Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
İstişâre Etmek
İstişâre Etmek
İstişâre Etmek:
"...Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af
dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al."
"Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini
al." Yüce Allah şu kesin âyetle İslâm
toplumunun yöneticisi Hz. Muhammed (s.a.s.) de olsa, yönetimde "şûrâ" ilkesini
getirmiş oluyor. Bu âyet, müslüman ümmet için "şûrâ"nın temel bir ilke olduğu ve
İslâm düzeninin bundan başka bir ilkeye dayanmadığı konusunun, hiçbir kuşkuya
yer bırakmayacak kadar kesin olduğunu vurgulamaktadır. "şûrâ"nın şekline ve
gerçekleşme yöntemlerine gelince; bunlar, ümmetin durumu ve hayat şartlarına
uygun olarak değişebilirler. Çünkü "şûrâ" gerçeğinin -göstermelik değil-
uygulandığı her yöntem İslâm'dandır.
Bu hüküm, "Şûrâ" ilkesinin görünürde acı ve
tehlikeli sonuçları ortaya çıktıktan sonra gelmektedir. Açık sonuçlarından biri
de, müslüman saflarda bozulmanın ve görüş ayrılıklarının baş göstermesiydi.
Müslümanların bazıları Medine'de kalıp düşmanın saldırmasını beklemeyi ve sokak
başlarında onlarla savaşmayı öngörüyordu. Başka bir topluluk da cesaret gösterip
düşmanı karşılamaya çıkma görüşündeydi. Bu görüş ayrılığının sonunda, safta
bozulma baş göstermişti. Çünkü düşman kapıya dayanmışken Abdullah bin Ubey bin
Selul askerin üçte biriyle geri dönmüştü. -Kuşkusuz bu, büyük olay ve korkunç
bir bozulmaydı: Ayrıca uygulanan taktik; görünüş itibariyle de askerî açıdan
sağlıklı bir taktik değildi. Nitekim bu taktik, Abdullah b. Ubey'in dediği gibi
eskiden beri uygulanan Medine'yi içerden savunma taktiğine de uymuyordu.
Müslümanlar daha sonra meydana gelen Ahzap (Hendek) savaşında bunun tersini
uygulamış ve fiilen Medine'de beklemişlerdi. Uhud'da başlarına gelenden ders
alarak "Hendek" kazıp, düşmanı karşılamaya çıkmamışlardı.
Kuşkusuz Rasûlullah, Medine'nin dışına çıkmakla,
müslüman safları bekleyen tehlikeli sonuçtan habersiz değildi. Kesinlikle doğru
olduğunu bildiği sadık bir rüya görmüş ve bu yüzden Medine'de kalma taraftarı
idi. Ailesinden birinin, arkadaşlarından bir kaçının öldürülmesine ve Medine'yi
de sağlam bir zırha yormuştu. Kuşkusuz "şûrâ" sonucu kararlaştırılan görüşü
benimsemeyebilirdi. Ancak, gerisindeki acıları, zararları ve kurbanları gördüğü
halde bu "şûrâ"daki görüşe uydu. Çünkü bir ilkenin yerleştirilmesi, bir kitlenin
eğitilmesi ve bir ümmetin terbiye edilmesi geçici zararlardan daha önemlidir.
En sakıncalı şartlarda meydana getirdiği bölünme
ve savaş sonunda çekilen bunca acıları doğurması karşısında; Nebevî komuta,
savaştan sonra "şûrâ" ilkesini tümden atma yetkisine sahipti yine kuşkusuz.
Ancak İslâm, bir ümmet oluşturuyordu, onu eğitip insanlığa önderlik yapmaya
hazırlıyordu. Ve yüce Allah, toplumları eğitmek ve onlara gerçek önderliği
hazırlamak için, en iyi yöntemin "şûrâ"ya başvurması olduğunu benimsetiyordu.
Bunu sağlamak için sorumluluk taşımaya alıştırmak ve (ne kadar büyük, sonuç
bakımından ne kadar acı da olsa) hatalarını düzeltmelerini öğretmek, görüş ve
uygulamasının sorumluluğunu taşımasını bilmelerini sağlamak için hata da
işlenebileceğini biliyordu. Çünkü hata işlenmedikçe doğru, gerçek anlamda
bilinemez. Alıştırılmış ve sorumluluğunun bilincine vardırılacak bir ümmetin
inşası söz konusu olunca, zararlar önemsenmez. Halâ bir ümmet vesâyet altındaki
bir çocuk gibi hayatını sürdürüyorsa bunun hayatındaki hatalar, kaymalar ve
zararlar ona bir şey kazandırmıyor, demektir. Bir insanın zararlardan sakınması
ona birtakım maddi kazançlar sağlayabilir. Ancak bu insan ruhsal olarak
kaybedecektir. Gelişimi ve eğitimi sekteye uğratacaktır. Pratik hayattaki
dayanıklılığı bakımından kaybedecektir. Tıpkı, kayıp düşmemesi ya da -Örneğin-
ayakkabısını yıpratmaması için yürümekten alıkonulan çocuk gibi...
İslâm bir ümmet inşa edip eğitiyordu. Onu
önderlik makamına hazırlıyordu. Bu nedenle, olgunlaşıp pratik hayattaki
davranışlarının üzerinden vesâyetin kaldırılması için Rasûlullah'ın hayatındaki
pratik uygulama ile eğitilmeleri gerekiyordu. Şâyet olgun bir önderliğin varlığı
"şûrâ"ya engel teşkil etseydi, her yandan düşmanlar ve tehlikelerle kuşatılmış
ve henüz yeni olgunlaşmakta olan İslâm ümmeti için çok önemli bir sonucu
getirebilecek Uhud savaşı gibi en tehlikeli durumlarda buna başvurulmazdı. Ve
yine pratik ve fiilen ümmetin oluşmasına engel olsaydı, bunca tehlikeli bulunan
bir işte önderlik kurumu Şûrâ'dan bağımsız davranabilseydi ve olgun bir
önderliğin varlığı en tehlikeli işlerde "şûrâ"nın yerini tutabilseydi, yüce
Allah'tan vahiy alan Hz. Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) varlığı
müslüman ümmeti o gün "şûrâ" hakkından yoksun kalmasına neden olabilirdi.
Özellikle, müslüman ümmetin oluşması için tehlikeli olan şartların gölgesinde ve
beraberinde getirdiği bunca acıdan sonra.. Ancak ilahi vahiye muhatab olan Hz.
Muhammed'e, (salât ve selâm üzerine olsun) bu tür olayların meydana gelmesi ve
bunca olumsuz şartın varlığı bile hakkı ortadan kaldırmaya yetmemiştir. Çünkü
yüce Allah, sonuç ne olursa olsun, zarar ne derece büyük olursa olsun, saftaki
bölünme ne kadar tehlikeli olursa olsun, verilen kurbanlar ne denli acı verirse
versin ve tehlikeler her yanı sarmış da olsa en kritik işlerde bile "şûrâ"
ilkesinin uygulanmasının gerekli olduğunu biliyordu. Çünkü bunların hiçbiri,
pratik hayatta pişmiş, görüş ve uygulamanın sorumluluğunun bilincinde ve
farkında olan bir ümmetin oluşmasına engel teşkil edemezler. Bizzat böyle bir
ortamda bu ilahî emrin gelmesinin nedeni budur.
"Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af
dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al."
Beraberinde büyük tehlikeler getirse de bu
ilkenin her koşulda yerleşmesi gerekir. Uygulanışı sırasında meydana gelen
tehlike son derece büyük olsa da, müslüman ümmetin hayatında yer etmesi ve
uygulanışı Uhud'daki gibi düşman kapıdayken safta bölünmeye sebep olsa da,
müslüman ümmetin hayatından bu ilkeyi kaldırmaya ilişkin korkunç mazeretlerin
geçersiz kılınması için... Çünkü doğru yoldaki ümmetin varlığı bu ilkeye
bağlıdır. Ve doğru yoldaki ümmetin varlığı da yolda karşılaşılan diğer tüm
zararlardan daha önemlidir kuşkusuz.
Üstelik İslâm düzeninin gerçek görüntüsü, âyetin
sonunu getirmeden tamamlanmış olmuyor. Âyete baktığımızda görüşler arasında
tercih yapmak, bazısını uygulamadan alıkoymanın "şûrâ" ilkesinin yerine gelmesi
için yeterli olmadığını görürüz. Sonuçta Allah'a güvenip dayanmaktan
alıkoymamalıdır insanı.
"Ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç
kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever."
"şûrâ"nın görevi, en isabetli görüşü ortaya
çıkarmak, ortaya atılan ihtimallerden birini seçmektir. İş bu noktaya varınca
"şûrâ"nın rolü biter artık "uygulama" fonksiyonu devreye girer. Allah'a güvenip
dayanarak kararlaştırılan görüşü büyük bir azim ve kararlılıkla uygulama işi,
Allah'ın çizdiği kadere ve sonuçları dilediği gibi yönlendiren Allah'ın
iradesine bağlar.
Rasûlullah, Rabbanî ve Nebevî zırhını giyerken,
ümmete "şûrâ"yı yani görüş bildirmeyi, en tehlikeli ve en büyük işlerde bile
uygulama sorumluluğunu taşımayı öğretiyordu. "şûrâ"dan sonra hareket etme,
Allah'a güvenip dayandıktan sonra (sonunu ve varacağı yeri bildiği halde)
kendini Allah'ın kaderine teslim etmekten ibaret ikinci zırhını da kuşanıyordu.
Böylece çıkış emri uygulandı. Rasûlullah eve girdi, nereye gittiğini, kendisini
ve beraberindeki arkadaşlarını bekleyen acıları ve kurbanları çok iyi bildiği
halde zırhını ve silahlarını kuşandı. Ardından Medine'nin dışına çıkmaya
taraftar olanlar, Rasûlullah'ı istemediği bir şeye zorladıklarına ilişkin
endişeleri ve tereddütleri ile düşmanı karşılamak veya Medine'de beklemek
konusunda dilediği gibi davranması husûsunda Rasûlullah'ı serbest bırakmaları...
Evet böyle bir fırsatın doğması bile O'nun kararından döndürmeye yetmedi. Çünkü
O, onlara toplu bir ders vermek istiyordu. "şûrâ" dersini, Allah'a güvenip
dayanmak ve O'nun kaderine teslim olmakla beraber azmedip kararlılık göstermek
dersini de vermek istiyordu. Onlara "şûrâ"nın bir zamanının olduğunu, bundan
sonra tereddüte, görüş tercih etmeye ve görüşleri yeni baştan değerlendirmeye
yer olmadığını öğretmek istiyordu. Çünkü bu, aceleciliğin, edilgenliğin ve
bitmez tükenmez kararsızlığın belirtisidir. Oysa yapılacak iş, görüş bildirip
"şûrâ"ya başvurmaktır. Allah'a güvenip dayandıktan sonra azim ve kararlılık
göstermektir. Allah da bunu seviyor: "...Allah kendisine dayananları
sever..."
Allah'ın ve O'nun taraftarlarının sevdiği
dostluk, müminlerin özenle koruması gereken dostluktur. Hatta bu, müminlerin
ayırıcı özelliğidir. Allah'a güvenip dayanmak, her işi sonuçta O'na döndürmek
İslâm düşüncesinde ve İslâmî hayatta beliren son denge çizgisidir. Bu, her işin
Allah'a döneceğine ve Allah'ın dilediğini yapabildiğine ilişkin büyük gerçekle
birlikte hareket etmektir. Kuşkusuz, bu "Uhud"dan çıkarılan büyük derslerden
biridir. Herhangi bir çağda yaşayan özel bir nesil için değil tüm müslüman
nesiller için bir tecrübe birikimidir.
Allah'a güvenip dayanma gerçeğinin yerleşmesi ve
sağlam temelleri üzerinde yükselmesi için sûrenin akışı, zafer ve bozgun
konusunda etkin gücün Allah'ın gücü olduğunu, yardımın o'ndan bekleneceğini,
yenilgi konusunda O'ndan korkulacağını, yönelişin O'na olacağını, hazırlık
yapıldıktan, sonuçtan el çekip onu tamamen Allah'ın kaderine bağladıktan sonra
O'na güvenilip dayanılacağını bildirerek sürmektedir (3/Âl-i İmrân, 159).
İşte burada, bu âyetlerde müslüman kitlenin
ayırıcı ve karekteristik özellikleri dile getiriliyor. Bu âyetler, Medine'de bir
müslüman devlet kurulmadan önce Mekke'de inmiş olmalarına rağmen müslüman
kitlenin niteliklerinden biri olarak şunu görüyoruz: "Onların işleri
aralarında danışma (istişâre) iledir." Bu da gösteriyor ki, şûrâ ilkesi
müslümanların hayatında devletin siyasal düzeni olmaktan çok daha köklü bir yere
sahiptir. Şûrâ bütün cemaatin temel karekteridir. Bu cemaat olarak sorunlarını
bu ilke doğrultusunda çözüme bağlarlar. Sonra cemaat olmanın doğal sonucu olarak
cemaatten devlete geçilir. Yine müslüman cemaatin niteliklerinden biri olarak
şunu görüyoruz: "Bir zulme veya saldırıya uğradıkları zaman, yardımlaşarak
kendilerini savunurlar."
Oysa hicretten sonra savaş izni verilene kadar
Mekke'de müslümanlara verilen emir, sabretmeleri, saldırıya saldırı ile karşılık
vermemeleri şeklindeydi. Ama Medine'ye hicret edildikten sonra onlara şöyle
denmişti: "Saldırıya uğrayan mü'minlere savaşma izni verilmiştir. Çünkü onlar
zulme uğramışlardır. Hiç kuşkusuz Allah'ın onlara yardım etmeye gücü yeter."
(22/Hacc, 39)
Müslüman cemaatin karekteristik özellikleri
gündeme getirildiği bir sırada, Mekke'de inen bu âyetlerde bu tür bir nitelikten
sözedilmesi gösteriyor ki, zulüm ve saldırılara karşı yardımlaşma, müslümanların
değişmez ve temel bir sıfatıdır, bundan önce verilen savaşmaktan kaçınmaya ve
haksızlıklar karşısında sabretmeye ilişkin direktif, belli şartlarda başvurulan
istisnai bir kuraldır. Dolayısiyle, konu müslüman cemaatin temel nitelikleri
olduğu için, âyetler Mekke'de inmiş olmasına ve henüz saldırılara topyekün
dayanışma ile karşı koyma izni verilmemiş olmasına rağmen bu değişmez ve temel
nitelikte burada gündeme getiriliyor.
İnsanlığa önderlik yapmak ve onları cahiliyenin
karanlığından İslâmın aydınlığına çıkarmak üzere seçilen müslüman cemaatin
ayırıcı ve karekteristik özelliklerinin, henüz önderliği fiilen ele almadığı bir
sırada ve Mekke'de inen bir surede gündeme getirilmesi üzerinde düşünülmesi
gereken önemli bir meseledir. Çünkü bunlar en başta bulunmaları ve cemaat içinde
fiilen gerçekleşmesi gereken niteliklerdir. Cemaatin fiili önderliğe elverişli
olabilmesi için bu durum kaçınılmazdır. İşte bunun için üzerinde düşünülmesi
gerekir. Nedir bu nitelikler? Gerçek mahiyetleri nedir? Bütün insanlık hayatında
bu niteliklerin önemi nedir?
Bu nitelikler; iman, Allah'a güvenip dayanmak,
büyük günahlardan ve iğrenç davranışlardan sakınmak, kızınca bağışlamak,
Allah'ın çağrısına olumlu karşılık vermek, namaz kılmak, her meselede şûrâ
ailesini uygulamak, yüce Allah'ın verdiği rızıklardan Allah uğrunda mali
harcamada bulunmak, elbirliği ederek zulme karşı çıkmak, bağışlamak, kendi
hayatını ve çevresini düzeltmek ve her türlü zorluğa göğüs gererek sabretmektir.
Bu niteliklerin gerçek mahiyeti nedir ve ne
ölçüde önemlidirler? Kur'an'ın kendi ahenkli akışı içinde bu nitelikleri
sunarken bu konuya açıklık getirmemiz yerinde olacaktır.
Kur'an-ı Kerim, insanları geçici ve kalıcı
değerlerin gerçek mahiyetini öğrenebilecekleri değişmez ilahi bir ölçü ile karşı
karşıya getiriyor. Böylece meselenin ruhlarında karmaşık bir hal alıp
ölçülerinin, diğer yargılarının karışmasına engel oluyor. Bu amaçla müslüman
cemaatin niteliklerini saymaya başlamadan önce bu ölçüyü hatırlatıyor: "Size
verilen şeyler, dünya hayatının geçimidir. Allah'ın yanında bulunanlar ise daha
iyi ve daha kalıcıdır."
Kuşkusuz şu yeryüzünde çekici ve göz kamaştırıcı
nimetler, süsler vardır. Çeşitli rızıklar, evlatlar, şehevi duygular, zevkler,
makam ve iktidar da bunlardandır. Öte yandan yüce Allah'ın yeryüzünde kullarına
bir lütuf olarak, karşılıksız bir bağış olarak bahşettiği nimetler vardır.
Bunlar şu dünya hayatında insanın günahkârlığı veya itaatkârlığı ile bağlantılı
değildirler. Gerçi bu nimetler, itaatkârın elinde -az da olsa-
bereketlendirilir, isyankârın elinde bulunanlar ise -çok da olsa- bereketi
giderilir.
Fakat bunların hiçbiri kalıcı ve değişmez değer
değildir. Bunlar dünyanın geçim kaynaklarıdır. Kullanım süreleri belirlenmiştir.
İnsanı yüceltmez ve küçültmez. Bu nimetler kendi başlarına yüce Allah'ın katında
bir ihsanın saygınlığına veya aşağılanmışlığına kanıt oluşturamaz. Yine yüce
Allah'ın hoşnutluğunun veya öfkesinin belirtisi sayılamaz. Bunlar sadece geçim
kaynaklarıdır. ?Allah'ın yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha kalıcıdır."
Özü itibariyle daha iyidir.? Süresi bakımından daha kalıcıdır. Çünkü dünya
hayatının geçim kaynakları Allah'ın katındaki nimetlerle karşılaştırıldıklarında
çok basit ve önemsiz kalırlar. Allah'ın sürekli kullarının üzerine akıttığı
sonsuz lütfu ile karşılaştırıldığında sınırlı oldukları ortaya çıkar. Dünyanın
geçim kaynaklarının günleri sayılıdır. Bir ferd en fazla ömrünün sonu kadar
bunlardan yararlanabilir. Bütün insanlık ta öyle. Onların da bu dünya
nimetlerinden yararlanmaları bütün insanlığın yaşama süresi ile sınırlıdır. Bu
ise, yüce Allah'ın günleri ile karşılaştırıldığında bir göz açıp kapama anı veya
bundan da az bir süre kadardır.
Bu gerçek bu şekilde açıklandıktan sonra, yüce
Allah'ın kendilerine daha iyi ve daha kalıcı nimetler hazırladığı
mü'minlerin niteliklerinin açıklanmasına geçiliyor.
Önce iman sıfatından sözediliyor: "İnanıp
Rabb'lerine güvenenler için Allah'ın yanında bulunanlar daha iyi ve daha
kalıcıdır." İnsanın değeri şûrâdan gelir: O, ilk ve temel gerçeğe
ilişkin bir bilgidir. İman olmadan insanın içinde, varlık alemine ilişkin doğru
bir bilgi yeredemez. Çünkü varlık aleminin gerçek mahiyetini kavramak ve bunun
yüce Allah'ın sanatı olduğunu algılamak ancak Allah'a iman yolu ile mümkün
olabilir. İnsan bu gerçeği kavradıktan sonra evren ile iletişim kurabilir. Çünkü
insan bu durumda evrenin özünü bildiği gibi, ona egemen olan kanunları da bilir.
Bu yüzden insanın hareketleri ile şu büyük varlık aleminin hareketleri arasında
bir ahenk oluşur. Bu durumda insan evrensel yasalar sisteminden sapmaz. Kendi
hareketleri ile evrenin hareketleri arasındaki bu ahenkten dolayı mutlu olur.
Varlık alemi ile birlikte itaat ederek, kayıtsız şartsız teslimiyet duygusu ile,
barış içinde varlıklar aleminin yaratıcısına doğru yolalır. Bu nitelik
her insan için gereklidir. Ancak, varlıklar aleminin yaratıcısına doğru
insanlığa yol göstericilik yapacak önder bir cemaat için çok daha gereklidir,
elzemdir.
İmanın değeri bir de şûrâdan gelir: İman insan
ruhunu yatıştırır. İnsanın, yolunu güven içinde izlemesini sağlar. Onu
şaşkınlıktan, çekingenlikten, korku ve karamsarlıktan kurtarır. Bu nitelikler,
şu gezegendeki yolculuğu esnasında her insan için gereklidir. Ama yol gösteren
ve insanlığa bu yolculuğunda önderlik yapan bir lider için çok daha gereklidir.
Arzu ve ihtiraslardan, kinden, nefretten,
kişisel çıkardan ve ganimetler elde etme duygusundan soyutlanmak açısından iman
büyük değere sahiptir. Bu durumda kalp şahsının ötesinde bir hedefe bağlanır; bu
meselenin kendisiyle bir ilgisinin bulunmadığını, bunun Allah'ın dinine davet
olduğunu ve kendisinin bir ücret karşılığı Allah adına çalıştığını anlar. Bu
bilinç önderlik görevini omuzlamış biri için zorunludur. Hareketten ayrılıp
kendisine baş kaldıran bir grubun bu eylemi karşısında veya davet görevini
yerine getirirken çeşitli baskılarla, eziyetlerle karşı karşıya kaldığında
ümitsizliğe kapılması, kitleler çağrısına koştuğu veya kendisine boyun eğdikleri
zaman da gurura kapılmaması için bu anlayış kaçınılmazdır. Çünkü o, sadece belli
bir ücret karşılığında çalışan bir işçidir.
İlk müslüman kitle bütün içtenliğiyle iman
etmişti. Bu iman ruhları, ahlâki yapıları ve davranış biçimleri üzerinde
şaşırtıcı bir etki bırakmıştı. O sıralar insanlık aleminde iman tablosu solmuş,
tanınmayacak hale gelmişti. İmanın insanların ahlâki yapıları ve davranış
biçimleri üzerindeki etkisi kaybolmuştu. İslâm geldiği zaman canlı, etkin ve
aktif bir iman tablosu meydana getirdi. Bu sayede mü'min kitle omuzlarına
yüklenen önderlik görevini yerine getirmeye elverişli hale geldi.
Üstad Ebû'l Hasan en-Nedvi "Müslümanların
gerilemesi ile dünya neler kaybetti" adlı eserinde bu imana ilişkin olarak şöyle
der: "En büyük düğüm -şirk ve küfür düğümü- çözüldü. Bunun sonucu diğer tüm
düğümler çözüldüler. Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun
müşriklerle en öncelikli konuda cihada girişti ve İslâmın öngördüğü her emir ve
yasak için teker teker cihad yapmaya gerek duymadı. En öncelikli mesele
etrafında girişilen çarpışmada İslâm cahiliyeyi yenilgiye uğrattı. Artık her
çarpışmada zafer İslâmındı. Bundan sonra müşrikler kalpleri ile, organları ile,
ruhları ile topyekün barış ve esenlik dini İslâma girdiler. Doğru yolu açık
seçik gördükten sonra Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- karşı
çıkmadılar. Onun verdiği bir karara karşı içlerinde bir hoşnutsuzluk, bir
burukluk kalmamıştı. Zaten onun serbest veya yasak olarak öngördüğü bir şeyde
onların seçme hakkı yoktu." "Gitgide içlerinde şeytanın vesveselerine yer
kalmadı. Hatta kendi şahıslarını ilgilendiren duygular da içlerinde barınamaz
oldu. Başkalarından uzaklaştıkları gibi kendi kendilerinden, çıkarlarından,
kişisel endişelerinden uzaklaştılar. Daha dünyadayken ahiret adamı oldular. Bu
günden yarını yaşadılar. Bir musibet karşısında paniğe kapılmadılar, feryadı
basmadılar. Nimet de şımartmadı onları. Fakirlikten dolayı ezilmediler.
Zenginlik azgınlaştırmadı onları. Ticaret onları oyalamadı. Güçlü bir konuma
gelince başkalarını küçümsemediler. Yeryüzünde büyüklenmek, bozgunculuk yapmak
düşüncesinde değildiler. İnsanlar için ideal ölçüler oldular. Kendileri,
anne-babaları ve akrabaları aleyhinde de olsa Allah için şahitlikte bulunarak
adalet ilkesinin somut örnekleri oldular. Tüm yeryüzü ayaklarının altına
serilmişti. İnsanlığın sığınağı, dünyanın koruyucuları ve Allah'ın dininin
davetçileri olmuşlardı."
Üstad en-Nedvi, gerçek imanın insanın ahlâki
yapısı ile eğilimleri üzerindeki etkilerinden sözederken şöyle der: "Gerek
Araplar gerek Arap olmayanlar, kısacası tüm insanlık cahiliye hayatı yaşıyordu.
Kendilerinin yararlanması için yaratılan, kendi irade ve yönlendirmelerine boyun
eğen her şeye secde ediyorlardı. Taptıkları bu yaratıklar kendilerine itaat
edeni ödüllendiremez, karşı çıkanı da cezalandıramazdı: Herhangi bir şeyin
serbestliğini veya yasaklığını belirleyemezdi. Din, hayatlarında etkisi
bulunmayan yüzeysel bir kurumdu. Ruhları, vicdanları ve kalpleri üzerinde bir
yaptırım gücü, ahlâki yapıları ve davranış biçimleri üzerinde bir etkinliği
yoktu. Yüce Allah'a, işini tamamlamış, herşeyden eletek çekmiş, bazı insanlara
Rablık kisvesini giydirmek için hakkından feragat etmiş bir yaratıcı, bir usta
gibi inanıyorlardı. Kontrolü ellerine geçirmişlerdi. Örgütlü bir hükümetin diğer
yetkilerinin yanısıra memleketin yönetimini, işlerinin yürütülmesini, gelir
kaynaklarının dağılımını kendi arzularına göre düzenlemek üzere üstlenmişlerdi.
Allah'a inanmaları tarihsel bir bilgiden öteye geçmiyordu. Allah'a inanmaları,
gökleri ve yeri onun yarattığını kabul etmeleri, bir tarih talebesinin; şu eski
sarayı kim yaratmıştır? sorusuna karşılık, ondan korkmaksızın, ona boyun
eğmeksizin bir eski kralın adını söylemesinden farksızdı. Dinleri Allah
korkusundan, ona dua etmekten uzaktı. Allah' hakkında onu sevmelerini sağlayacak
olumlu birşey bilmiyorlardı. Allah hakkındaki bilgileri, anlaşılmaz, kapalı,
kısa ve sembolikti.
Bu yüzden içlerinde Allah'a karşı sevgi
ve ürperme duygusu uyanmazdı..." "...Araplar ve müslüman olan diğer toplumlar
Allah hakkındaki bu yanlış,karmaşık ve ölü anlayıştan kurtulup derin,
açık ve canlı bir anlayışa sahip oldular. Bu anlayış ruh, vicdan, kalp ve
organlar üzerinde etkindi. Etkileri ahlâki ve toplumsal yapıya yansımıştı. Hayat
ve hayatla ilgili her şeyde bu aktif anlayışın etkinliğini görmek mümkündü. En
güzel isimlere sahip ve en ideal örneği veren Allah'a inanıyorlardı. Alemlerin
Rabb'i, Rahman-Rahim, din gününün sahibi, mülk sahibi, eksikliklerden uzak
(el-Kuddüs), esenlik veren (es-Selam), güven veren (el-Mü'min), herşeyi kontrolü
altına alan (el-Muheymin), üstün iradeli olan (el-Aziz), caydırıcı güce sahip
bulunan (el-Cebbar), herşeyden büyük olan (el-Mütekebbir), herşeyi yaratan
(el-Halık), herşeyi var eden (el-Bari), varlıklara şekil veren (el-Musavvir),
her yaptığını bir hikmete göre yapan (el-Hakim), bağışlayan (el-Gafur), seven
(el-Vedûd), şefkat gösteren (el-Rauf), acıyan (er-Rahim), yaratan ve yarattığını
yönlendiren, her şeyin mülkiyetini elinde bulunduran, koruyan ama kimsenin
korumasına muhtaç olmayan... Ve bunun gibi Kur'an'da yeralan sıfatlara sahip
bulunan, cennetle ödüllendiren, ateşle cezalandıran, dilediğinin rızkını
bollaştıran, dilediğininkini de azaltan, göklerde ve yerde gizli şeyleri bilen,
gözlerin hain bakışlarını ve göğüslerin içinde saklı bulunan duyguları bilen ve
bunun gibi onun gücünü ve yaptıklarını ifade eden Kur'an âyetlerinin işaret
ettiği niteliklere sahip bulunan Allah'a inanıyorlardı... Bu geniş boyutlu,
derin etkili ve anlaşılır iman ile kişiliklerinde insanı dehşete düşüren bir
devrim gerçekleşmişti. Herhangi birisi Allah'a inanıp Allah'tan başka ilah
olmadığına şahitlik ettiği zaman hayatı altüst oluyordu. İman bütün organlarına
nüfuz ediyordu, bütün damarlarına akıyor, bütün duygularına yansıyordu.
Bedeninde can ve kan yerine geçiyordu. Cahiliyenin tüm mikroplarını,
kalıntılarını yok ediyordu. İman kalbini ve aklını bürüyordu. Ondan bambaşka bir
insan meydana getiriyordu. Bu duruma gelen insan iman, kararlılık, sabır ve
cesaretin parlak örneklerini sergilerdi. Aklı, felsefeyi ve ahlak tarihini
şaşkın bırakan olağanüstü davranış ve ahlak örneklerini ortaya koyardı. Bu
olağanüstülükler sonsuza kadar, şaşkınlık ve dehşet konusu olmaya devam
edeceklerdir. İlim, tam ve derin bir insan dışında bu olağanüstülükleri
yorumlamaktan, bunlara bir açıklama getirmekten acizdir."
"İman bir ahlak ve ruhsal eğitim okulu gibiydi.
Kişiye sağlam irade, güçlü bir ruh yapısı, otokontrol, kişisel arzu ve
eğilimlerden uzaklaşmak gibi üstün meziyetler kazandırıyordu. Bu eğitimden geçen
kişi ahlâk tarihinin ve psikolojinin tanıdığı, ahlâki çöküntüden ve insanlığın
düştüğü aşağılık durumdan kurtulan en ideal örnekti. Hiçbir gözün göremediği,
kanun elinin uzanamadığı bir sırada insanın içindeki hayvansal dürtüler
azgınlaşıp insanın ayağı kaydığı zaman bu iman nefse ağır eleştiriler yöneltir,
onu sürekli kınar, vicdanı yakan bir kamçıya dönüşürdü. İşlediği suçu sürekli
düşünmesini sağlardı. Artık kişi kanun önünde suçunu itiraf etmedikçe rahat
etmezdi. Kendini ağır bir cezaya kendi eliyle teslim ederdi. Allah'ın azabından
ve ahiret cezasından kurtulmak için, isteyerek, derin bir içtenlikle bu cezaya
katlanırdı."
"...Bu iman, insanlık onurunun ve iffetinin
güvenilir bekçisiydi. Sürükleyici arzular ve eğilimler karşısında baş kaldıran
nefsini, hiç kimsenin kendisini görmediği bir yerde kontrol ederdi. Hiç kimseden
korkmasının sözkonusu olmadığı yerlerde nefsini frenler, ihtiraslarına engel
olurdu. Nitekim İslâm fetihleri tarihinde, ganimetlere el sürmemek, emanetleri
layık olana vermek, içtenlikle Allah için çalışıp her şeyden vazgeçmek gibi
insanlık tarihinin bir örneğini gösteremediği göz kamaştırıcı olaylar
yaşanmıştır. Hiç kuşkusuz bu imanın kökleşmesinin, Allah'ın gözetimini ve onun
her zaman ve her yerde herşeyi bildiğini düşünmenin sonucuydu."
"Bu imana sahip olmadan önce, hareket, ahlaki
yapı, davranış biçimi, alıp verme, siyaset ve toplum açısından tam bir
keşmekeşlik içindeydiler. Hiçbir otoriteye boyun eğmez, hiçbir düzen
tanımazlardı. Hizaya girmeyen serserilerdi. Canları ne isterse onu yaparlardı.
Körükörüne hareket eder, ne yaptıklarını bilmeden koyu karanlıkta yol alırlardı.
Ama şimdi iman ve kulluk dairesine girmiş dışına çıkmıyorlardı. Her şeyin
mülkiyetinin, herşey üzerindeki hakimiyetin, serbest ve yasak belirleme
yetkisinin Allah'a ait olduğunu kabul ediyorlardı. Kendilerinin uyruk, kul ve
kayıtsız şartsız itaâtla yükümlü olduklarını itiraf ediyorlardı. Yol
göstericiliği bırakmış eksiksiz bir şekilde Allah'ın hükmüne teslim olmuşlardı.
Omuzlarındaki ağırlıkları atmış, kişisel arzularından ve benliklerinden
soyutlanmışlardı. Yüce Allah'ın isteği ve hoşgörüsü dışında hayatta hiçbir mala,
cana ve yetkiye sahip bulunmayan kullar olmuşlardı. Allah'ın izni olmadan
savaşmaz, O'nun izni olmadan barış yapamazlardı. Allah'ın izni olmadıkça ne
birinden hoşnut olabilirlerdi, ne de kızabilirlerdi. Yine hiç kimseye birşey
veremez veya verilen birşeyi alıkoyamazlardı. Onun izni ve buyruğu olmadıkça hiç
kimseyle ilişki kurmaz, yahut ilişkileri kesemezlerdi."
İşte, İslâm inanç sistemi ile insanlığa önderlik
yapmak üzere seçilen cemaatin niteliklerini gündeme getiren âyetin işaret ettiği
iman budur. Bu imanın bir gereği de Allah'a dayanıp güvenmektir. Ancak Kur'an-ı
Kerim bu niteliği ayrı olarak ele alıyor ve altını çizerek
belirginleştiriyor:"Rabb'lerine güvenirler."
Cümlenin kuruluşunda özne ile yüklemin yer
değiştirmiş olması onların sadece Rabb'lerine dayanıp güvendiklerini ifade
ediyor, başkasına değil. Tek Allah`a iman etmek sırf ona dayanıp güvenmeyi
gerektiriyor. İşte tevhidin, yani Allah'ın Rab ve İlah olarak birliği
düşüncesinin ilk ve temel görüntüsü. Çünkü mü'min Allah a ve O'nun sıfatlarına
inanır. Varlıklar aleminde O'nun iradesi dışında hareket eden bir canlının
olmadığından kuşku duymaz. Yine O'nun izni olmadan hiçbir şeyin olmayacağına
kesinlikle inanır. Bu yüzden sırf O'na dayanıp güvenir. Bir şey yaparken veya
bir şeyden vazgeçerken O'ndan başkasına yönelmez.
Bu bilinç herkes için zorunludur. Bir insanın
başını dik tutması, Allah'tan başkasının önünde başını eğmemesi, Allah'tan başka
hiç kimseden herhangi bir şey beklemeden, korkmadan kendinden emin bir kalbe
sahip olması için bu anlayış kaçınılmazdır. O zaman sıkıntıdan dolayı yüreği
hoplamaz, bolluktan dolayı şımarmaz, normal durumunu sürdürür. Varlık ve yokluk
onu etkilemez. Şu da varki bu bilinç, yol göstericilik sorumluluğunu
yüklenen önderler için çok daha gereklidir.
"Onlar büyük günahlardan ve çirkin işlerden
kaçınırlar." Büyük günahlardan ve
iğrenç davranışlardan kalbi arındırmak, temiz davranışlar sergilemek gerçek
imanın sonuçlarından biridir. Yine doğru bir önderliğin vazgeçilmez gereğidir.
Bir insan büyük günahlara ve kötülüklere yeltenirken, onlardan kaçınmazken
kalpteki iman berraklığını ve saflığını koruyamaz. İmanın berraklığından
soyutlanmış, içindeki iman aydınlığı kötülükler ve günahlar tarafından
bastırılmış bir kalp önderliğe elverişli değildir.
İman, mü'min kitlenin gönlünde son derece ince
bir duyarlılığa ulaşmıştı. Nitekim az önceki alıntılarda imanın ulaştığı bu
duyarlılık düzeyine işaret edilmişti. İşte bu ilk müslüman kitle bu özelliğiyle
insanlığa önderlik etme sorumluluğunu üstlenmeyi hakketmişti. Ama bu önderliğin
ne bundan önce, ne de bundan sonra bir benzeri bir daha görülmedi. Ve bu ideal
toplum, arzu ve "Onların işleri aralarında danışma iledir." ifadesi,
onların her meselelerini aralarında danışarak çözüme bağladıklarını belirtiyor.
Böylece tüm hayatlarını şûrâ boyası ile boyuyor. Daha önce de söylediğimiz gibi
bu âyet, bir İslâm devleti kurulmadan önce Mekke'de inmiştir. Şu halde bu
nitelik müslümanların hayatında devlet düzeninden daha kapsamlıdır. Ve bu,
bilinen anlamı ile bir devlet henüz kurulmamış olsa bile her durumda müslüman
cemaatin temel bir niteliğidir, karekteristik özelliğidir.
Gerçekte İslâmda devlet, cemaatin ve onun
kendine özgü niteliklerinin doğal sonucundan başka birşey değildir. Cemaat
devleti özünde barındırır ve İslâm hayat sistemini yürürlüğe koymak, onu fert ve
toplum hayatına egemen kılmak üzere devletin fonksiyonunu yerine getirir. Bu
yüzden şûrâ ilkesi cemaat içinde ilk dönemlerde yürürlüğe girmiş ve bu ilke
devlet ve devlet işlerini yürütmekten daha geniş ve daha kapsamlı olarak
algılanmıştı. Şûrâ İslâmi hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanlığa önderlik
etmek üzere seçilen cemaatin ayırıcı özelliğidir, önderlik görevinin en gerekli,
en kaçınılmaz niteliğidir.
Şûrâ ilkesinin uygulanış biçimi ise, demir
kalıplara dökülmüş değildir. Bu yüzden şûrâ ilkesinin uygulanış biçimi, bu temel
özelliğin İslâm cemaatinin hayatında yürürlüğe konulmak üzere her toplumun ve
çağın koşullarına bırakılmıştır. İslâm düzeni tamamen donuk kalıplardan oluşmaz
ve tümü de tartışılmaz doğmalardan ibaret değildir. İslâm düzeni herşeyden önce
iman gerçeğinin kalbe yerleşmesinden kaynaklanan bir ruhtur. Müslümanın bilinç
ve davranışı bu gerçekle şekillenir. Geri planda bulunan iman gerçeğini
gözönünde bulundurmadan İslâm yönetim biçimi üzerine yapılan araştırmalar
sonuçsuz kalır. Hiç kuşkusuz bu, İslâm inanç sistemine inanma gerçeğini
bilmeyenlerin ilk bakışta sandıkları gibi rastgele söylenmiş, dayanaksız bir söz
değildir. Çünkü bu inanç sistemi -onun öngördüğü yönetim biçimine bakmadan önce,
katışıksız itikadi temelleri ile- psikolojik ve aklî gerçekler içerir. Bunlar
özleri itibariyle insanın ruhsal ve bedensel yapısı içinde aktif ve etkin bir
varlık gösterirler; insanlık hayatında belli kapılanmaların; yönetim biçimi ve
rejimlerin oluşmasına, ortaya çıkmasına ön ayak olurlar. Bundan sonra gelen
âyetler uygulamalara ve yönetim biçimlerine işaret ediyorlar. Ama sadece
düzenleme amacı ile, yeniden oluşturma, meydana getirme amacı ile değil...
İslâmi herhangi bir yönetim biçiminin oluşması için, bundan önce müslümanların
olması gereklidir. Aktif ve etkin bir iman kaçınılmazdır. Aksi taktirde hiçbir
yönetim biçimi ihtiyaca cevap vermez, İslâmi olarak nitelendirilebilecek bir
düzen kurulamaz.
Gerçek müslümanlar varolduğu ve iman gerçeği
kalplerinde yerettiği zaman İslâm düzeni ortaya çıkar. O zaman müslümanların
yaşadıkları çevreye ve ortama uygun İslâm düzeninin bir şekli yürürlüğe konur ve
İslâm ilkeleri eksiksiz olarak ve en iyi bir şekilde uygulanır: "Kendilerine
verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar."
Bu da aynı şekilde henüz hicretin ikinci yılında
miktarı ve şartları belirlenen zekat yükümlülüğünden önce gelmiş bulunan bir
hükümdür. Ne varki genel anlamda Allah'ın verdiği rızıktan hayır amaçlı
harcamada bulunmak İslâm cemaatine yöneltilen ilk direktiflerden biridir. Daha
doğrusu bu direktif İslâm cemaatinin doğuşu ile birlikte gündeme gelmiştir.
Allah'ın dinine davet için maddi harcamada
bulunmak kaçınılmazdır. Bunun için kalbi cimrilikten arındırmak, mal-mülk
sevgisini yenmek ve sadece Allah katındaki nimetlere güvenmek zorunludur. İmanın
ifade ettiği anlamın bütünüyle gerçekleşmesi için bütün bunlar gereklidir.
Ayrıca bunlar cemaat hayatı için de gereklidirler. Çünkü Allah'ın dinine davet
etmek bir savaştır, bir mücadeledir. Bu savaşı, savaşın yaralarını ve
sonuçlarını paylaşmak, birlikte üstlenmek bir zorunluluktur. Bu dayanışma ve
paylaşma bazan hiç kimsenin kişisel malından söz edilmeyecek şekilde kapsamlı
olur. Nitekim muhacirlerin Mekke'den hicret edip Medineli kardeşlerinin yanına
konuk oldukları zaman böyle olmuştu. Olağanüstü şartlar ortadan kalkıp durum
normale dönünce zekat vermeye ilişkin sürekli prensipler belirlenmişti.
Durum her ne olursa olsun genel anlamda mali
harcamada bulunmak, sözü edilen nitelikleri ile insanlığa önderlik yapması için
seçilen mü'min cemaatin belirgin özelliklerinden biridir. (Seyyid Kutub, Fi
Zılâli'l Kur'an)
?Allah'ın rahmeti sebebiyle onlara yumuşak
davrandın; eğer kaba ve katı kalpli olsaydın elbette etrafından dağılırlardı.
Artık onları affet ve onlar için bağışlanma dile. İş husûsunda onlarla istişâre
et. Azmettiğin zaman da, artık Allah'a tevekkül et. Elbette Allah tevekkül
edenleri sever...? (3/Âl-i İmrân,
159)
Ey Muhammed! Allah'ın rahmeti sebebiyle sen Uhud
savaşından kaçanlara yumuşak davrandın, onları azarlamadın; eğer kaba ve katı
kalpli olsaydın, kırıcı sözlerle onurlarını rencide etseydin elbette onlar da
etrafından dağılırlar ve sapıklığa düşerlerdi. Artık onların Allah hakkı
dışında, sana karşı işledikleri hatalarını affet, görmezlikten gel ve onlar için
Allah'tan bağışlanma dile. Hakkında vahiy bulunmayan önemli işlerde takva sahibi
mü'minlerle istişâre et. İstişâre sonucunda senin ve ümmetin için faydalı
olacağını zannetiğin bir şeye karar verdiğin zaman da, artık Allah'a tevekkül
et, O'na dayan, O'na güven ve işini yap, bir takım vesveselere kapılma, azimli
ve kararlı ol. Elbette Allah tüm tedbirleri aldıktan sonra kendisine tevekkül
edenleri, gönülden bağlananları, kaza ve kaderine teslim olanları sever.
İstişâre sonucu mü'minlerin menfaatine uygun kararların çıkmasına yardım eder.
İstişâre sonucu çıkan görüş Kur'an ve sahih sünnete aykırı ise bu görüşün
İslâm'da hiçbir değeri yoktur, reddedilir.
"Kime ilme müstenid olmayan bir
fetva verilmişse, bunun günahı ona fetva verene aittir. Kim, bir kardeşine,
gerçeğin başka olduğunu bile bile, farklı bir irşadda bulunursa ona ihanet etmiş
olur." (Ebû Davud, İlm
8, hadis no: 3657)
Açıklama:
Hadiste iki temel meseleye temas edilmektedir:
1- Birinci meseleye göre, fetva
ile amel eden mukallide sorumluluk yoktur. Hatta fetva hatalı bile olsa bundan
mukallid sorumlu değildir. Bu hatalı fetvanın sorumluluğu fetvayı verene
aittir. Ancak fetva vereni sorumlu kılan husus, verdiği fetvayı cahilâne
vermesidir, ilme dayandırmamış olmasıdır. Aliyyu'l-Kâri, hadisi şöyle açıklar:
"Dendi ki: "Malum olduğu üzere, her cahil, bir mesele çıkınca alime sorar. Alim
de ona fetva verir. Eğer alim batıl bir cevap verir, soran da onun batıl
olduğunu bilmeden onunla amel ederse, işte bunun günahı müftü yani o fetvayı
veren kimse üzerinedir, şâyet içtihadında kusur etti ise."
Alimler fetva veren kimsenin,
fetvaya ehliyetsiz olmak, fetva için gereken itinayı göstermemek sebebiyle hata
yapmış olmak gibi sebeplerle sorumlu düşeceğini belirtirler. Aksi takdirde,
içtihad ve fetvaya ehil bir kimsenin, ehliyet sahasında, hakkı bulma husûsunda
elinden gelen gayret ve titizliği göstererek verdiği fetvada hakkı bulamayarak,
hataya düşse bile sorumluluğunun olmayacağını, günaha girmeyeceğini belirtirler.
Bu husus, yani içtihaddaki hatasından dolayı müçtehidin sorumlu ve günahkâr
olmayacağı hususu bizzat Rasûlullah tarafından ifade buyrulmuştur. "Hakim
içtihad edip hüküm verince isabet ederse iki ücret alır. (Biri içtihad, biri de
isabet ücreti). Hükmünde hata ederse tek ücret alır (hüküm verme ücreti)."
Şâyet hakim verdiği hükümdeki hata sebebiyle sorumlu olsaydı hakimlik,
müftülük, müçtehidlik gibi meslekler olmazdı. Çünkü, beşerî hüküm, binde bir
gibi pek zayıf da olsa, daima hata ihtimali taşır. Gelişen içtimâî hayat
insanları daima içtihad yapmaya, yeni hükümler vermeye mecbur etmektedir.
Dinimizin yüceliklerinden biri de şüphesiz müçtehidi hatasından dolayı mes'ul
etmemiş olmasıdır. Ama unutmayalım, bu ruhsat ehliyet sahiplerinedir. İçtihad ve
hükme liyâkatı olmayanlar verdikleri hükümdeki hatadan sorumludurlar. Hatta
dinimiz, böylelerini sadece hatadan değil, hüküm vermekten sorumlu tutmuştur,
hükmünde isabet etmiş olsa bile. Çünkü isabeti tesadüfen olmuştur.
Burada şunu da belirtmekte fayda
var: Hatalı fetvadan onunla amel edene sorumluluk yoktur, sorumluluk fetvayı
verene aittir derken, fetvayı verenin ehliyetli olmasına bağlıdır. Kişi
meselesini ehil olmayan, sorumluluk duygusu bulunmayan kimseden sorarsa,
sorumluluktan kurtulamayacağı aşikârdır. Dinimiz doktorun tababetle ilgili
tavsiyesine uymayı esas almıştır, ama nasihatine uyulacak doktorun hem Müslüman,
hem de hazık yani mesleğinde ehliyetli olmasını şart koşmuştur. Hal böyle iken
günümüzde, faiz, sigorta gibi bir kısım meşkuk meselelerde, Müslümanlar her
sakallıyı dedesi sanan çocuklar gibi her ilahiyatçıyı fetvacı sanarak fetva
istemektedirler. Böylesi ciddi bir ihtisas ve takva isteyen meselelerde rastgele
kimsenin vereceği fetva ile amel, mukallidi mes'uliyetten kurtarmaz. Şüpheli
şeylerde tevakkuf, ihtiyata uygun olan, dinin tavsiye ettiği temel
prensiplerden biridir. Rasûlullah şüpheli şeylerden kaçınmamızı tavsiye
buyurmuştur.
2- Hadiste ifade edilen ikinci
ana fikre göre kişinin kardeşini bile bile yanlışa sevketmesi ona ihanettir.
Bir Müslüman, din kardeşi, herhangi bir hususu danıştığı, sorduğu takdirde,
gerçek kanaatini söylemelidir. Bu, istişârenin gereğidir. Doğru, faydalı
bildiğinin dışında birşey söylemesi ihanettir. Müteakip hadiste görüleceği
üzere, müsteşarın mü'temen olması gerekir. Hadiste "Bizi aldatan bizden
değildir" buyrulduğuna göre, bu tehdide masadak olmamak isteyenin, istişârenin
hakkını vermesi gerekir. (İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/122-124).
"Müsteşar mü'temendir."
(Tirmizî, Edeb 57, hadis no: 2823, 2824, Zühd 39, h. no: 2370; Ebû Dâvud, Edeb
123, h. no: 5128; İbn Mâce, Edeb 37, h. no: 3745)
Açıklama:
İstişâre, kelime olarak işaret kökünden gelir, İstif'al babındandır, işaret
istemek manasına gelir. Müsteşir, işaret isteyen demektir, müsteşar da
kendisinden işaret istenen kimse demektir. İşareti burada fikir, nasihat olarak
anlarsak, istişârenin bir fikir danışma, nasihat isteme ameliyesi olduğunu
anlarız.
Rasûlullah (aleyissalâtu vesselâm)
bu hadislerinde, medenî hayatın vazgeçilmesi imkansız bir ihtiyacı olan fikir
alışverişinin adabını belirtmektedir: Fikrine başvurulacak kimse (müsteşar),
itimad edilen kimse olmalıdır. Bir başka ifade ile müsteşar ihanet etmemeli,
sorulan hususta, kendine göre, gerçek ve doğru ve maslahat ne ise onu
söylemelidir. Soru sahibinin maslahatı nede ise onu gizleyerek ihanette
bulunmamalıdır. Hadis bir bakıma istişâre yapacak kimseye de şöyle hitap
etmektedir: "Meseleni, güven vermeyen, gerçeği olduğu gibi söyleyeceğinden emin
olmadığın kimseye açıp onunla istişâre etme, müsteşarın mü'temen yani itimada
şayan olmalıdır." (İrahim Canan, Kutub-i
Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları)
"Ademoğlunun saadet
(sebepleri)nden biri de Allah Teâlâ'nın hükmettiğine rıza göstermesidir. Şekavet
(sebepleri)nden biri de Allah Teâlâ'ya istihareyi terketmesidir. Keza şekavet
(sebepleri)nden bir diğeri de Allah'ın hükmettiğine razı olmamasıdır."
(Tirmizî, Kader 15, hadis no: 2152)
Açıklama:
1- Hadisin Tirmizi'deki aslında
"...Allah'ın "kendisi için" hükmettiğine rıza göstermesidir" şeklinde "kendisi
için" ziyadesi vardır. Böyle olunca mâna: "Ademoğlunun Allah'a istiharede
bulunup, sonra da istiharede, hakkında hükmedilene razı olması ademoğlunun
saadetindendir" şeklinde daha muvafık düşer.
İstihare, hayır talep etmek
demektir. Ancak burada, yapılacak bir iş için, hayırlı olup olmadığı husûsunda
Cenab-ı Hak'tan bir işaret talep etmektir. Daha önce açıkladığımız üzere bunun
belli bir adabı vardır. Rasûlullah istiharede bulunmaya ehemmiyet verip buna
teşvik etmiştir:
2- Hadiste Allah'ın kazasına
rıza, saadet alâmeti olarak değerlendirilmiştir. Tîbî bunu iki sebebe bağlar.
"Biri: Kazaya rıza kişiyi ibadet
için boş bırakır. Zîra kişi, kazaya razı olmazsa, gam içinde kalır ve kalbi
cereyan eden hadiselerle devamlı meşgul olur: "Bu niye oldu, o niye olmadı" der
durur.
Diğeri: Kazaya razı olan kimse,
kazaya razı olmayan kimseye Allah'tan gelecek gazaptan kurtulur. Kulun
rızasızlığı, Allah'ın kendine takdirinden başka bir şeyi zikrederek: "Şöyle
olsaydı, bu daha iyi, daha uygun olacaktı" der. Halbuki o işin iyi veya kötü
olduğu kendisine tebeyyün etmiş değildir." Tîbî açıklamasına şöyle devam eder:
"Eğer dersen ki: "(Ademoğlunun saadetinin Allah'ın kazasına rızada olduğunu
söyledikten sonra buna mukabil olarak da): "Ademoğlunun şekaveti Allah'tan
istihareyi terketmesidir" demiştir. Bu iksinin arasında mütekabillik nerededir?"
Cevaben deriz ki: İstiharede dahi tevekkül ve tevfiz var. Kişi istihareye uydu
mu işini tamamiyle Allah'a tefviz etmiş olmaktadır. (Şu halde bunun terki,
kazaya rızanın terki demektir.)"
(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/22-23)
İSTİHARE NAMAZI
UMUMÎ AÇIKLAMA:
İstihâre, "hayır" veya "hıyare"
aslından gelir. Hayır taleb etmek demektir. Daha doğrusu, iki şeyden birine
muhtaç olana onların hayırlısını taleb etmek mânâsına gelir. Resûlullah
(s.a.s.), bir iş yapmaya karar verenlere istiharede bulunmayı tavsiye etmiştir.
Bu muayyen âdâba uyarak rüyada o işin hayırlı olup olmayacağı husûsunda
Allah'tan bir işaret taleb etmek ve bu işarete göre hareket etmektir.
İstihârede bulunmaya teşvik eden,
ehemmiyetini haber veren birçok hadis vârid olmuştur. Bazıları zayıf ise de
başta Buharî olmak üzere pek çok muteber hadis kitaplarında yer alacak sıhhatte
olanları da mevcuttur. Bazıları şöyledir: Allah'a istihâre, kişinin saadet
vesilelerinden biridir." "İstihâre eden zarara düşmez."
اَResûlullah
bir iş yapacağı zaman şöyle dua ederdi: "Allahım, bana hayır ver ve benim için
hayırlı olanı seç." (İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/398)
Hz. Câbir (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resûlullah (s.a.s.) bize, Kur'an'dan bir sûre öğrettiği gibi her
işte istiharede bulunmamızı öğretirdi. Derdi ki: "Biriniz bir işi yapmaya arzu
duyduğu zaman, farzlar dışında iki rek'at namaz kılsın, sonra şu duayı okusun:
"Allahım, senden hayır taleb ediyorum, zira sen bilirsin. Senden hayrı yapmaya
kudret taleb ediyorum, zira sen vermeye kadirsin, Rabbim yüce fazlını da taleb
ediyorum. Sen her şeye kadirsin, ben âcizim. Sen bilirsin, ben câhilim. Sen
gayıbları bilirsin.
Allahım, eğer biliyorsan ki bu işi
bana dinim, hayatım ve sonum için -veya hal-i hazırda ve ileride demişti-
hayırlıdır, bunu bana takdir et ve yapmamı kolay kıl. Sonra da onu hakkımda
mübarek kıl. Eğer bu işin, bana dinim, hayatım ve âkıbetim için -veya hal-i
hazırda ve ileride dedi- zararlıdır; onu benden çevir, beni de ondan çevir.
Hayır ne ise bana onu takdir et, sonra da bana onu sevdir!"
Hz. Câbir dedi ki: "Bu duadan
sonra yapacağı işi zikrederdi." (Buhârî,
Da'avât: 48; Teheccüd: 25, Tevhîd: 10; Ebû Dâvud, Salât: 366, (1538); Tirmizî,
Salât: 394, (480); Nesâî, Nikâh: 27, (6, 80, 81); İbnu Mâce, İkâmet: 188,
(1383); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/399)
Açıklama:
Bu hadis, Resûlullah (s.a.s.)'ın
istihâreye günlük hayatta ne kadar fazla yer verdiğini ifade etmektedir. Öyle ki
Kur'an'dan sure öğrettiği ciddiyette istihâre öğretmekte, "her işte" yani
büyük-küçük, basit-mühim, yolculuk, evlenmek, ticâret vs. gibi her çeşit işte
başvurulmasını tavsiye etmektedir.
Burada Kur'an öğretimi ile
istihâre öğretimi arasında bir benzetme mevzûu bahistir. Bu iki öğretim
arasındaki benzerliğin mahiyeti -teknik tâbiriyle vechü't teşbih- nedir?
Yeterince açık değildir. Her ne kadar "ciddiyet" diye kısmen kayıtlamış -isek de
bu, hadisin ilk nazarda anlaşılması içindir. Hadîsin aslında bu kayıt yoktur.
Âlimler, bu hususta muhtelif tahminlerde bulunmuşlardır. Şöyle ki;
Bazıları: "Bütün işlerde
istihâreye olan umumî ihtiyaçtır, tıpkı namazda Kur'an'a olan umumî ihtiyaç
gibi..." demiştir.
Bazıları der ki: "Burada murad,
teşehhüdle ilgili olarak İbnu Mes'ud hadisinde vâki olan alış tarzıdır:
Resûlullah (s.a.s.), elim ellerinin arasında olduğu halde bana teşehhüdü
öğretti, veya Tahâvî'nin rivâyetinde: "Teşehhüdü Resûlullah'ın ağzından kelime
kelime alırım" veya Teberânî'nin rivâyetinde: "...harf harf aldım" denir.
İbn Ebî Cemre: "Aradaki benzetme,
istihâne duasının harf ve kelimelerinin yerli yerinde ezberlenmesi, ondan ziyade
ve noksanın uzak tutulması, onun öğrenilmesi ve ona devam edilmesidir" der.
"Bu, ona gösterilecek ihtimam,
bereketinin tahakkuku ve onun için izhar edilecek ihtiramdır" diyen de olmuştur.
"Her ikisinin de vahiy yoluyla
bilinmiş olmaları cihetinden, aralarındaki benzerlik mevzûbahis olabilir" de
denmiştir.
İbn Ebî Cemre'nin de belirttiği
üzere "her iş" tâbirinden mübah olan işleri anlayacağız. Çünkü farz, vacib,
haram ve mekruh işler için "yapayım mı, yapmıyayım mı?" diye bir tereddüte,
istihareye gerek yoktur. Mü'min farz ve vacibleri yapmakla mükellef olduğu gibi,
haram ve mekruhlardan da kaçmakla mükelleftir. Dahası, müstehab olan,
Resûlullah'ın sünnetinde mevcut olan bir fiilin yapılması için de istihâreye
başvurulmaz, İslâmî edebe aykırıdır. İstihâre, mübah işlerde olur. Bir de
müstehab işlerden ikisi teâruz edecek olursa veya iş müstehab olmakla beraber
yapılması muhayyerse birini tercih için veya yapmaya karar vermek, başlama
zamanını tesbit için istihâre gerekli olabilir. Sözgelimi umreye gitmek isteyen
kimse bu yıl mı gitsin gelecek yıl mı? Şu ayda mı bu ayda mı? gibi...
3- Burada kaydı gereken bir husûs,
hadiste geçen "biriniz... arzu ettiği zaman" ibaresiyle ilgilidir. Tercümede
arzu etmek olarak çevirdiğimiz yapılacak iş husûsunda akla düşen ilk arzudur. Bu
arzunun yapılmasına kadar zihinde geçen bir kısım ruhî-aklî safhalar, mertebeler
vardır: İbnu Hacer bunları şöyle sıralar: Önce himmet gelir, bunu lümme, bunu da
hatre tâkib eder. Sonra niyet, sonra irâde, sonra da, azimet gelir. Bunlardan
ilk üç safhaya sorumluluk olmaz, ama son üçe (niyet, irade ve azimet) sorumluluk
terettüp eder.
4- Hadiste ".. . zira sen
bilirsin" diye tercüme ettiğimiz tabirini, "ilmin sebebiyle" diye de anlamanın
mümkün olduğu belirtilmiştir. Bu takdirde mâna şöyle olur: "Allahım, senden iki
işten hayırlısına gönlümü açmanı taleb ediyorum; zira sen, büyük-küçük bütün
işlerin mâhiyetini, ne olduğunu, ne olacağını bilirsin, işlerin en hayırlısını
senden başka kimse bilemez."
5- Bazı âlimler, istihare namazını
akşam ve sabahın sünnetleriyle kıyaslıyarak, birinci rek'atte Kâfirûn, ikinci
rek'atte de İhlâs suresinin okunmasını uygun görürler. Namazın sonunda da
sadedinde olduğumuz hadiste geçen dua okunur. Şunu da kaydedelim ki, Nevevî gibi
bir kısım âlimler, istihare namazında Kâfirun ve İhlas surelerinin okunmasına
"müstahab" derken, el-Irâkî: "Bu meseleye temas eden hadislerin hiçbirinde
istihare namazında hangi surelerin okunacağına dair bir kayda rastlamadım"
demiştir.
Sonra abdestli olarak kıbleye
yönelerek yatar. Rüyada beyaz veya yeşil görmesi, niyetindeki şeyi yapmasının
hayırlı olacağına; siyah veya kırmızı görmesi de hayır değil şer getireceğine
delâlet eder.
Yapılacak iş husûsunda taleb edilen işâreti
alamayan kimsenin, aynı iş için istihâre namazını yedi kere tekrar etmesi
gerektiğini İbnu's-Sünnî'nin Hz. Enes'ten kaydettiği merfû' bir rivâyet
göstermektedir:
إذَ هَمَمْتَ بِاَمْرٍ فَاسْتَخِرْ رَبَّكَ فيهِ سَبْعَ مَرَّاتٍ ثُمَّ انْظُرْ إلى
الّذِي يَسْبَقُ إلى قَلْبِكَ فَإنَّ الْخَيْرَ فِيهِ"
Bir iş için istihâre edince yedi kere tekrarla. Sonra kalbine ilk gelen hususa
dikkat et, zira hayır ondadır." Bu hadis rivâyetinin zayıf olduğu
belirtilmiştir.
6- "Farzlar dışında" tabiri, farz
namazların arkasından istihâre duası'nın okunmasıyla, istihâre sünnetinin yerine
gelmeyeceğini gösterir. Bu iki rek'at namaz müstakillen kılınmalıdır.
(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 9/399-401)
?İnsanlar üç çeşittir: Tam adam,
yarım adam ve hiçbir şeye yaramayan adam. Aklı ve görüşü olup bunlara göre
hareket etmekle beraber, istişâre de eden kimse, tam adamdır. Sadece kendi aklı
ve görüşü ile hareket edip istişâre etmeyen, yarım adamdır. Aklı ve görüşü
olmadığı halde, istişâre de etmeyen, hiçbir şeye yaramayan değersiz adamdır.?
(Katâde)
Mefâil Hızlı, Saffet Köse, Şamil İslâm
Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 3, s. 230-231
A.g.e., s. 231-232
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: c. 16, s. 124-158
İ. Canan, A.g.e. c. 16, s. 158-166
Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılâb Y.
s. 306-312
Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 215
TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 23, s. 333-334