Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
el-MELİK - el-HAKK
Yeni Sayfa 1
﴿ اَلْمَلِكُ - اَلْحَقُّ ﴾
el-MELİK
- el-HAKK
Allah'ın isimlerinden biri de Melik'tir.[1]
Hakiki mülkün manası her yönden Yüce Allah için sabittir. Bu sıfat sair kemâl
sıfatları da gerektirmektedir. Çünkü tam ve hakiki mülkün, hayatı, kudreti,
iradesi, işitmesi, görmesi, kelamı ve kendisiyle kaim olan ihtiyari fiili
olmayan biri için sabit olması imkansızdır. Emretmeyen, nehyetmeyen,
mükafatlandırmayan, cezalandırmayan, vermeyen, men etmeyen, şereflendirmeyen,
zelil kılmayan, hakir görmeyen, ikram etmeyen, nimetlendirmeyen, intikam
almayan, alçaltmayan, yükseltmeyen, memleketinin dört bir köşesine elçiler
göndermeyen, kullarına emirlerini ve yasaklarını vasiyet etmeyen bir kimse nasıl
meliklik ile vasıflanır. Hakikatte hangi melikte bu sıfatlar yoktur.
Bu, kullarını, yüce Allah'tan daha mükemmel kılarak O'nun isimlerini ve
sıfatlarını inkar eden muattileyi (ta'tîlcileri[2])
açıklamaktadır. Onlar Rableri hakkında söylediklerini emirleri ve melikleri
hakkında söylemekten kaçınırlar. Hak olan mülkiyet sıfatı, ancak O'nun ile
tasarrufun tamam olduğu Zatın varlığını gerektirmektedir.
Hepsi yüce Allah'tandır. Mülkün kemali yüce Allah'tan başkasında durmaz. Çünkü
yüce Allah'ın dışındaki her şey O'na dayandırılır. Yapması ve yaratması üzere
O'nun varlığında durur. Bu, O'nun mülkünün kemalinin O'nun hamdi ile beraber
olduğunu açıklamaktadır. Mülkün ve hamdin tamamı yüce Allah'a mahsustur.
Bu makamda insanlar üç guruba ayrılmıştır:
Birincisi:
Resuller ve onlara tabi olanlar, yüce Allah'a mülk ve hamdi sabit kılmışlardır.
Bu, kaderi, hikmeti, isimlerin ve sıfatların hakikatlerini Yüce Allah için isbat
edenlerin ve noksan sıfatlardan ve mahlukata benzetmekten tenzih edenlerin
mezhebidir. Bu makamda, kelam ehlinden kendisine uyulanların akidesine ve
görüşüne katılmayan ehli sünnetin dışındaki bütün taifelerin azığı tükendi.
İkincisi:
Yüce Allah için mülkü sabit sayıp hamdin hakikatini inkar edenlerdir. Bunlar
hikmeti ve ta'lîli (delillerle ispat etmeyi); mümkün olan her şey Yüce Allah
için caizdir, çirkin olan fiilden tenzih edilmez aksine hepsi mümkündür. Çünkü o
Ondan çirkin sayılmaz diyerek nefyederler. Ancak imkansız olan kötülük zatı
içindir. İki zıttın bir arada toplanması gibi. Böyle olunca da meleklerine,
nebilerine, resullerine ve itaat eden kullarına azap etmesi, naîm cennetin de
veli kullarının üzerinde kılarak iblise ve ordusuna ihsanda bulunması caiz olur.
Ve bizim için bunun imkansızlığını bilmeye hiçbir yol yoktur. Sadece O'nun
hakkındaki zürriyet haberini nefyetmek müstesnadır. Kendi iradesine buyrukta
bulunması, nebilerinin iradesine emretmesi, putlara secde etmeyi, yalanı,
günahı, kan dökmeyi, malları gasp etmeyi emretmesi, iyiliği, doğruluğu, iffetli
olmayı, ihsanı yasaklaması caiz olur. Buyruğun kendisinde, emretmesiyle
yasaklaması arasında hiçbir fark yoktur. Bu ancak sırf irade ile tahakkümdür.
O'nun bir şeyi emretmesi ve onu yasaklaması muhabbetini ve onunla emretmesini
gerektirecek güzel bir sıfatı olmaksızındır. Yine bir şeyi kerih görmesini ve
onu yasaklamasını gerektiren kötü bir sıfatı olmaksızındır derler.
İşte bunlar, hakikatte mülkü yüce Allah için sabit kılmamakla beraber, hamd
olmaksızın mülkü O'nun için sabit kıldıkları halde hakikatte Yüce Allah'ın
hamdini inkar ettiler. Çünkü onlar Yüce Allah'ı, ezelde ve ebette elbette
O'nunla birlikte kaim olan bir fiil yoktur diyerek (haşa) atıl (işlevsiz)
kıldılar. Onlardan çoğu, ancak melik, rabb, ve ilâh olmanın onlarla mümkün
olacağı kemâl sıfatlardan Yüce Allah'ı atıl kıldılar. Onların sabit kıldığı ne
bir mülk nede bir hamd vardır.
Üçüncü fırka:
hamdden bir kısmını Yüce Allah için sabit kıldılar ve O'nun mülkünün kemalini
inkar ettiler. Bunlar, hikmetten bir kısmını isbat eden ve bu hikmet sebebiylede
Yüce Allah'ın kudretinin kemalini nefyeden kaderiyedir. Bunlar hamdden bir
kısmını muhafaza ettiler Yüce Allah'ın mülkünün kemalini de inkar ettiler.
Hakikatte bunlar ne bunu nede diğerini sabit kılmadılar. Çünkü, onların sabit
kıldığı hikmet mahlukata nisbet edilen hikmet olup hükmü ve sabit kıldıkları
mülk Yüce Allah'a dönmemektedir. Çünkü onlar ancak, hakikatte hak olan melikin
ancak onlarla mümkün olacağı sıfatların kaim olmasını nefyettiklerinden ve
ihtiyari fillerin kaim olmasını nefyettiklerinden dolayı mülkü nefyetmekte karar
kıldılar.
Onlara göre O'nunla kaim olan bir vasıf ve fiil yoktur. O'nun irade, kelam,
işitme, görme, fiil, sevgi ve öfke gibi vasıfları yoktur. O mülkün ve hamdin
hakikatinde işlevsiz durumdadır. Burada kastedilen, mülkünün umumiyetinin
kaderin isbatını ve mülkünde O'nun dilemesi dışında bir şeyin olmamasını
gerektirir. Allah bundan daha büyük ve daha yücedir. Ve O'nun hamdinin
umumiyeti, yaratmasında ve buyruğunda hiçbir hikmetin ve övülen gayenin -ki o
gaye için yapıyor ve emrediyor- olmamasını gerektirir. Allah bundan daha büyük
ve daha yücedir.
Melik emreder, yasaklar, ikram eder, alçaltır, mükafatlandırır, cezalandırır,
verir, men eder, aziz kılar, zelil kılar ve ana- baba ve zürriyetini bu
hükümlerin üzerlerinde cereyan edeceği diyara indirir. Onlar imanlarının tam
olacağı diyara indirilmişlerdir. Çünkü iman sözdür, ameldir, cihaddır, sabırdır
ve nimet karşılığında şükretmektir. Bunların hepsi ancak imtihan diyarında olur.
Naim cennetinde olmaz.
İlim ehlinden bir kişi değil, Ebu'l-Vefâ b. Akîl ve onun dışında ilim ehlinden
birçok kişi, resullerin, nebilerin ve müminlerin bu dünyadaki amelleri naim
cennetinden daha efdaldır dediler.
Ve şöyle dediler: Çünkü cennetin nimeti onların nasipleri ve uzun müddet
faydalanacakları şeylerdir. İmana, onun amellerine, namazlara, Kur'ân okumaya,
Allah yolunda cihada, O'nun rızası için canları feda etmeye ve onu hevalara ve
şehvetlere üstün saymaya nerede kıyaslanır. İman Yüce Allah'a taalluk eder. Ve o
Yüce Allah'ın kullar üzerindeki hakkıdır. Cennet nimetleri ise kullara taalluk
eder ve onların nasipleridir. Onlar ancak ibadet için yaratılmışlardır cennet
ise nimet diyarıdır. Teklif ve ibadet diyarı değildir.
Aynı şekilde yüce Allah'ın hükmü ve hikmeti yeryüzünde bir halife kılmak için
geçti. Ve bunu meleklerine bildirdi. Yüce Allah bu meselede kendine has olan
hikmetten ve hamdin gayelerinden dolayı bu halifenin ve zürriyetinin yeryüzünde
olmasını mutlak sûrette murad etmişti. Onları cennetten, onların meskeni olarak
onu yaratmadan önce taktir ettiği diyara çıkarması gerekiyordu. Bu taktir
sebepler ve hikmetler ileydi. O ağaçtan nehyetmek, ona o ağaçtan yemesini
vesvese edinceye kadar düşmanıyla onu baş başa bırakması ve günah işleyinceye
kadar onu nefsiyle baş başa bırakması O'nun hikmetlerinden bazılarıdır.
Bu sebepler, istenen övülen sonuçlara ulaştırır. Ve bu da, onun cennetten
çıkmasını gerektirmektedir. Sonra, diğer hikmetler için gayeler kılınan başka
sebepler onun çıkmasını gerektirmektedir. En mükemmel yönleriyle Yüce Allah'ın
sebeplere yönelmesi bu gayelerdendir. Bu takdir ve bu sebepler ve gayeleri,
göklerin, yerin, dünyanın ve ahiretin ehlinin Yüce Allah'ı onunla övdüğü açık
olan katıksız hikmetten kaynaklanmaktadır. Hakimler hakimi olan yüce Allah bunu
batıl olarak taktir etmedi, abes olarak tedbir etmedi ve açık olan hikmetinden
ve tam olan hamdinden başı boş kılmadı.
Yüce Allah meleklerine şöyle dedi:
?Hatırla ki Rabb'in meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi.
Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde
fesat çıkaracak, orada kan dökecek (insanı mı) halife kılıyorsun? dediler. Allah
da onlara: Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi?
(Bakara,
2/30)
Sonra Yüce Allah, tanımadıkları bu halifenin durumundan meleklere gizli kalan
ilminden ve hikmetinden, onun neslinden veli kullarını, sendiği kullarını,
resullerini, çeşit çeşit vesilelerle O'nun yakınlığını isteyerek O'na yaklaşmaya
çare arayan nebilerini, sevgisi ve rızası için canını feda eden, gece
saatlerinde, gündüzün başında ve sonunda O'nu hamdi ile tesbih eden, ayakta
iken, otururken ve yanlarının üzerine yatarken, O'nu zikreden, bollukta,
darlıkta, afiyette, belada şiddette ve rahatta O'na kulluk eden O'nu zikreden ve
O'na şükreden, O'nun zikrinden, şükründen ve O'na ibadetten şiddetin, belanın,
fakirliğin ve hastalığın vaz geçiremediği, şehvetlerin yan çizmesiyle, hevaların
galip gelmesiyle, ahkamları için huyların yardımlaşmasıyla, kendi cinsinin ve
diğerlerinin ona düşmanlık etmesiyle birlikte O'na kulluğa devam eden kullarını
yaratacağını açıkladı.
Tüm bunlar o kulu, yüce Allah'a ibadetten, O'na şükretmekten, O'nu zikretmekten
ve yaklaşmaktan alıkoyamaz. Eğer sizin ibadetiniz, yan çizmeksizin ve yapmamak
için mücadele etmeksizin benim için olursa; bu yan çizmelerle, yapmamak için
mücadele etmelerle ve alıkoymalarla birlikte onların ibadetleri benim içindir.
Yine yüce Allah, tazim ettikleri ve yücelttiklerinin durumundan onlara gizli
kalanları açıklamayı murad etti. Onlar onun nefsindeki kibiri, hasedi ve şerri
bilmiyorlardı. Bu hayrı ve nefislerde gizlenen bu şerri bilmiyorlardı. Yüce
Allah'ın şanına yakışır bir şekilde o hayır ve şerrin mukabilindeki hakimler
hakiminin hikmetinin bilinmesi için onun ortaya çıkartılması ve bariz kılınması
gerekiyordu.
Yine yüce Allah, çeşit çeşit ve sınıflar halinde mahlukatı yarattığında hükmünde
ve hikmetinde onların kulluğunu diğerlerinin kulluğundan daha mükemmel kılarak
Adem'in ve zürriyetinin, faziletli olarak yarattıklarının çoğundan daha
faziletli olması hükmü geçti. Bu kulluk diğerlerinin hallerinden daha faziletli
ve derecelerinden daha yüksektir. Burada kerhen ve zorla değil de isteyerek ve
seçerek ortaya koydukları ihtiyari kulluğu kastediyoruz. İşte bundan dolayı yüce
Allah, Cebrâil'i bu insan çeşidinin efendisine resul olan kul veyahut ta nebi
olan melik olması arasında muhayyer bırakmak için gönderdi. Ve yüce Allah, kendi
tevfîkiyle, Hz. Muhammed (s.a.v)'i, resul ve kul olarak seçti. Davet, meydan
okuma, miraç ve Kur'ân'ın indirilmesi gibi makamlarının en şereflisinde ve
hallerinin en faziletlisinde yüce Allah kulluğun en mükemmeliyle Hz. Muhammed
(s.a.v)'i zikrederek şöyle buyurdu:
?Allah'ın kulu, O'na yalvarmaya kalkınca, neredeyse onun etrafında keçe gibi
birbirlerine geçeceklerdi?
(Cin,
72/19.)
?Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun
benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri
şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın?
(Bakara,
2/23)
?Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed)
kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren
Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir?
(İsrâ,
17/1.)
?Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e Furkân'ı indiren, Allah, yüceler
yücesidir?
(Furkân,
25/1.)
Yüce Allah, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i övdü ve Allah'a olan tam kulluğundan dolayı
ismini yüceltti. İşte bundan dolayı mahşer ehli şefaat talep ettikleri zaman
şöyle dediler:
?Muhammed'e gidin O geçmiş ve gelecek bütün günahları Allah tarafından
affedilmiş bir kuldur.?[3]
Kulluk insan oğlunun durumlarının en şereflisi ve Yüce Allah'a en sevimlisi
olunca o kulluk için gerekli olan ve onun ancak koşulan bazı şartlarla meydana
geleceği sebepler vardır. Hikmetin en yücelerinden biride orada kulluğun
hükümlerinin, sebeplerinin, şartlarının ve gerektirdiklerinin onların üzerinde
cereyan edeceği diyara çıkartılmaları idi. Onların cennetten çıkartılmaları yüce
Allah'ın sendiği sonuçların medyana gelmesiyle birlikte onları kemale erdirmek
ve yüce Allah'ın nimetinin onların üzerinde tamamlanması içindir. Çünkü o
dualara icabet etmeyi, kederleri gidermeyi, üzüntülere icabet etmeyi, hataları
bağışlamayı, günahları yok etmeyi, belaları def etmeyi, şerefe layık olanı
şereflendirmeyi, zillete layık olanı zelil kılmayı, mazluma yardım etmeyi, kırık
kemiği düzeltmeyi, mahlukatının bazısını bazısının üzerinde yüceltmeyi ve onun
faziletinin ve hususiyetinin kıymeti bilinsin diye onlara rütbeler vermeyi
sever. Tam olan mülkü ve kemâl olan hamdi her ne kadar Yüce Allah'ın sevmediği
yollar ve sebepler olsa da Yüce Allah'ın orada sevdiği sonuçların hasıl olacağı
diyara onları çıkartmasını gerektirdi. Bir şeyin üzerinde durmak onun dışında
bir şey değildir. Adaletin gereğinin yaratılmasının adaletten olduğu gibi
hikmetin gereğinin yaratılması da hikmetten dolayıdır.[4]
Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yaratılması olan hak bu mahlukatın
varlığı ile beraber olan haktır. Bu hak mahlukatın sayfalarında yazılıdır. Katip
olsun veya olmasın muvaffak olan her kes onu okur. Nitekim şiirde şöyle
geçmektedir:
?Kainatın satırlarında iyi düşün.
Çünkü o Melei'l-Âlâ'dan sana gönderilen risalelerdir.
Onda hat (=yazı) vardır, eğer onun hattında düşünürsen:
Dikkat edin! Allah'ın dışındaki her şey batıldır.?
Onun yaratılmasının gayesi olan hakka gelince; oda kullardan murad edilen ve
kullara murad edilendir. Kullardan murad edilen; onların yüce Allah'ı ve kemâl
sıfatlarını tanımaları ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmadan kulluk etmeleridir.
Böyle yaptıkları zaman sadece O (c.c.) onların ilâhı, mabudu, itaat ettikleri ve
sevdikleri olur.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
?Allah, yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır. Ferman bunlar
arasından inip durmaktadır ki, böylece Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve her
şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz?
(Talak,
65/12.)
Yüce Allah bu âyeti kerimede kulları kudretinin kemalini ve ilminin her şeyi
kuşattığını bilsinler diye alemi yarattığını bildirdi. İşte bu, yüce Allah'ı
tanımayı, isimlerini, sıfatlarını ve tevhîdini tanımayı gerektirmektedir.
Yine yüce Allah şöyle buyurdu:
?Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım?
(Zâriyât,
51/56.)
Bu gaye, kullardan murad edilen gayedir. O da, onların Yüce Rab'lerini tanıyıp
yalnızca O'na kulluk etmeleridir. Kullara murad edilen gayeye gelince; o da
adaletle, faziletle, sevapla ve ceza ile karşılık vermesidir.
Yüce Allah âyeti kerimelerde şöyle buyurmuştur:
?Göklerde ve yerde bulunanlar hep Allah'ındır. Bu, Allah'ın, kötülük edenleri
yaptıklarıyla cezalandırması, güzel davrananları da daha güzeliyle
mükâfatlandırması içindir?
(Necm,
53/31.)
?Kıyamet günü mutlaka gelecektir. Herkes peşine koştuğu şeyin karşılığını bulsun
diye neredeyse onu (kendimden) gizleyeceğim?
(Tâhâ,
20/15.)
?Hakkında ihtilaf ettikleri şeyi onlara açıklaması ve kâfir olanların da
kendilerinin yalancılar olduklarını bilmeleri için (Allah onları diriltecek)?
(Nahl,
16/39.)
?Şüphesiz ki Rabb'iniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri
yerli yerince idare ederek arşa istiva eden Allah'dır. Onun izni olmadan hiç
kimse şefaatçi olamaz. İşte O Rabb'iniz Allah'tır. O halde O'na kulluk edin.
Hâla düşünmüyor musunuz! Allah'ın gerçek bir vâdi olarak hepinizin dönüşü ancak
O'nadır. Çünkü O, mahlûkatı önce (yoktan) yaratır, sonra da iman edip iyi işler
yapanlara adaletle mükâfat vermek için (onları huzuruna) geri çevirir. Kâfir
olanlara gelince, inkâr etmekte oldukları şeylerden ötürü onlar için kaynar
sudan bir içki ve elem verici bir azap vardır?
(Yûnus,
10/3-4.)
Yüce Allah'ın bu sözü, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yaratılışını,
başında, ortasında ve sonunda nasılda kapsadı. Şimdi bunu iyi düşün! Onlar hak
ile hak için yaratılmış ve hakka delildir.[5]
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
?Mutlak hakim ve hak olan Allah, çok yücedir. O'ndan başka ilâh yoktur, O, yüce
Arş'ın sahibidir?
(Mu'minûn,
23/116.)
el-Melik ve el-Hakk[6]
düşmanlarının zannı olan bu hesabı bozduğundan dolayı bu iki isim hakkında iyi
düşün. Çünkü bu zan mülkünün kemaline ve hak olmasına zıttır. Çünkü
el-Meliku'l-Hakk olan emreder ve yasaklar. Mahlukatında sözüyle ve emriyle
tasarrufta bulunur. İşte bu Melik ve Mâlik arasındaki farktır. Çünkü Mâlik
sadece fili ile tasarrufta bulunur. Melik ise hem fiili ile hem de emri ile
tasarrufta bulunur. Yüce Allah Mâliku'l-Mülk'tür. O hem fiili ile hem de emri
ile tasarrufta bulunur. Her kim, O mahlukatını abes olarak yarattı, onlara
emretmez ve nehyetmez diyerek zanda bulunursa o kimse Yüce Allah'ın mülkünü
yalanlamış ve O'nu gereği gibi tanımamıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmuştur:
?Allah'ı gereği gibi tanımadılar. Çünkü ?Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi'
dediler?
(Enâm,
6/91.)
Her kim yüce Allah'ın şeriatını, emrini ve nehyini inkar ederse ve mahlukatı
başı boş salıverilmiş hayvanlar makamında kılarsa kesinlikle yüce Allah'ın
mülkünü yalanlamış ve O'nu gereği gibi tanımamıştır. Yüce Allah'ın, mahlukatın
ilâhı olması zatının, sıfatlarının, isimlerinin ve fiillerinin her yönden en
mükemmeli ve kemali üzere meydana gelmesini gerektirir. Nitekim O'nun Zatı,
sözü, vadi, emri ve fiillerinin hepsi haktır. Ahiret gününde şeriatını ve dinini
gerektiren cezası haktır. Kim bundan bir şey inkar ederse Yüce Allah'ı her
yönüyle ve her itibarla mutlak hak olarak vasıflandırmamıştır. O'nun hak olması
şeriatını, dinini, sevabını ve cezalandırmasını gerektirir. Mahlukatını abes
olarak yaratan, başı boş bir şekilde terk eden, onlara emretmeyen, nehyetmeyen,
onları mükafatlandırmayan ve cezalandırmayan el-Meliku'l-Hakk nasıl düşünüle
bilir? Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
?İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!??
(Kıyamet,
75/36.)
İmam Şâfî (rh.a) konu ile ilgili olarak şöyle der: ?Mühmel (=ihmal edilen, başı
boş bırakılan), kendisine bir şey emredilmeyen ve bir şeyden nehyedilmeyendir.?
Bir çok alimde bu konu ile ilgili olarak şöyle der: ?Bu kelime, hayr ve şer ile
karşılık görmeyen yani mükafatlandırılmayan ve cezalandırılmayan manasınadır.?
Bu iki söz birbirinden ayrılmaz. İmam Şâfî (rh.a.) karşılığın, sevabın ve
cezanın sebebini zikretti. O da, emir ve nehiydir. Diğer alimler ise emrin ve
nehyin gayesi olan sevab ve cezayı zikrettiler. Bundan sonra yüce Allah'ın şu
sözünü düşün:
?O, (döl yatağına) akıtılan meninin içinden bir nutfe (sperm) değil miydi? Sonra
bu, alaka (aşılanmış yumurta) olmuş, derken Allah onu (insan biçiminde) yaratıp
şekillendirmişti?
(Kıyamet,
75/37-38.)
O başı boş bir nutfe iken onu terk etmeyen kimdir? Aksine onu nutfeye çevirdi ve
o ondan daha mükemmel oluncaya kadar ona şekil verdi. Ve o, kan pıhtısı oldu.
Kan pıhtısını da, ondan daha mükemmel oluncaya kadar şekillendirdi. Ve sonra onu
yarattı ve yaratılışına şekil verdi. Onun çeşitli olgunlukların da onu kendi
yönlendirmesi ve hikmetiyle yönlendirdi. Ta ki onun olgunluğu düzgün bir insan
şekline ulaştı. Nasıl onu başı boş terk eder ve sevk etmez?[7]
Muhakkak ki Yüce Allah Âyeti kerimelerde buyurduğu gibi, mahlukatı bir gaye için
ve hikmet için yaratmadı diyerek iddiada bulunanları reddetti.
?Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri
getirilmeyeceğinizi mi sandınız??
(Mu'minûn,
23/115.)
?İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?!?
(Kıyamet,
75/36.)
?Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye
yaratmadık Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu
bilmiyorlar?
(Duhân,
44/38-39.)
Hak, hikmetler ve her şeyin kendisi sebebiyle övülen gayelerdir. Hak, birçok
kısımlara ayrılır.
1.
Yüce Allah'ın; isimleriyle, sıfatlarıyla, fiilleriyle ve âyetleriyle
tanınmasıdır.
2.
Yüce Allah'ın sevilmesi, O'na ibadet edilmesi, şükredilmesi, zikredilmesi
ve itaat edilmesidir.
3.
Yüce Allah'ın emretmesi, nehyetmesi ve hükümler koymasıdır.
4.
Yüce Allah'ın buyruğu idare etmesi, hükmü sağlam yapması, idaresi
altındakileri çeşitli yöntemlerle yönetmesidir.
5.
Yüce Allah'ın mükafatlandırması, cezalandırması, ihsanda (=iyilikte,
ikramda) bulunan kimseyi ihsanı ile mükafatlandırması, kötülük yapan kimseyi
azabı ile cezalandırmasıdır. Varolan ve görülen adaletinin ve faziletinin
eserini yaratır. Bundan dolayı da O'na hamd edilir ve şükredilir.
6.
Yüce Allah'ın kullarına kendisinden başka hiçbir ilâh ve Rabb olmadığını
öğretmesidir.
7.
Doğru olanı tasdik edip ona ikram etmesi ve yalancıyı yalanlayıp onu
zelil kılmasıdır.
8.
Zihnî ve haricî varlıkta eserlerin çokluğu ve çeşitliliği üzere
isimlerinin ve sıfatlarının sonuçlarının meydana gelmesi ve yüce Allah'ın bunu
kullarına meydana gelişlerine uygun olan bir ilim olarak öğretmesidir.
9.
Tüm mahlukatın, yüce Allah'ın birliğine, O'nun Rabbleri, yaratıcıları,
Melikleri ve sadece O'nun ilahları ve mabudları olduğuna şehadet etmeleridir.
10.
Mukaddes kemalinin eserlerinin meydana gelmesidir. Yaratmak ve yapmak
O'nun kemalinden hiç ayrılmaz. Çünkü Hayy O (diri) ve her şeye kadirdir. Bu
sıfatlara sahip olan faildir ve irade sahibidir.
11.
Mahlukatın tamamının layık oldukları şekilde yaratılmalarında O'nun
hikmetinin eserinin ortaya çıkması ve akılların ve fıtratların güzelliğine ve
göz kamaştıran hikmetine şahit olmaları yönüyle O'nun muhabbetinin eserinin
ortaya çıkmasıdır.
12.
Yüce Allah ikram etmeyi, nimetlendirmeyi, affetmeyi, mağfiret etmeyi ve
müsamaha göstermeyi sever. Bu fiillerin gereği olarak mahlukat ve hüküm
lazımdır.
13.
Yüce Allah senâ edilmeyi, methedilmeyi, övülmeyi, noksan sıfatlardan beri
kılınmayı ve tazim edilmeyi sever.
14.
Rubûbiyyetinin, Vahdâniyyetinin, İlâhiyyetinin ve diğer sıfatlarının
delillerinin çokluğu mahlukatın içerdiği hikmetlerden dolayıdır. Mahlukatını hak
sebebiyle yaratmıştır. Hak için yaratmıştır. Ve onların yaratılması hakka
katılmıştır. O kendi zatında haktır. Onun başlatması haktır. Onun gayesi haktır.
Ve O hakkı içermektedir. Yüce Allah'ı, mahlukatı başı boş ve gayesiz yaratmaktan
tenzih ettiklerinden dolayı yüce Allah iman eden kullarını övmüştür.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
?Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı
anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle
derler:) Rabb'imiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi
cehennem azabından koru!?
(Al-i İmrân,
3/191.)
Bu zannın veli kullarının zannı olmadığını aksine düşmanlarının zannı olduğunu
bildirerek şöyle buyurmuştur:
?Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin
zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline!?
(Sâd,
38/27.)
Yüce Allah'ın, mahlukatı kendisinin dilediği bir hikmet için yaratmadığını,
emrinin ve nehyinin bir hikmet için olmadığını ancak yaratmak ve emrin
dilemesinden ve sırf kudretinden ibaret olduğunu hiçbir hikmet ve amaçlanan gaye
için olmadığını söyleyen kimsenin, yüce Allah'ı tanıdığı nasıl düşünülür? Bu,
O'nun hamdinin hakikatini inkardan başka bir şey değildir. Aksine yaratmak ve
buyruk ancak O'nun hamdini ve hikmetini ortaya koyan hikmetleri ve gayeleri ile
kaim olmasıdır. Hikmetin inkarı, yaratmanın ve buyruğun inkarıdır. Çünkü yüce
Allah'ın münezzeh olduğu ve onun kendisine nisbet edilmesinden yüce olduğu şeyi
O'na sabit kıldılar. Onlar yaratmayı ve buyruğu sabit kılarak onda hiçbir
rahmeti, maslahatı ve hikmeti sabit kılmadılar. Aksine onların yanında, mükellef
için maslahat olmayan şeyi emretmesi ve maslahat olandan da yasaklaması caizdir.
O'na nisbet ettiklerinin hepsi eşittir. Onların yanında nehyettiği her şeyi
emretmesi ve emrettiği her şeyi de nehyetmesi caizdir. Bununla bunun arasında
hiçbir fark yoktur ancak bunlar mücerret emir ve mücerret nehiy içindir.
Ve onların yanında, ömrünü yüce Allah'a itaat ile, O'na şükretmek ile ve O'nu
zikretmekle tüketen ve bir göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa O'na isyan
etmeyen kuluna azap etmesi ve ömrünü O'nu inkarla, şirk ile ve zulüm ile
geçirmiş olan ve bir göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa O'na itaat etmeyen
kulunu cennette nimetlendirmesi caizdir. Ondan bunun hilafına olanı bilmeye
hiçbir yol yoktur. Ancak Resûlün bildirmesi bunun dışındadır. Eğer Resûl böyle
bir şey bildirmemişse yüce Allah için bu caiz olur. Bu, yüce Allah hakkında
zannın ve kötü düşüncenin en çirkinlerindendir. Bu zandan O'nu tenzih etmek O'nu
zulümden tenzih etmek gibidir. Bilakis bu Yüce Allah'ın münezzeh olduğu zulmün
ta kendisidir.
Hayret verici ve enteresan olan şey, yüce Allah'ın kendi zatını vasıflandırdığı
kemâl ve yüce sıfatlardan O'nu tenzih (=uzaklaştıran) eden bu mezhebin
erbabının çokluğudur. Onlar bu isim ve sıfatların isbatının tecsim (=cisme
benzetmek) ve teşbih (=mahlukata benzetmek) olduğunu iddia ederler. Bu zulümden
yüce Allah'ı tenzih etmezler. Bunun adalet ve hak olduğunu iddia ederler.
Onların yanında tevhîdin (=yüce Allah'ı birlemek) ancak yüce Allah'ın arşına
istivasını, semavatının üzerinde yüce olduğunu, konuştuğunu, kelam sahibi
olduğunu ve kemâl sıfatlarını inkar etmekle tamam olacağını iddia ederler. Bu
taifenin yanında tevhîd ancak bu olumsuzlaştırmak ve bu isbatla tamam olur. Yüce
Allah başarının sahibidir.[8]
* * *
[1]
el-Melik, Allahu Teâlâ'nın güzel isimlerinden biridir. Hükümdar ve kral
anlamında bir kelimedir.
Me-Le-Ke fiilinden gelir. Me-le-ke, malik ve sahip olmak' demektir.
Kelime, hem bir şeye sahip olmayı, hem de kuvvetli olmayı çağrıştırır. Sahip
ve malik anlamında ?melik, malik, melîk' kelimeleri kullanılır. Masdarı olan
mülk veya milk, üzerinde sahip ve tasarrufta bulunulan şeyi ifade ettiği
gibi, tasarrufta bulunmayı da ifade eder. Bu tasarruf, hem insanlar,
öncelikle insanlar, hem de mallar üzerinde tasarruftur. Nitekim Allah Teâlâ
için insanların meliki denirken, O'nun insanlar üzerinde mutlak tasarruf
sahibi olduğu anlatılmak istenir. Fakat yukarıda belirttiğimiz gibi, şirk
koşan insanlar, Allah'ın melikliğini, yeryüzünde ve dolayısıyla insanlar
üzerinde tasarruf sahibi olmak ve yeryüzündeki servetleri, yani mülkü
diledikleri gibi kullanmak için gasbetmeğe çalıştılar. İblis de, Âdem'i önce
bu noktada kandırmıştır:
?Dedi: Ey Âdem! Seni sonsuzluk ağacına ve tükenmez bir mülke götüreyim
mi??
(Taha,
20/120).
Demek ki, insan Allah'ın hakimiyeti altında değil, arzuları
doğrultusunda sınırsızca yeryüzünün meliki olmak isteğindedir. Nitekim, tüm
diğer Fir'avnlar gibi, Hz. Musa'nın Allah'ı Rabb, ilâh ve melik olarak kabul
etmeğe çağırdığı Mısır Fir'avn'ı da Mısır mülkünün kendisine ait olduğu
iddiası içindeydi (ez-Zuhruf,
43/51).
Melik ya da malik olma, malik olunan şey üzerinde isten ildiği biçimde
tasarrufta bulunmayı gerektirir. Bu anlamda, mutlak melik ancak ve ancak
Allah'tır; çünkü, Kur'an'da mülkün yalnızca Allah'a ait olduğu defalarca
tekrarlanmaktadır. Bütün kâinat Allah'ın mülküdür ve Allah mülkünde dilediği
gibi tasarruf sahibidir. Ama, Allah adil, hakk ve tek ilâh olduğu için
kâinatta dengesizlik ve haksızlık olmaz.
İnsan yeryüzünde halife olduğu, yani Allah adına yeryüzünde
tasarrufta bulunacağı için, kendisine yeryüzü mülkü üzerinde izafî bir
meliklik yetkisi tanınmıştır. Bu yetki, hiç bir zaman mutlak anlamda
olmadığı ve insanın keyfine bırakılmadığı gibi, Allah'ın yeryüzündeki
hayatının gereği olarak çeşitli biçimlerde, renklerde, yeteneklerde ve
mesleklere sahip olacak şekilde yarattığı insanlar da, önce bütün olarak bu
meliklik yetkisine sahiptirler. Dolayısıyla, herkesin belli bir tasarruf
sahası vardır. Fakat bu tasarruf, hiç bir zaman mutlak değil, sınırlı ve
Allah'ın tanıdığı alanda sadece bir emanettir. Öte yandan, tek tek
insanların nasıl mülk sahibi olacaklarını ve mülklerinde nasıl tasarruf
edeceklerini belirten kuralları da Allah her insana ayrı ayrı değil,
insanlar arasından seçtiği elçiler vasıtasıyla bildirmiş ve genel anlamda
yeryüzündeki mülkiyetini bu elçiler aracılığıyla yürütmeği dilemiştir. Bu
durum Kur'an'da oldukça açıktır:
?Göklerin ve yerin ve ikisi arasındakilerin mülkü Allah'ındır ?
(el-Maide,
5/18).
?De ki: Allah'ım, mülkün sahibi; mülkü dilediğine verir, mülkü dilediğinden
alırsın?
(Âl-i İmran,
3/26).
Allah, gerek meliklik, gerekse mâliklik olarak mülkü dilediğine verir,
dilediğinden alır. O, yeryüzünde insanlar üzerindeki tasarrufu, yani
meliklik, yöneticilik olarak mülkü, yukarıda da söylendiği gibi, elçilerine
vermiştir. Aynı zamanda, mülk ile bilgi ve hikmet bir arada bulunmak
durumundadır. Bunlarda en fazla Allah'ın elçilerinde mevcuttur; öyleyse ilim
ve hikmet, melikliğin şartlarındandır.
?(Yusuf dedi:) Rabbim, bana gerçekten mülkten verdin ve bana olayların?
te'vilini (yorumunu) öğrettin? (Yusuf,
12/101).
?Allah ona (Davud'a) mülk ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti?
(el-Bakara,
2/251).
(ç)
[2]
Ta'tîl:
Sözlükte, ta'tîl, boşaltmak (=bir şeyin veya kavramın içini boşaltmak) ve
terk etmek demektir. Terim olarak ise, Allahu Teâlâ'nın isim ve sıfatlarının
tamamını veya bir kısmını inkar etmektir. (ç.)
[3]
Buhârî, Rikâk
8,
51;
Müslim, İmân
322
(193)
[4]
Şifâu'l-Alîl, s.
220.
[5]
Bedâiu'l-Fevâid,
4/164.
[6]
el-Hakk:
Allâhu Teâlâ'nın isimlerinden biri. Kur'ân-ı Kerim, yakîn, sâbit ve şüphe
olmayan şey. Hüküm, fasıl ve kaza olunmuş iş, adâlet, İslâm, mal, mülk,
vâcip, sâdık, lâyık, yaraşır, şans ve hisse. Çoğulu; hukuk ve hıkâk'tır.
Hakkın, bu çeşitli anlamları, ?kesin olarak sâbit olma ve gerekli olma
(sübût ve vücûb) ?kavramında toplanır.
Kur'ân-ı Kerim'de Hakk kelimesi ve türevleri
285
kadar âyette geçer.
?Şüphesiz, onların çoğunun üzerine o söz (=azab) hak olmuştur?
(Yâsîn,
36/7).
Burada ?hak oldu?; sâbit ve vâcip oldu, anlamındadır.
?O
günahkarlar istemese de, Allah hakkı sâbit ve üstün kılacaktır
(el-Enfâl,
8/8).
?De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu?
(el-İsrâ,
17/81)
?Boşanan kadınların da ma'ruf şekilde yararlanmaları hakları olup, bu,
Allah'tan korkanlar için bir vaciptir?
(el-Bakara,
2/241).
Burada ?hak?, vâcip anlamındadır. Bazen zulmün aksi olan ?adâlet? anlamı
görülür.
?Allah, hak (ve adâletle) hükmeder?
(el-Mü'min,
40/20).
Şu âyette de hisse, pay anlamındadır.
?Mallarında, hâlini arz eden ve edemeyen yoksular için belli bir hak (=pay)
vardır?
(el-Meâric,
70/24).
İslâm nazarında, hakkın kaynağı ilâhi iradedir. Bu yüzden İslâm'da
haklar, kendisinden şer'î hükümlerin çıkarıldığı kaynaklara (kitap, sünnet,
icmâ, kıyas) dayanan ilâhi ihsanlardır. Bir delile dayanmayan şer'î haktan
söz edilemez. Hakkın kaynağı Allâhü Teâlâ'dır, çünkü ondan başka hâkim
yoktur.
[7]
Bedâiu'l-Fevâid,
4/165
[8]
Şifâu'l-Alîl, s.
198.