti
bayraklaştırmayı da ihmal etmemişlerdir. Bu hükümleri zâhir, kabuk, şekil ve
benzeri sıfatlarla niteleyerek bunlara muhâlefetin çok önemli olmadığı, önemli
olanın cevher ve öz dedikleri mârifet ve hakikat olduğu havasını estirmişlerdir.
Onun için bunlar arasında kemâle erdiğini tasavvur eden yahut erdiğini
düşünenler artık teklifin kendilerinden kalktığını ve bu hükümlerin avam
insanlar için olduğunu söylemekten kendilerini alamamaktadır. Nitekim günümüzde
de aşk, sevgi, mârifet, hakikat, hümanizm ve hoşgörü sloganları arkasına sığınan
ve dinin hükümlerini gözardı eden, hatta onlara inanmayan sayısız tarikat
çevreleri bulunmaktadır.
Bu çevreler, yazılarında ve kitaplarında da bunu
telkin ve teşvik etmekten de geri durmamaktadır. Bir-iki örnek verelim: "Namaz
(sıtmaya yakalanmış bir hastanın) sağ elini, oruç sol elini, zekât ve sadaka sağ
ayağını ve hac ile zikirler de sol ayağını tutsalar kalbi kötü ahlâklarından
ileri gelen hastalıklarla mâlul olduğunda asla fayda vermez. Bir hâzik hekim
demek olan mürşid-i kâmilin ilâcına muhtaçtır."; "Buyurmuşlardır ki, ibâdetlerin
yükte ağır, pahada hafifi ve pahada ağır, yükte hafifi vardır. Abdest, namaz,
oruç, hasenât ve her ne kadar zâhirî ibâdet ve tâat varsa, bunların hepsi yükte
ağır, pahada hafiftir. Allahu Teâlâ'nın rızâsı, Rasûlullah (s.a.s.)'in
sünnetleri ve mürşidin sözleri de, eski bakır gibi yükte hafif ve pahada
ağırdır." (el-Hac Mehmed Nuri Şemsuddin en-Nakşibendi, Tam Miftâhu'l-Kulûb, s.
229, 300)
Toplumda birtakım insanlar tarafından "kalbim
temizdir, kalbime bak. Önemli olan kalp temizliğidir" gibi sözlerin
kullanılmasının kaynağı, bu nevi tasavvufî hikmetler(!) olsa gerek.
Muhammed Nazım Kıbrisî, ilim ve âlimi şu şekilde
küçümsemekte ve aşağılamaktadır: "Ali başka, veli başka. Dünyada ne kadar âlim
varsa, o âlimlerin hepsinin ilmini bir velinin ilim denizine atarsan kaybolur...
Öteki ulemâların okuduğu ilimleri onların okudukları kitapları, Avrupa'nın
papazları da okur. Bizden fazla okurlar onlar... İlmi dilinde olan kimselerin
bildiğini onlar (oryantalistler) bizden fazla biliyor. Lâkin ilmi kalbinde
olanların ilminden onlar bîhaberdir. Kalpte olan ilim ledunnî ilimdir. Ledunnî
ilmi papazlar alamaz." (M. Nazım Kıbrısî, Tasavvufî Sohbetler, s. 90). (Tasavvuf
ilimlerinin büyük çoğunluğunun bu ilme dayandığı Ledunnî ilim, şeriatın
ölçülerine göre buna ilim demek doğru olmaz. İslâm akaidiyle ilgili kitapların
hemen tümünde yer alan "ilmin kaynakları" arasında bu tür ilim yoktur.
Tasavvufçular bunu Kur'an ve Sünnet ile bildirilenlerin dışında ve gaybdan gelen
bilgi olarak kabul etmektedir. Doğrudan doğruya Allah tarafından tasavvufçuların
kalplerine ilka edilen veya onların kalbinde doğan ilim olarak bilinmektedir.)
"Zâhirî ilim, melekler arasında bulunup cennet ve cehennemi bilfiil gören
şeytanı dahi kurtarmadı. Zira ilmi gırtlaktan yukarı kafasında kalmış, kalbine
inmemişti. (Fâsit kıyas yaptı ve cennetten kovuldu)." (Ali Erol, Hâtıratım, s.
66). "Bilmiyorsanız ehl-i zikir (âlimler)'den sorun" (16/Nahl, 43)
âyetindeki ehl-i zikirden maksat, evliyâullah hazerâtıdır." (Ramazanoğlu Mahmud
Sami, Musâhabe, 6/145) (İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, s. 272-273).
Tasavvufçular, Kehf Sûresinde geçen Hz. Mûsâ ile
"sâlih kul" arasındaki kıssadaki sâlih kulu Hızır adında bir ermiş kişi olarak
nitelemiş ve anlatılan kıssanın mânâlarını, hedeflerini ve mesajını tahrif etmiş
ve tasavvuf inancının temellerinden biri yapmışlardır. Bu kıssaya dayanarak
zâhir bir şeriat ve ona muhâlif bâtın bir hakikat bulunduğunu, şeriat
âlimlerinin hakikat âlimlerinin bazı davranış ve sözlerini yadırgaması veya
eleştirmesinin yanlış olduğunu söylemişlerdir. Peygamber değil; Hızır adında bir
velî kabul ettikleri "sâlih kul"a Hz. Mûsâ'nın itirazının nasıl anlamsız ve
tuhaf bir şey ise, şeriat âlimlerinin de hakikat âlimlerini eleştirmesi veya
onlara itiraz etmesinin yersiz ve anlamsız olduğunu iddia etmişlerdir. Yanlış
olarak, veli olduğunu söyledikleri Hızır'ın (Kur'an'daki geçen ifâdeyle "sâlih
kul") vahil, ilham, akaid ve şeriat sahibi olduğunu söylemişler ve ilimlerinin
büyük birçoğunu buna binâ etmişlerdir.
Hızır'ın kıyâmete kadar yaşadığını, şeriat
ilimlerinden ayrı olan bâtınî ilimlere sahip olduğunu, peygamber olmayıp veli
olduğunu, peygamberlerden gelen vahiy yolundan ayrı bir yolla kendisne ledunnî
ilim dedikleri bir ilim geldiğini, bu ilmin Hz. Peygamber'in peygamberliğinden
önce ve sonra her zaman bütün velilere indiğini, bu ilimlerin peygamberlere
gelen ilimden daha üstün ve daha büyük olduğunu iddiâ etmişlerdir. Nitekim,
"veli olan Hızır'ın işlediği bazı fiillerin anlamını ve izahını Hz. Mûsâ
peygamber olduğu halde bilememiş ve veli olan Hz. Hızır'a uymak zorunda
kalmıştır. Üstelik Hızır'dan birtakım bilgiler öğrenmek için onun yanına
gitmiştir..." diye iddia etmişlerdir.
Yine, veli olduğu halde Hızır nasıl peygamber
olan Hz. Mûsâ'dan daha büyük ve daha bilgili ise, ümmetin velileri de şeriatın
zâhirini bilen peygamberden daha büyük ve daha bilgili olduğunu, aynı şekilde
hakikat âlimleri olan evliya yahut tasavvufçuların şeriat (zâhirî) âlimi olan
âlimlerden daha büyük olduğunu dolaylı olarak iddiâ etmişlerdir. Yine, Hızır'ın
evliyâ ile buluştuğu, bu hakikatleri onlara öğrettiği, kendilerinden tasavvufî
ahidler aldığını söylemiş, tasavvufî hakikatlerin şeriat hakikatinden farklı
olduğu ve bundan dolayı her velinin müstakil şeriatı bulunduğunu
belirtmişlerdir.
Hemen belirtelim ki, kendisine Hızır adı takılan
"sâlih kul"un veli olduğunu söyleyen kimi âlimler olmakla beraber, âlimlerin
cumhûru onun peygamber olduğunu söylemektedir. Nebî olduğunu söyleyenlerin
delilleri daha açık ve kesin gibidir (Bu konudaki deliller ve tasavvuf
anlayışının iddiâlarının çürütülmesi için bak. İ. Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, s.
70-81).
İddiâ olarak, hemen tüm tasavvufçular,
sözlerinin "Kur'an ve Sünnetle kayıtlı" olduğunu ifade ederler. Meselâ, tasavvuf
kitaplarında şu ifâde yer alır: "Şeriata bağlı olmayan kişilerin havada uçtuğunu
veya su üstünde yürüdüğünü görseniz bile, o velî olamaz." Bu tür sözleri,
tasavvufun Kur'an ve Sünnet dairesi (şeriat) içinde olduğuna delil gösterenler
olabilir. Ama, din anlayış ve yorumlarının bu ölçülere gerçekten bağlı olup
olmadıkları herhangi bir tasavvuf kitabındaki ifâdeleri gözönüne getirince
ortaya çıkmaktadır. Meselâ tasavvufun meşhurlarından en-Nablusî'nin vahdet-i
vücûdun Kur'an ve Sünnetten alındığını söyler. Yeryüzündeki ve evrendeki bütün
varlıkların Allah'ın kendisi veya görünen şekli olduğunu söyleyen putperest bir
anlayışın bile Kur'an ve Sünnetten alındığını iddiâ edecek bir yaklaşım,
sözlerinin ve eylemlerinin Kur'an ve Sünnete, yani şeriata bağlı olduğunu niye
iddiâ etmesin? Örnek olarak Gümüşhanevî'nin şu sözlerine bakalım: "Şeriata
muhâlif olan tarikat, dalâlettir, felâkettir ve hatta küfürdür. Herhangi bir
hakikat ki Kitap ve Sünnette uymazsa, fâsıklık ve zındıklıktan başka bir şey
değildir." (Gümüşhanevî, Veliler ve Tarikatlarda Usûl, Pamuk Y. İst. 1977, s.
267). Bu ifadenin bir sayfa sonrasında yer alan şu sözlerin şeriatla
bağdaştığını nasıl söyleyeceğiz?: "Şeriat sözler, tarikat fiiller, hakikat
haller, mârifet de servetin başıdır." Şeriatın hangi hükmü hakikat değildir ki,
diğer hükümlerine bu isim verilmiş olsun? İslâm'ın bu ayrımını Kur'an ve Sünnet
mi yapmıştır, Rasûlullah (s.a.s.) döneminde tarikat mı vardı ki, şeriatı (ya da
dini) bu şekilde kısımlara ayırsın ve değişik isimlerle isimlendirsin? Bu
anlayış, şeriattan (Kur'an ve Sünnetten) takvâyı çıkarmışlar, onu kendi
anlayışlarıyla yorumlayıp tasavvuf ve tarikate mal etmeye çalışmışlar; fetvâ
ayrı, takvâ ayrı demişler, takvâyı elde etmenin yolunun şeriatten değil;
tasavvuftan geçtiğini dillendirmişlerdir.
Ve bu anlayışta şeriata ters, Kur'an ve Sünnetle
bağdaşmayacak din anlayışlarını savunan nice yanlışlara şâhit oluyoruz. Birkaç
örnek verelim: Tasavvufun en büyük hanım evliyâsı Râbia şöyle der: "Ateşinden
korktuğum, yahut cennetini umduğum için Sana ibâdet etmedim. Sana sadece zâtın
için ibâdet ettim." Yunus Emre'nin de bu anlayışı şöyle tekrar ettiğini
biliyoruz: "Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç hûri / İsteyene ver
onları / Bana Seni gerek Seni." Görülüyor ki, Rabia ve Yunus (ve onların bu
sözlerini tasvip eden tasavvuf), Allah'ın mü'minlere sâlih amelleri için vaad
ettiği cenneti beğenmiyor veya yeterli görmüyor, onun yerine İsrâiloğullarının
Hz. Mûsâ'ya "Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız" (2/Bakara, 55)
dedikleri gibi, Allah'ın zâtını görmek istiyor. Halbuki hiçbir peygamber âhiret
için böyle bir istekte bulunmamıştır. Kaldı ki, hayır ameller için mükâfat
olarak Kur'an ve Sünnet cenneti vaad ederken, onları istememek veya Allah'ın
zâtını istemek Kur'an ve Sünneti takmamak değil midir? Bid'at ve sapıklıklara
dalan kimi tasavvufçuların Allah'ın dininden nasıl uzaklaştıkları açıkça
görülüyor. Bu uzaklıktan dolayıdır ki, Şeyhu'l-İslâm Ebussuud Efendi, Yunus
Emre'nin cennet ve nimetlerini hem istemeyen, hem küçümseyen sözleri için
"küfür" demektedir (Bak. Ebussuud Efendi, Fetvâlar, s. 87, Mesele 353, İst.
1972). Allah'ın örnek gösterdiği kadınlardan biri olan Hz. Âsiye'nin duâsını
Kur'an öğretiyor: "Allah, mü'minlere de Firavn'un karısını misal gösterdi. O,
'Rabbim, bana katında, cennette bir ev yap, beni Firavn'dan ve onun
yaptıklarından koru, beni zâlimleri topluluğundan kurtar' demişti." (66/Tahrîm,
11). Yüce Allah'ın takdirle andığı ve Kur'an'ında zikrettiği, mü'minlere örnek
gösterdiği sâliha kadın Âsiye, cennette kendisine bir ev yapması için Allah'a
yalvarıyor ve duâ ediyor. Firavun'un eşi yanında adı bile anılmaya değmeyecek
olan Râbia ise, cenneti istemiyor... (İ. Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, s. 227-232)
?Yoksa onların Allah'ın izin vermediği şeyleri
dinden kendilerine şeriat yapan (kanun koyan, Allah'a eş koştukları) ortakları
mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir
(işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.?
(42/Şûrâ, 21). Bu âyette uydurdukları
hurâfeleri Allah'ın dini, şeriatı gibi gösterenler reddediliyor. Onların,
Allah'ın izin vermediği, râzı olmadığı dini kendilerine yasalaştıran, şeriat
yapan, meşrû gösteren ortakları mı olduğu, inkâr tarzında soruluyor. Bu sorudan
Allah'tan başka kimsenin din hükmü koyma yetkisinin olmadığı kesin şekilde
anlaşılıyor. Zira Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah, insanların Kur'an'a
uymayan geleneklerini din yapmalarına izin vermemiştir. Bu gelenekler, Allah'ın
din hükümleri değil, şeytan öğütleridir. Allah böyle şeylerden râzı olmaz. Şâyet
ezelde kullarına bir süre vermeyi, cezâalarını ertelemeyi veya âhirete bırakmayı
kararlaştırmış olmasaydı derhal aralarında hüküm verilip helâk edilirlerdi.
Fakat Allah ezelî kararı uyarınca onların cezâlarını ertelemekte, (hidâyetleri
ve) uslanmaları için fırsat vermektedir. Onlar, zamanı gelince şiddetli bir
cezâya çarpılacaklardır (S. Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 19, s. 323-324).
Bir de şu ifâdelere bakalım:
"Şeriat, tarîkat yoldur varana / Hakîkat, ma'rifet andan içeru." (Yunus Emre).
Tasavvuf anlayışında, en azından yetersiz bir şeydir
şeriat, başka şeylerle takviyesi gerekir. Yunus Emre'nin şu sözlerinde bu
anlayış çok net görülür: "Mumlu baldır şeriat, yağı anın tarikat / Dost için
yağı bala ya niçin katmayalar?"