Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
Tefsirlerden İktibaslar
Tefsirlerden İktibaslar
Tefsirlerden
İktibaslar
?Rablerine icabet edenler, dosdoğru namazı
kılanlar, işleri kendi aralarında şûrâ ile olanlar ve kendilerine rızık olarak
verdiklerimizden infak edenler.?
(42/Şûrâ, 38)
Mevdûdî der ki: Şûrâ; müminlerin en iyi
özelliklerinden kabul edilir. Öyle ki bu husus Al-i İmran: 159'da "emir"
şeklinde beyan edilmiştir. Dolayısıyla, İslâm toplumunda istişâre önemli bir yer
işgal eder. İslâm toplumunda istişâre yapmaksızın işleri yürütmeye çalışmak
sadece cahillik değil, Allah'ın nizamına karşı gelmektir de.
İslâm istişâreye niçin önem vermiştir? Bu soru
üç temel nedene dayalı olarak cevaplandırılabilir:
a) Şâyet bir mesele iki ya da ikiden fazla
kimseyi ilgilendiriyorsa ve buna rağmen sözkonusu mesele hakkında bir kişi karar
verirse, diğerlerine haksızlık etmiş olur. Dolayısıyla ortak yapılan bu işte hiç
kimsenin kendi keyfine göre karar vermeye hakkı yoktur. İşte bu nedenden ötürü
âdil bir sonuca varabilmek için, konuyla ilgili tüm şahıslarla istişârede
bulunmak gerekir. Yine bir mesele karara bağlanacaksa ve karardan çok büyük bir
kitle etkileneceği için istişâre mümkün değilse, o insanların seçtikleri ve
güvendikleri kimselerle istişâre yapılmalı ve sonra mesele karara bağlanmalıdır.
b) Şâyet bir kimse, ortak çalışmalarda sorunu
kendi başına ve kendine göre halletmeye çalışıyorsa, bilinmelidir ki onun böyle
davranmasının ardındaki neden, ya kendi çıkarlarıdır, ya da o şahıs kendisini
herkesten üstün görerek başkalarını aşağılamaktadır. Oysa, ahlâk bakımından bu
iki tavır da kötüdür ve bir mü'min bu iki çirkin özellikten beridir. Mü'min
kişi, başkalarının hakkını meşrû olmayan bir yolla ele geçirerek haksızlık
yapmaz. Yine bir mü'min, kendini beğenmiş bir halde kendisinin her şeyi
herkesten daha iyi bildiği zannına kapılmaz.
c) Bir iş, şâyet başkalarının hak ve çıkarları
ile ilgili ise o iş hakkında karar vermek çok büyük bir sorumluluğu müdrik
olmayı gerektirir. Kalbinde Allah korkusu olan bir kimse, bu yükü yalnız başına
taşımayı katiyetle istemez. Aksi bir davranış, yani, böylesine bir sorumsuzluk
ancak, kalbinde Allah korkusu olmayan ve âhirette vereceği hesaba aldırmayan
kimseler tarafından yapılır. Allah'tan korkan ve âhiret hesabına iman eden
insanlar, kat'î surette herkesi ilgilendiren meseleler hakkında, kendi başlarına
karar vermek istemezler. Onlar söz konusu meseleyle ilgili olan kimselerle veya
onların seçtiği ve ilgilendiği temsilcilerle istişâre eder ve tarafsız bir
şekilde karara varırlar. Sonuçta verilen kararda herhangi bir yanlışlık dahi
sözkonusu olsa, bir tek kişi sorumlu olmaz.
Bu üç hususa dikkat edecek olursak şâyet,
istişârenin İslâm'ın ahlâkî yapısının temel taşı olduğunu ve ondan (istişâreden)
kaçınmanın İslâm'ın tahammül edemeyeceği derecede bir ahlâksızlık olduğunu
müşâhede ederiz. İslâm, büyük veya küçük her işte istişâre ile karara varmayı
emreder. Öyle ki, evdeki işlerin bile evin beyi ile hanımı arasındaki
istişârenin sonucunda karara bağlanmış olmasını ister. Hatta çocukların yaşı
büyükse istişâreye katılımının sağlanması gerekir.
Ayrıca köy, kasaba vs. hakkında bir karar
alınacaksa âkil ve bâliğ olan herkes ile istişâre yapılmalıdır. Şâyet bir
toplumu idare etmek için bir yönetici seçilecekse, o yönetici toplumun tüm
bireylerinin onayıyla seçilmelidir. Toplumun güvenini kazanmış olan ehl-i rey
toplumun işlerini yürütmeli, ancak bu güveni kaybettiklerinde ise istifa
etmelidirler. Zorla toplumun başına musallat olmamalıdırlar. Mü'minlerden
toplumun onayını cebir, hile ve rüşvet ile etkilemeye çalışıp, kendini seçtiren
veya yönetimde kalmaya çalışan bir kimse kötü niyetlidir ve sadece kendi çıkarı
için böyle davranmaktadır. Bu kimseler "Onların işleri aralarında istişâre
iledir" âyetine zahiren uyduklarını göstermeye çalışırlar, fakat aslında bu
İlâhî beyana uymazlar. Onlar hem Allah'ı hem de halkı aldatmaya çalışırlar.
Ancak halk onların bu sahtekârlıklarını anlamayacak kadar ahmak değildir. Ve
Allah'ı da zaten hiç kimsenin aldatmaya gücü yetmez.
"Onların işleri aralarında istişâre iledir"
âyeti beş temel düsturu tazammun eder:
a) Karara bağlanacak bir meseleyle ilgili olan
ve karardan etkilenecek herkes mesele hakkında aydınlatılmalıdır. Ayrıca
meseleyle ilgili kendi düşüncelerini söyleyebilmeleri için her türlü hak
istisnâsız onlara verilmelidir. Bunun yanısıra alınacak kararları açıkça
eleştirebilmeli, protesto edebilmeli ve kararlara itiraz edebilme hakkına sahip
olmalıdırlar. Tüm bu haklarını kullanmalarına rağmen, gidişat hakkında olumlu
bir değişiklik gözlenmemişse, yöneticileri değiştirebilmelidirler. Toplumun
özgürlüğünü ellerinden almak ve onlara danışmadan onların işlerini yürütmek
açıkça o topluma hiyânet etmektir. Böylesine bir tavır içerisinde halkı idare
etmeye yeltenenler, sözkonusu âyeti çiğnemiş olurlar.
b) Toplumsal sorumluluk alacak olan kimseler,
halkın onayıyla seçilmelidirler. Halk onları hiçbir korku duymadan, hiçbir
baskıya maruz kalmadan ve serbestçe seçilebilirken, seçilme durumunda olanlar da
gayri meşru metodlara (Örneğin, rüşvet, hile, tehdit vs.) başvurmamalıdırlar.
Çünkü bu tür yöntemlerle halktan alınan onay, onay değildir. Bu şekilde toplumun
başına geçen kimse, o toplumun gerçek lideri değildir. Gerçek lider, halkın
kendisini sevdiği ve onu özgür iradesiyle seçtiği kişidir.
c) Toplumun başındaki liderin şûrâ heyeti, o
toplumun güven duyduğu kimselerden oluşmalıdır. Halkın onayını para, tehdit,
yalan ve hile gibi yollarla elde etmiş olan kimseler aslında halkın güvenini hak
etmiş değillerdir.
d) İstişâre esnâsında şûrâ heyetine mensup
temsilciler, tercihlerini iman, ilim ve samimiyet çerçevesi dahilinde
kullanmalıdırlar. Tercihlerini özgürce yapabilmeleri için baskı, rüşvet ve grup
çıkarlarından etkilenmeden, kendi inandıkları ve bildikleri doğrultuda hareket
etmelidirler. Şâyet onlar tercihlerini bu şekilde kullanmayacak olurlarsa,
mezkur âyeti ihlâl etmiş olurlar.
e) Ehl-i rey, yani, "şûrâ" mensupları, bir
konuda ittifak ile ve çoğunlukla karar alırlarsa, o karar itirazsız kabul
edilmelidir. Çünkü, her şahıs veya grup kendi bildiğini okursa, istişârenin bir
anlamı olmaz. Nitekim Allah, sadece "Onların işleri aralarında istişâre
iledir", demekle kalmamış ve "Yapacağın işler hakkında onlarla istişâre
et" diye emretmiştir. Bu, "Onlara sadece danışın" demek değildi,
aksine "Onlarla istişâre ettikten sonra, ittifak ve çoğunlukla alınan karara
uyun" demektir.
Bu bağlamda, istişâre yoluyla karar alma
yetkisinin sınırsız olmadığı iyice bilinmelidir. Çünkü, üzerinde istişâre
edilmesi sözkonusu olan saha dinin kaideleriyle sınırlanmıştır. Ana prensip şu
şekilde belirlenmiştir: "Şâyet bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah ve
Rasûlü'ne döndürün" veya "Aranızda anlaşmazlıklar hakkında karar vermek sadece
Allah'a aittir." Bu ana prensip dolayısıyla müslümanlar, ancak naslardan
çıkarılan yorum ve düşünceler ile, kendisiyle amel edilen kurallar hakkında
istişârede bulunabilirler. Yoksa hiç kimse Allah ve Rasulü'nün açık açık
bildirdiği bir husus üzerinde istişârede bulunmaya yetkili değildir. Mevdûdi,
Tefhimu'l-Kur'an)
Şimdi ey Muhammed! Şu ilâhî nimete özellikle
şükretmelidir ki, Allah katından büyük bir rahmet ile yaratılmış olduğun güzel
ahlak gereğince sen onlara yumuşak, nazik bulundun, azarlamayı hak ettikleri
halde kusurlarını yüzlerine vurup da sert muamele etmedin. Yoksa sen huysuz,
katı kalpli biri olsaydın hiç şüphesiz etrafından darmadağın olurlar, seni
bırakıp kaçtıktan sonra bir daha başına toplanmazlardı. Bu ise en büyük bir
felaket olurdu. Bundan dolayı peygamberlik haklarıyla ilgili kusurlarını affet,
ve Allah haklarını Allah affettiğinden, onlar için istiğfar et ve işde onlarla
istişâre et. Yani vahy gelmeyip rey ve ictihada dayanan, savaş gibi, genel
işlere ilişkin durumlarda onların oyunu al ki emir, iyiliği emir olsun.
Müşâvereden sonra karar verip azmettiğin zaman da Allah'a dayan ve itimad et,
icrada gevşeklik etme. Muhakkak Allah tevekkül edenleri sever. (3/Âl-i İmrân,
159)
Elmalılı der ki: "Müşâvere", şivar, meşvüre,
meşvere, meşure, danışıp işaret almak, yani rey (oy) almak demektir. Toplanıp
meşveret eden cemaate de "şûrâ" denilir ki, bu da esas itibarıyla öbürleri gibi
masdardır. Arap dilinde "işaret" diye ile sılalandığı (kullanıldığı) zaman,
dilimizde meşhur olduğu üzere el veya göz, kaş ile îmâ (işaret etme) mânâsına
geldiği gibi, diye ile sılalandığı zaman da emretmek, oy vermek mânâsına gelir.
Müşâvere işte bu mânâda işaret almak içindir. İştikak (türeme) bakımından iş bu
müşâvere ve işaret, arı kovanından bal almak mânâsından veya satılık hayvanı
göstermek veya anlamak için at pazarında binip koşturmak mânâsından alınmıştır.
"Afv" ve "istiğfar" emirlerinden olan "İşte
onlarla istişâre et." buyurulmasında dikkati çeken bir takım nükteler ve
hikmetler vardır:
1- Peygamber'in onlarla müşâveresi, şanlarının
yüksekliğini ve payelerinin terfiini (yükseltilmesini) gerektirir. Bu da onların
sevgilerinin artmasına sebep olur. Müşâvereye tenezzül edilmemesi ise bir çeşit
hakareti içerir ki, bundan da kötü huy ve huysuzluk meydana gelir. Bunun sonucu
ise, "etrafından dağılırlardı" sözüyle açıklanmıştır. Bu açıdan Peygamber'e ait
müşâvere, bir kalp hatırı almayı içerir.
2- (3/Âl-i imran, 79, 104, 110) emirleri
işaretince Muhammed (s.a.s.)'ın gönderilmesi bütün insanlar için uyulacak, örnek
alınacak bir ümmet teşkilini hedef aldığından, Hz. Muhammed'in ashabının en
yüksek bir siyasî terbiye kazanması Allah'ın isteği idi. Böyle bir terbiye ise
"Allah tarafından bir rahmet ile" âyetinin delaletince sıf ilâhî rahmet olan Hz.
Muhammed'in müşâvere mektebinde alınabilirdi. Hz. Muhammed'in terbiye ve talim
görmüş ashabı, başkalarını terbiye edebilecek şekilde yetişecekler, sonra da
"Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz" nebevî
hadisi mânâsınca, Allah'ın emriyle nice toplumlar ve Allah'a layıkıyla kulluk
etmeye çalışanlar yetiştireceklerdi. Buna ise her şeyden önce pek büyük bir
cömertlik ve nezaketi içeren bir ahlakî kemal ve rabbânî irfan gerekli idi ki;
işte esası, ilâhî bir vergi ve meyveleri ve inkişafları beşere ait çalışma,
kazanma olan bu ahlâkın başlangıcı teşekkür hitabıyla ve gelişmeleri iyiliksever
emriyle gösterildikten sonra, o irfan (anlayış)ın öğretim ve temrin
(alıştırmas)i için de buyurulmuştur. Bu bakımdan da Peygamber'in müşâveresi bir
terbiye sırrını ve uyma hikmetini içine alır.
3- Esasen Peygamber'imiz, Uhud olayının
başlangıcında müşâvere etmişti. Peygamber'imiz, Medine'den çıkılmaması tarafına
meylettiği halde, onlar çıkılması reyinde bulunmuşlardı. Çıkılınca da olanlar
oldu. Şu halde bundan sonra Peygamber onlarla müşâvereyi terk ederse, o
müşâvereden dolayı kalbinde bir üzüntü bulunduğuna delalet ederdi. Bunun için,
bu olaydan sonra müşâvere emri açıkça belirtilmiştir ki, Peygamber'in kalbinde
bu olaydan böyle bir eser bulunmadığı ve müşâvere husûsunda üzüntü caiz olmayıp,
tam bir emniyet ile hareket edilmesi gerektiği ve iyi niyetle vaki olan ictihadî
reyden dolayı, sonunda hata ortaya çıksa bile, başında mesuliyet olmayacağı
anlaşılmış olsun.
4- Münâfıkların başı Abdullah b. Übeyy
müşâvereye sokulmuş olduğu halde, müşâvere ahlâkını tanımıyarak ve tahakküm
fikrine kapılarak en müşkül (zor, kritik) bir zamanda işe karışma ve müdahele
hırsıyla, "Bize işten bir hisse var mı?", "Bize bu işten birşey olsaydı..."
dediklerinden dolayı, cevabından sonra buyurulmasında; hem İslâm siyasetinin
tehakküm ve istibdad fikrinden uzak bir iyiliksever ruh ve ahlâka dayandığını,
hem de bu iyilikseverliğin, tevhid esasına ve ihlas fikrine aykırı açık veya
gizli bir şirk ve işrak (Allah'a ortak koşmay)a varan bir işe katılma durumunda
olmamasının gereğini ayrıca bir hatırlatmadır. Şu halde "onları işe ortak et"
buyurulmayıp da buyurulması, münafıklara bir reddi ve müşâverenin metnindeki
emir birliğini bozmaya değil, düşünme ve açıklamaya yönelmiş olması gerektiğini
de içerir ve âyetin başında sonunda yüksek hükmüyle bütün işlerin Allah'a
döndürülmesi de bu tevhid noktasını bildirir. Bundan ise şu neticeyi alırız ki,
İslâm şûrâsı (danışma kurulu)nın görevi, yalnız kendi arzu ve isteklerini ifade
eden reylerini göstermek değil, olaylarda Allah'ın kullarının genel çıkarları
açısından hakkı araştırmakla o konuda aklî ve naklî delillerden amel edilir
olması gereken Allah'ın hükmünü tayin etmektir. Bu şekildedir ki ortaya çıkacak
olan irade, tatbikte hiçbir kıymeti olmayan yalnız beşerî istekler değil,
vaki'de gerçekleşecek olan ilâhî iradeyi temsil ve ona uyarak faydalı bir
şekilde hüküm icra edebilir. Burada insan iradesinin hiç hükmü yok denemez.
Fakat ilmin iradeye tabi olmasıyla, iradenin ilme tabi olması arasında büyük bir
fark bulunduğunu unutmamak gerekir. Şu halde şûrâ, her şeyden önce, ilmî bir
fikir ile hakkı araştırmak ve ilâhî iradenin tecellilerine uymak ve cüz'î
iradelerini, kendi temennilerini ortaya çıkarmaya değil, Hakk'ın hükmünü
açıklamak ve tayine sarf etmek gerekir. Yoksa ortada müşâvere değil, çeşitli
iradelerin çekişme ve mücâdelesi cereyan eder ve bu münakaşa, hak ve hayır fikri
ile Allah'ın hükmüne döndürülmedikçe çeşitli fırkaların çarpışması, batması
gerekli olur.
Bu müşâvere emrinin vücub (farz)mu, yoksa nedb
(mendub)mi ifade ettiği hakkında âlimlerin ihtilâfı vardır. İmam Şafiî
hazretleri mendub olduğunu kabul etmişse de, zahir olan farzdır. Fakat
tefsircilerin ve bilginlerin ittifakı vardır ki, Allah katından vahy inmiş olan
hususlarda Peygamber'in ümmeti ile müşâvere etmesi caiz değildi. Çünkü nass
karşısında rey ve kıyas batıldır; mevrid-i nass (nassın geldiği yer)de ictihada
mesağ (izin, ruhsat) olmadığı malumdur. Nass olmayan hususlara gelince, her
şeyde müşâvere caiz midir, değil midir? Birçok bilginler ve tefsirciler işbu
emrinin, harbe mahsus olduğu fikrindedir. Çünkü vahiy bulunan hususlarda
müşâvere caiz olmadığı kesinlikle bilindiğinden deki "el-Emru" kelimesinin
"elif-lâm"ının istiğrak (genelleme) için olmadığı anlaşılır. Dolayısıyla ahd
için olduğu ortaya çıkar. Bu âyette geçmiş olan bilinen emir ise, harp ve
düşmanla karşı karşıya gelmektir. Şu halde emirin de buna tahsis edilmesi olması
gerekir. Fakat diğer âlimler ise, el-emr'in âmm (genel) olduğu ve ancak nass
(kesin dini delil)'ın geldiği hususlara tahsis edilmiş ve buna göre geri
kalanlarda genel bir şekilde hüccet (delil) olarak kalmış olduğu fikrindedir.
Gerçekte emri, harbe mahsus olmadığı gibi, buradaki de öyle olması gerekir.
Delillerin gelmesinden sonra ihtilâf edenler ve Allah'ın kitabına iman
etmeyenler aleyhinde gelen âyetlerin, nassın geldiği yerde ictihadın caiz
olmadığını gösterdikleri ve daha açıkçası nass karşısında ictihad, Allah'ın emri
karşısında rey ve kıyas ile isyan eden mel'ûn (lanetlenmiş) İblis'in hali olduğu
malumdur. Şu halde meselenin ruhu, vahye mazhar olan Rasûlullah'ın din içinde
ictihadla da görevli olup olmadığı meselesidir. Peygamber için ictihadı caiz
görmeyenler, müşâverenin harp işi gibi sırf dünya ile ilgili olan hususlara ait
olduğuna inanmışlardır. Halbuki Usul İlmi'nde sahih olan şudur ki,Rasûlullah
vahyi bekler ve vahy gelmeyen hususlarda rey ve ictihadıyla amel ederdi. Ve bu
ictihadda başlangıçta hata da düşünülebilir, ancak hata olursa vahy ile
düzeltilir, devam etmezdi. Peygamber'in ictihadının, diğer ictihadlardan farkı
bu idi. Yoksa Cenab-ı Allah "İçlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar,
onun ne olduğunu bilirlerdi." (4/Nisâ, 83) diye müctehid âlimleri öğmüş ve
"Ey akıl sahipleri ibret alın." (59/Haşr, 2) diye basiret kullanmak ile
istibar (ibret alma) ve kıyası da emretmişken, basiret sahiplerinin efendisi
olan, akıl ve zekâsı herkesin üstünde bulunan Rasûlullah'ın bu naslardan hariç
olamayacağı açıktır. Şu halde Rasûlullah, vahy inmeyince ictihadla görevliydi.
İctihad ise mübahase (karşılıklı konuşma) ve münazara (ilmî tartışma) ile kuvvet
bulacağı için, vahyin gelmesinin dışında müşâvere ile de görevli olmuştur.
Rivâyet edilmiştir ki işbu indiği zaman Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
"Biliniz ki, Allah ve Rasûlü müşâvereden herhalde müstağnidirler ve fakat Allah
Teâlâ bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişâre ederse
doğru yoldan mahrum kalmaz. Her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz." Diğer
bir hadis-i şerifte de: "Müşâvere eden bir toplum, herhalde işlerinin en
doğrusuna muvaffak olur" buyurulmuştur.
Bütün bunlardan anlaşılır ki, burada Peygamber'e
hitap olarak gelen ?ve şâvirhüm (onlarla müşâvere et)? emri,
yukarda açıklandığı üzere, bir çok faydaları içermekle beraber, bunun sebebi ve
asıl hikmeti, ümmetini öğretim ve terbiyesi için gelmiş olmasıdır. Şu halde
Peygamber için müşâvere mendub da olsa, ümmet için vacibtir. Nitekim diğer bir
âyette "İşleri, aralarında danışma iledir." (42/Şûrâ, 38) buyurulmuştur.
(Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, 3/159)
?Ve onlar ki Rableri için davete
uymakta ve namazı dürüst kılmaktadırlar. Allah iman ve itaat için Peygamber
tarafından yapılan davete Ashab-ı Kiram'ın bey'atları ve uymaları gibi bey'at ve
dinin direği olan namazı kılmakla cemaat ve toplumu sağlam tutanların İşleri de
aralarında Şûrâ'dır. İşleri, buyrukları zorbalıkla değil, aralarında danışıkla,
görüşlerine başvurma iledir.
(42/Şûrâ, 38).
Yine Elmalılı Hamdi Yazır diyor
ki: Kendi işlerine kendileri sahiptir, başkalarının elinde esir değil,
aralarında dayanışmasız, toplumsuz, darmadağınık ayrı da değil, toplanıp sözü
bir etmesini bilirler. Birbirlerinin görüşlerine başvurmalarının şekli de görüş
ileri sürmek yeteneği olan, toplumun görüşlerini temsil edebilecek ictihad
sahibi "hall ü akd" erbabının (meseleleri düşünüp çözüme bağlayacak kimselerin)
toplanıp müzakere etmesiyledir. Rasûlullah (s.a.s.) "İş husûsunda onlarla
müşâvere et." (3/Âl-i İmran, 159) âyetinin mânâsı uyarınca, savaşla ilgili
meselelerde müşâvere ederdi. Ondan sonra da ashab gerek onda gerek hükümlere
dair meselelerde müşâvere ettiler. Hz. Peygamber'in vefatı üzerine halife
seçimi, ehli riddetle (dinden dönenlerle) savaş, dedenin mirastan pay alması,
şarap içenlere vurulacak "had cezasının" sayısı ve Irak'ta fetholunan arazilerin
ahkamı vs. gibi meseleler hep bu kabildendir. Şüphe yok ki hükümlere dair
müşâvere, hakkında kesinlik ifade eden bir nass bilinmeyip az çok ictihada
elverişli olan veya tatbikatı çalışmaya bağlı hususlardadır. Şûrâ müzakereleri
(görüşmeleri) icmâ meselelerinin aslını teşkil eder. İslâm tarihinde ve fıkıh
usulünde (metodoloji) malesef bu "Şûrâ" düsturu sahabe devrinden sonra Kur'ân'ın
verdiği bu önem ile uyumlu bir biçimde geliştirilememiştir. Şûrâ aslında "Fütyâ"
gibi "büşra" ölçüsünde masdar olup "teşavür" yani birbirinin görüşünü almak
demektir. Kelimenin aslı arıdan bal almak mânâsı ile ilgilidir. "Zû şûrâ" (Şûrâ
sahibi) mânâsına da gelir. Nitekim bu mânâ ile şûrâ heyetine de denilir. Ve
kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak da ederler. Belli ki bu infak şûrâ ile
verilen kararın yerine getirilmesi için gereken masrafı temin mânâsını
anlatmaktadır.
O münasebetle bu da gereğine göre
şûrâ ile halledilmesi gerekir. Şu âyet de bunu hissettirir: ?Ve onlar ki
kendilerine ?bağy' isabet ettiği, yani haklarına saldırı olduğu zaman yine
kendileri yardımlaşır, öclerini alırlar. Haklarını savunur, haksızlığa boyun
eğmez, zilletten hoşlanmaz, azgınlık ve saldırıda bulunanın cezasını verirler,
aşırı gitmeyerek adaletle öclerini alırlar.? Bunun için başka bir milletin
himayesine sığınmazlar, kendi toplum ve milletlerinin bağımsızlığı, izzet ve
yardımı, birliği ile zalim ve azgının hakkından gelirler. Görülüyor ki burada
bağy "onlar" zamiri ile çoğula gönderilmiştir. Bu ise bağyin herkesle ilgili
olduğunu ifade eder. Bundan dolayı bazıları bunu yalnız dışardan gelen saldırıya
özel zannetmişler de bir müşrik bir müslümana saldırdığı takdirde intikamını
alanın övgüsüyle tefsir etmişlerdir. Fakat gerek Allah hakkı olsun, gerek kul
hakkı olsun mutlak hakkın korunması Allah hakkı, yani Hukuk-i amme (kamu
hakkı)den olduğu ve dolayısıyla her mümin kişinin haklarının toplumun taahhüdü
altında bulunması açısından ona karşı saldırı âmmenin (toplumun) hakkına saldırı
demek olduğundan gerek dıştan ve gerek içten genel ve özel olarak yapılan
saldırının savuşturulması ve cezanın verilmesi toplumun görevi yani en azından
farz-ı kifâyedir. İçten olanlarda mahkemelerin adaletini temin, dıştan olanda da
siyasi tedbirlerle bu yardımın yapılması ve yapılabilmesi bir milletin
yüksekliğini ve yaşama hakkını gösteren en yüce faziletlerdendir. Onun için
diğer tefsir bilginleri demişlerdir ki: "İleri giden her azgına karşı öc alma
övülmüştür." İbnü Cerir et-Taberî tefsirinde der ki: "Bu ikinci görüş doğruya
daha yakındır. Çünkü Cenab-ı Allah, bir mânâyı tahsis buyurmamış, azgınlık
edenden hakkı ile öcünü alan her galibi övmüştür. Buna karşı birisi şöyle
diyebilir: İntikamda övülecek ne var? Denilir ki zâlime hak ettiği ve layık
olduğu cezayı vermekte onu hak yoluna doğrultmak, bunda ise en büyük övgü
vardır."
Kısacası bu sıfat yukarda "Bana
aranızda adalet yapmam emrolundu." (42/Şûrâ, 15) diye beyan buyurulan adalet
emrinin tatbiki açısından son derece önemli olan yüksek bir ahlâkın, kuvvetli
bir toplumsal ruhun ortaya çıkmasını ifade etmektedir ki bunu karşıtı olan "Onlar
gazablandıkları zaman bağışlarlar." (42/Şûrâ, 37) nitelemesi ile birlikte
düşünmek, gerek kasırların (yalnız, ancak, sadece ifadelerinin) mânâsını
düşünmek ve gerek önemini takdir etmek için daha faydalı olur. Yani af da
ederler, intikam da alırlar. Fakat her ikisini de kendi bağımsızlıklarıyla
yaparlar, ne bağışlamalarında ne intikamlarında başka bir millet ve cemaatin
etkisine mahkum olmazlar. (Elmalılı, 42/Şûrâ, 38 Âyetinin Tefsiri)
Seyyid Kutub diyor ki: Bu bölümde yüce
peygamberlik gerçeği eksenine sıkı sıkıya bağlı birçok temel gerçeği ve aynı
zamanda kısa ifadelerin içerdiği büyük esasları görürüz. Öncelikle Peygamber'in
(salât ve selâm üzerine olsun) ahlâkında, kalplerin üzerinde toplanması,
ruhların etrafında birleşmesi için hazırlanan şefkatli, hoşgörülü, yumuşak ve
güzel tabiatın da somutlaşan ilahi rahmeti görürüz. Aynı zamanda, İslâmî toplum
hayatının dayandığı temelin şûrâ olduğunu ve bunun sonucunun dış görünüşü
bakımından acı da olsa yeri geldikçe emredildiğini görürüz. Şûrâ ilkesinin
yanında, verilen kararın büyük bir kararlılık ve kesinlikle uygulanması ve
yürütülmesi ilkesini görürüz. Şûrâ ve uygulamanın yanında, tasavvur, hareket ve
düzenlemeyi tamamlayan Allah'a güvenip dayanma gerçeğinin yeraldığını görürüz.
Ayrıca Allah'ın çizdiği kaderi görürüz. Herşeyin neticede O'na döneceğine vakıf
oluruz. Olaylar ve sonuçları üzerinde kendisinden başka hiçbir etken gücün
bulunmadığı gerçeğini de kavrarız. Ganimet konusunda; ihanet, hile ve ihtirastan
sakındırmanın yeraldığını görürüz. Değerlerin, ölçülerin, kazanç ve zararın
gerçeğini ortaya çıkaran Allah'ın hoşnutluğuna uyanlar ile O'nun hışmına
uğrayanların arasındaki kesin farkı gördüğümüz gibi... Bölüm, bu ümmete
peygamberini göndermekle yüce Allah'ın yaptığı iyiliğin yüceliğini göstermekle
son buluyor. Öyle ki bu iyiliğin yanında, ganimetler gibi çekilen acılar da çok
küçük kalır.
Evet bütün bu hususlar şu az sayıdaki âyette
toplanmıştır: "Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın.
Eğer sert ve katı kalpli biri olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı.
Onları bağışla. Kendileri için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında
onların görüşlerini al. Ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz
Allah kendisine dayananları sever."
Âyetlerin akışı burada Rasûlullah'a ve O'nun
şahsında da Medine'den çıkmak için başta öne atılan, sonra safları karışan ve
böylece savaş öncesinde üçte biri geri dönenlere, hitabını tevcih etmektedir.
Bunlar daha sonra O'nun emrine karşı gelmiş, ganimet arzusuna yenik düşmüş ve
Rasûlullah'ın öldürüldüğüne ilişkin söylenti karşısında zayıflık göstermişti.
Yine bunlar yenilerek topukları üzerinde geri dönmüş, O'nun az kişiyle başbaşa
ve yara bere içinde peşlerinde çağırır halde bırakıp, buna rağmen hiç kimseye
dönüp bakmamış kişilerdi. Peygamberin gönlünü hoş tutmak, müslümanların da
Allah'ın nimetini anlamalarını sağlamak için onlara yönelmekte ve çevresinde
kalplerin toplandığı Peygamberin yüce ve şefkatli ahlâkında somutlaşan Allah'ın
rahmetini O'na ve onlara hatırlatmaktadır. Böylece O'nun kalbindeki gizli
rahmeti harekete geçirmekte ve bu davranış sonucu kalbinde yereden kırgınlığı da
gidermektedir. Müminlerin de, bu şefkatli peygamberle kendilerine ulaşan ilahi
nimeti duyumsamalarını sağlamaktadır. Sonra Peygamber'i, onları affetmeye, onlar
için bağışlanma dilemeye ve meydana gelen sonuçtan ötürü İslâmî hayatın bu temel
ilkesini iptal etmeksizin her zaman olduğu gibi onlarla müşâvere yapmaya
çağırmaktadır.
"Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara
yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı kalpli olsaydın, kuşkusuz çevrenden
uzaklaşırlardı."
Bu O'nu ve onları kuşatan Allah'ın rahmetidir.
Yüce Allah, Peygamberini müminlere karşı şefkatli ve son derece yumuşak
kılmıştır. Şâyet kaba ve katı kalpli olsaydı etrafında kalpler birleşmez ve
çevresinde duygular toplanmazdı. Çünkü insanlar sürekli; şefkatli üstün bir
gözetime, güler yüzlü bir hoşgörüye, kendilerini saran bir sevgi atmosferine,
bilgisizlikleri, zayıflık ve eksiklikleri yüzünden sıkmayan bir yumuşaklığa
ihtiyaç duyarlar. Ayrıca, kendilerine veren; ancak onlardan birşey beklemeyen,
üzüntüleriyle ilgilendiği halde kendi derdiyle onları üzmeyen, yanında her
zaman, ilgi, gözetim, şefkat, hoşgörü, sevgi ve hoşnutluk buldukları büyük bir
kalbe muhtaçtırlar. İşte Rasûlullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kalbi
böyle bir kalpti ve insanlarla birlikte böyle yaşıyordu. Bir kerecik olsun kendi
şahsı için onlara kızmadı. Beşeri zaaflarından dolayı onlara karşı kalbinde bir
sıkıntı hissetmedi. Hayatın nimetlerinden hiçbir şeyi kendine mal etmedi;
aksine, elinde ne varsa hepsini büyük bir hoşgörü ve cömertlikle onlara verdi.
Yumuşaklık, iyilik, şefkat ve yüce sevgiyle onları sardı. O'nunla konuşan, O'nu
gören hiç kimse yoktur ki, kalbi O'nun büyük ve geniş gönlünden fışkıran sevgi
duygularıyla dolmasın.
Bütün bunlar O'na ve ümmetine Allah'ın bir
rahmetiydi. Yüce Allah, bütün bunları, bu ümmetin hayatı ve dilediği düzeni
yerleştirmek için hatırlatmaktadır.