Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular

el-HÂKİM - el-ALÎM - el-ALLÂM

Yeni Sayfa 1






﴿ اَلْحَكِيمُ ? اَلْعَلِيمُ - اَلْعَلاَّمُ ﴾
el-HÂKİM
- el-ALÎM - el-ALLÂM


Yüce Allah şöyle buyurmuştur:



?O, Hâkim (=hüküm ve hikmet sahibi)dir, Alîm (=bilen)dir?
(Zâriyât,


51/30.)



Bu âyet, yaratma ve buyruğun kaynağı olan hikmet ve ilim sıfatının isbatını
içermektedir. Yüce Allah'ın yaratmış olduğu her şey ilminden ve hikmetinden
meydana gelmiştir. Buyruğu ve hükmü ilminden ve hikmetinden
kaynaklanmaktadır.


İlim ve hikmet bütün kemâl sıfatları içirmektedir. İlim, hayatı ve hayatın
kemalinin ayrılmaz unsurlarını kapsamaktadır. Bunlar ise; Kayyûmiyyet (=her
şeyi koruyan), kudret, bekâ (=sonu olmayan), işitmek, görmek ve kemâl olan
ilmin gerektirdiği diğer sıfatlardır.


Hikmet; iradenin, adaletin, rahmetin, ihsanın, cömertliğin, iyiliğin ve en
güzel yönleriyle eşyaları yerli yerine koymanın, kemalini içermektedir. Ve
yine Resuller göndermeyi ve mükafatın ve cezanın sabit olduğunu içerir.



Bu ilmin hepsi el-Hâkim ismindendir. Nitekim bu, hikmet sıfatıyla yüce
gayelere delil getirmede ve yüce Allah'ın mahlukatı abes olarak, başı boş
salıverilmiş ve batıl olarak yarattığını iddia edenlerin reddedilmesinde
Kur'ân'ın yoludur. Böyle olunca da hikmet sıfatı hüküm koymayı, kaderi,
mükafatlandırmayı ve cezalandırmayı içerir. Bundan dolayı sözlerin en doğrusu
ahiretin akıl ile bilinmesi ve işitmenin, aklın onun isbatına delil
getirmesinin açıklanmasını getirmesidir.


Kur'ân'ın yolunda düşünen kimse onu buna delalet eder bir şekilde bulur. Yüce
Allah, ahirete bir defa dönüşün mümkün olduğuna ve dönüş yerinin (=ahiretin)
başka bir şekilde meydana geleceğine delalet eden makul misaller getirir.
Böylece tekrar dönüşün mümkün olduğuna delalet eden kudretinin delillerini ve
onun meydana gelmesini gerektiren hikmetinin delillerini zikreder.


Kur'ân da bulunan ahiretin delilleri hakkında iyice düşünen kimse Yüce
Allah'ın hamdı ile o delilerin dışındaki delilere ihtiyaç duymaksızın aynı
şekilde yeterli ve zahir olarak onları bulur. Bu deliller süratli bir şekilde
gayeye ulaştırır ve insanların çoğunda meydana gelen şüpheye verilen cevabı
içerir.


O âyetlerde bulunan delillerde yeterli açıklamalar, şüphelerin meydana
geleceği yerler hakkında tenbihler ve o şüphelere kalbi tatmin eden cevaplar
vardır. Bu delillerle kişinin bilgisi diğer delillerin zıttına şüphe
götürmeyecek şekle gelerek artar. Çünkü diğer deliller bunun aksinedir. Burada
kastedilen, yaratmanın ve buyruğun Yüce Allah'ın ilminden ve hikmetinden
kaynaklandığıdır.


Bu kıssa,[1]
adet olarak iki yaşlı insandan bir çocuğun doğmasından dolayı nefislerin
hayrete düşmesini gerektirdiklerinden dolayı bu iki ismin zikredilmesine
mahsus kılınmıştır. İlmin gizlenmesi bu doğum sebebiyledir. Hikmet bilinen
adetin dışında bu velâyetin cereyan etmesini gerektirtmektedir. Âyette ilim
ismini ve bu yaratma sebebiyle Yüce Allah'ın ilmini içeren hikmeti zikretti.
Gayesi ve hikmeti, hikmetin gereğini terk etmeksizin yerli yerinededir.[2]


Yüce Allah'ın ilminden dolayı meydana gelen birinci mertebe ezelî ilmidir.
Bunda da evvelinden sonuncusuna kadar tüm resuller, sahabenin tamamı ve
ümmetin onlara tabi olanları ittifak etmişlerdir. Ancak ümmetin mecusileri
onlara muhalefet etmişlerdir. Yüce Allah'ın geçmişteki yazısı olmadan önce
olacak şeyleri bildiğine delalet etmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmuştur:



?Hatırla ki Rabb'in meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi.
Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde
fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah
da onlara: Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi?
(Bakara,


2/30.)



Mücahid dedi ki: Yüce Allah iblisten meydana gelecek isyanı bildi ve onu o
isyan için yarattı.


Katâde der ki: Bu mahlukatın içerisinden nebilerin, resullerin, salih
kavimlerin ve cennet sakinlerinin var olacağı Yüce Allah'ın ilmindeydi.



İbni Mesûd der ki: (Bu âyetin manası,) Ben, iblis hakkında sizin
bilmediklerinizi bilirim (demektir).


Mücahid aynı şekilde der ki: İblis'in Adem'e secde etmeyeceğini bildi.[3]



Yüce Allah şöyle buyurmuştur:



?Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah'ın katındadır. Yağmuru O
yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez.
Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir,
her şeyden haberdardır?
(Lokmân,


31/34.)



Ahmed b. Hanbel'in

?Müsned?inde
Lakît b. Âmir Rasûlullah (s.a.v.)'den şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:




?Lakît b. Âmir dedi ki: Ey Allah'ın Resûlü gayb hakkında ne biliyorsun?
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle cevap verdi: Rabb'in gaybın beş anahtarını gizledi
onları Allah'tan başka hiç kimse bilmez buyurdu ve elini işaret etti. Bende
onlar nedir diye sordum O'da (s.a.v.) şöyle dedi: Ecelin ilmi; siz
bilmediğiniz halde sizden birinin ne zaman öleceğini O bilir. Siz bilmediğiniz
halde O meninin rahme ne zaman düşeceğini bilir. Yarın ne olacağını bilir. Sen
bilmediğin halde O senin ne yiyeceğini bilir. Siz korktuğunuz halde size
merhamet edegeldiği yağmurun gününü bilir. Yüce Allah (celâline ve azâmetine
yakışır bir şekilde) güler. Yakında gelecek yağmurunuzu bilir. Kıyamet gününü
bilir?[4]


Sıhhatinde ittifak edilen bir hadiste Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:




?Sizden hiçbir kimse ve yaratılmış hiç bir nefis müstesna olmamak üzere
muhakkak cennetteki yerini Allah bilmiştir (taktir ve tayin ederek yazmıştır).?[5]



Bezzâr, Ebu Saîd'den Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:



?Fetret devrinde[6]
helak olan, akıl hastası ve akıl baliğ olmadan ölen çocuk getirilir. Fetret
devrinde helak olan şöyle diyecek: Bana kitap ve resûl gelmedi. Akıl hastası
olan şöyle diyecek: Ey Rabb'im! Bana akıl vermedin ki onunla hayrı ve şerri
akledeyim. Akıl baliğ olmadan ölen çocuk şöyle diyecek: Ey Rabb'im! Amel
işleyecek çağa erişemedim. Yüce Allah ilminde velev ki amel işleyecek çağa
erse dahi bedbaht olacağı malum olanı diğerlerinden ayırtır ve şöyle buyurur:
siz bana isyan ettiniz. Elçilerim nasıl gizli kaldı?[7]



Buhârî ve Müslim'de Ebu Hureyre'den Rasûlullah (s.a.v.)ın şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir:



?Her doğan çocuk ancak fıtrat üzere doğar. Onu ana ve babası (büyüyünce)
yahudi veya hıristiyan yada mecusi yaparlar. Nitekim hayvanlar yavrularını
eksiksiz doğururlar. Sizler bu kusursuz doğan hayvan yavruları içinde hiç
kulağı, dudağı, burnu ve ayağı kesik olanını buluyormusunuz? Nihayet sizler
bizzat onların burun, kulak ve ayak gibi azalarını kesiyorsunuz. Sahabeler:




- ?Ey Allah'ın resûlü! Küçük iken ölen kimseye ne dersiniz?'dediler. Allah'ın
resûlü (s.a.v.):



- ?(Eğer yaşasalardı) Allah onların yapacakları şeyi en iyi bilendir' diye
cevap verdi.?[8]


Yüce Allah şöyle buyurmuştur:



?Hevâ ve hevesini ilâh edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre
saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği
kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir?
Hâla ibret almayacak mısınız??

(Câsiye,


54/23.)



İbn Abbâs der ki: ?Onu yaratmadan önce ne olacağını bildi. Bu O (c..c)'nun
katında geçen ilim üzeredir. O (c..c) Ümmü'l-Kitapta (Kaderin yazılı olduğu
kitap) o kul için geçen buyruğu irade eder.?


Saîd b. Cübeyr ve Mukâtil derler ki: ?(Bu buyruk,) o kul hakkında yüce
Allah'ın ilmi üzeredir.?


Ebu İshâk der ki: ?Yani yüce Allah'ın ezeli ilminde olduğu gibidir. Bu ise
onu yaratmadan önce dalalette olacağını bilmesidir.? Bu, tefsir alimlerinin
çoğunluğunun görüşüdür.


Sa'lebî der ki: ?Kulun işinin akıbetinin ne olacağını bilir. Birde şöyle
denmiştir: Yüce Allah'ın ezeli ilminde olduğu gibidir. Bu ise onu yaratmadan
önce dalalette olacağını bilmesidir.?


Beğâvî ve Ebu'l-Ferec ibnü'l-Cevzî'de aynı görüşü belirterek şöyle dediler:
Kul hakkında onun hidayete ermeyeceği bilgisi yüce Allah'ın ezeli ilminde
olduğu üzeredir.


Muhtevî ve başkalarının da bulunduğu bir taife bu âyet hakkında iki görüş
zikretmiştir. Bu, onlardan biridir.


Muhtevî şöyle demiştir: ?Yüce Allah kuldan meydana gelecek durumu bilmesi
üzere onu saptırmıştır. Bu durumda onun hidayete müstahak olmamasıdır.?



Bir de şu görüş zikredilmiştir: Hiçbir fayda ve zarar veremeyen bir puta tapan
kimsenin durumunu bilmesi üzeredir.



Birinci görüşe
göre, âyeti kerimedeki (bir bilgiye göre saptırdığı=bir ilim üzere saptırdığı)
sözü failin halidir. O zaman mana şöyle olur: Yüce Allah ezeli ilminde onun
dalalet ehlinden olduğunu bildiği halde (=bilerek) saptırmıştır.



İkinci görüşe
göre, mef'ulün halidir. O zamanda mana şöyle olur: Kafirin dalalette olduğunu
bildiği halde Yüce Allah onu saptırmıştır.


Ben derim ki: birinci görüş üzere mana şöyle olur; yüce Allah onun durumunu,
sözlerini, ona neyin münasip olduğunu, neyin layık olduğunu, yaratılmasından
öncede sonrada ona layık olduğu şeyden başkasının uygun olmayacağını, onun
dalalet ehlinden olduğunu ve hidayete ehil olmadığını bilerek onu
saptırmıştır. Eğer böyle birine hidayet edilseydi o zaman hidayet yerinden
başka bir yere konmuş olurdu ki böylece hidayete müstahak olmayan kimse
hidayet sahibi olurdu.


Yüce Allah Hâkim'dir. Ve ancak eşyayı layık oldukları mahallerine koyar. Bu
söz üzere âyeti kerime, kaderin ve kulun üzerine taktir edilen dalaleti
gerekli kılan hikmetin isbatı hakkında gelmiştir. İlmi zikretti. Çünkü O,
işlerin hakikatini, eşyayı yerli yerine koymayı, müstahak olana hayrı vermeyi
ve hayra müstahak olmayanı ondan uzaklaştırmayı açıklayandır. Çünkü bu ilim
olmaksızın meydana gelmez.


Yüce Allah onun dalaletine münasip olan ve dalaletini gerektiren hallerini
bilmesi üzere onu saptırmıştır. Yüce Allah kafiri saptırdığını bildirerek bunu
çok yerde zikreder. Nitekim yüce Allah âyeti kerimelerde şöyle buyurmaktadır:




?Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar; kimi de
saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır. Allah
inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir?

(En'âm,


6/125.)




?Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisinek ve ondan daha küçük bir
varlığı misal getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince, onlar böyle
misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfir olanlara
gelince: Allah böyle misal vermekle ne murat eder? derler. Allah onunla birçok
kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle
Allah ancak fâsıkları saptırır (çünkü bunlar birer imtihandır) Onlar öyle
(fâsıklar) ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah'ın
ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten
vazgeçerler ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte onlar gerçekten
zarara uğrayanlardır ?
(Bakara,


2/26-27.)



?Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez?
(Bakara,


2/258.)



?Allah, yoldan çıkmışlar topluluğuna rehberlik etmez?
(Mâide,


5/108.)



?Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez?
( Zümer,


39/3.)




?Zalimleri ise Allah saptırır?
(İbrâhim,


14/27.)



?İşte Allah o aşırı giden şüphecileri böyle saptırır?
(Mü'min,


40/34.)



?Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler?
(Mü'min,


40/35.)



?İşte bilmeyenlerin (hakkı tanımayanların) kalplerini Allah böylece mühürler?
(Rûm,


30/59.)



Muhakkak ki yüce Allah bu günahların sahipleri için bunu akibet yapmıştır. Bu
birinci saptırmasından sonra ikinci saptırmasıdır.



?Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere
peygamberleri öldürmeleri ve ?Kalplerimiz kılıflanmıştır? demeleri sebebiyle
(onları lânetledik, türlü belâlar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir;)
tam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek
azı müstesna artık iman etmezler?
(Nisâ,


4/155.)



?Kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair kuvvetli bir
şekilde Allah'a andiçtiler. De ki: Mucizeler ancak Allah katındandır. Ama
mucize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız Yine O'na iman
etmedikleri ilk durumdaki gibi onların gönüllerini ve gözlerini ters
çeviririz. Ve onları şaşkın olarak azgınlıkları içerisinde bırakırız?


(En'âm,


6/109-110.)



?Bir zaman Musa kavmine: Ey kavmim! Benim, Allah'ın size gönderdiği elçisi
olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsunuz? demişti. Onlar yoldan
sapınca, Allah da kalplerini saptırmıştı. Allah, fâsıklar topluluğunu doğru
yola iletmez?

(Saff,


61/5.)



?Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını
çoğaltmıştır?
(Bakara,


2/10.)



?Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resûlüne
uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun
huzurunda toplanacaksınız?
(Enfâl,


8/24.)



Yani eğer siz Allah'a ve Resûlüne icabet etmeyi (=uymayı) terk ederseniz
sizinle kalbiniz arasına girerek sizi cezalandırırda bundan sonrada icabet
etmeye gücünüz yetmez.


Her ne kadar aynısı olmasa da şu âyeti kerimesi de buna benziyor:



?Andolsun ki sizden önce, peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdiği halde
(yalanlayıp) zulmettiklerinden dolayı nice milletleri helâk ettik; zaten onlar
iman edecek değillerdi. İşte biz suçlu kavimleri böyle cezalandırırız?
(Yûnus,


10/13.)



Başka bir yerde de şöyle buyurur:



?İşte o ülkeler... Onların haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz.
Andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat önceden
yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kâfirlerin kalplerini
Allah böyle mühürler?

(A'râf,


7/101.)





Bu âyeti kerime hakkında üç görüş vardır. Onlardan biri Ebu İshâk'ın şu
görüşüdür: ?Bu iman etmeyen kavmin durumunu bildirmektir.?[9]



Nitekim Yüce Allah Nûh (a.s.)'ın şöyle dediğini bizlere bildirmiştir:




?Nuh'a vahyolundu ki: Kavminden iman etmiş olanlardan başkası artık (sana)
asla inanmayacak. Öyle ise onların işlemekte olduklarından (günahlardan)
dolayı üzülme?
(Hûd,


11/36.)



Buna, şu sözünü delil getirdi:



?İşte kâfirlerin kalplerini Allah böyle mühürler?
(A'râf,


7/101.)



Bu onların kalplerinin mühürlendiğine delildir.


İbn Abbâs der ki: ?Bu kafirler (ruhlar aleminde) Âdem'in zürriyetinden
çıkartıldıklarında yalanlamış oldukları kendilerinden misâk (=büyük söz)
alınan güne kendilerine resuller gönderildiğinde de inanacak değillerdi. O
zaman kerhen iman etmişlerdi. Yalanlamalarını gizledikleri halde dilleriyle
ikrar etmişlerdi.?


Mücâhid'de der ki: ?(Bu âyetin manası,) şayet onları helaklerinden sonra
tekrar diriltseydik helak olmadan önce yalanladıkları şeye yine iman edecek
değillerdi (demektir).?


Yüce Allah'ın bu buyruğunun bir benzeri de şudur:



?Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendilerine göründü.
Eğer (dünyaya) geri gönderilseler yine kendilerine yasak edilen şeylere
döneceklerdir. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar?
(En'âm,


6/28.)


Diğer alimler de dediler ki: İsteyerek talep ettikleri mucizeleri resulleri
onlara getirdiğinde de görmeden önce inkar ettiklerine gördükten sonrada
inanacak değillerdi. Mucizeleri gördükten sonra hakka iman etmeleri
gerektiğini bildikleri zamanda hakkı önceden yalanlamaları onu gördükten sonra
iman etmelerine engel oldu.


İşte bu, hakkı reddenin, ondan yüz çevirenin ve onu kabul etmeyenin cezasıdır.
Artık o haktan döndürülmüş, onun ile hak arasına girilmiş ve onun kalbi haktan
çevrilmiştir. Bu ceza olarak saptırmaktır. Ve o da, yüce Allah'ın adaletinden
kaynaklanmaktadır.


Başta (kulun) kabul etmemesinden ve hidayete ermemesinden önce saptıran ilk
saptırmaya gelince; Yüce Allah'ın, kulunun hidayete uygun olmadığını, layık
olmadığını ve hidâyeti kabul edecek bir mahal olmadığını önceden bilmesinden
meydana gelen bir saptırmadır.


Yüce Allah, peygamberliği kime vereceğini en iyi bildiği gibi hidâyetini ve
yardımını da kime vereceğini en iyi bilendir. Nitekim yüce Allah'tan gelecek
risaleti taşımaya ve onu mahlukata tebliğ etmeye her kes ehil olmadığı gibi
her kes onu kabul etmeye ve tastik etmeye de ehil değildir.


Yüce Allah şöyle buyurmuştur:


?Aramızdan
Allah'ın kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu kimseler de bunlar mı!
demeleri için onların bir kısmını diğerleri ile işte böyle imtihan ettik.
Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi??
(Enâm,


6/53.)



Yani ?bazılarını bazıları ile denedik ve imtihan ettik?


Yüce Allah liderleri ve önde gelenleri kendilerine tabi olanlar, peşlerinden
gelenler ve zayıflarla imtihan etti. İtaat edilen lider tabi olan ve zayıf
kimseye baktığı zaman ondan tiksinti duyar ve ona selam vermekten tiksinerek
derki: Bana değil de hidâyeti ve saadeti Allah buna mı vermiş. Yüce Allah
şöyle buyurmuştur:



?Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi??
(Enâm,


6/53.)



İşte bunlar nimetleri ve nimetlerin kıymetini bilen kimselerdir. Ve onlar bu
nimetlere karşılık itiraf ederek, tevazu göstererek, boyun eğerek ve kulluk
ederek şükrederler. Eğer sizin kalbinizde onların kalbi gibi olsaydı
nimetlerimin kıymetini bilir, o nimetlere karşılık bana şükreder ve beni
onlarla zikrederdiniz. Onların tevazusu gibi bana tevazu gösterir onların
sevgisi gibi beni severdiniz de bende sizi onları nimetlendirdiğim gibi
nimetlendirirdim. Fakat benin iyiliklerim ve nimetlerim için onlara layık
olan mahaller vardır. Ve ancak onların yanında güzel olurlar. İşte bundan
dolayı hidâyeti mahsus kıldığı kimselerle ilmi çoğu kez bir arada zikreder.


Nitekim yüce Allah âyeti kerimelerde şöyle buyurmuştur:



?Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi??

(Enâm,


6/53.)



?Onlara bir âyet geldiğinde, Allah'ın elçilerine verilenin benzeri bize de
verilmedikçe kesinlikle inanmayız, dediler. Allah, peygamberliğini kime
vereceğini daha iyi bilir?
(En'âm,


6/124.)



?Rabb'in, dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. Allah,
onların ortak koştuklarından münezzehtir ve şânı yücedir. Rabb'in, onların,
sînelerinde gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir?

(Kasas,


28/68-69.)


Yani yüce Allah, yaratmakta ve yarattıklarından (nebiler ve veliler) seçmekte
eşsiz ve ortaksızdır. İşte bundan dolayı Kur'ân okurken yüce Allah'ın
{وَيَخْتَارُ}


?ve seçer?
buyruğundaki durak işaretinde durmak gerekmektedir.[10]


Sonra yüce Allah, onların kendi iradeleriyle isteyerek (peygamber)
seçmelerinin mümkün olmadığını bildirdi. Çünkü bu onların vazifesi değildi.
Bilakis bu, seçtiği (kimsenin) mahallinin ve yerlerinin neresi olacağını en
iyi bilen ve her şeyi yaratan yüce Allah'ın buyruğudur. Yoksa şöyle diyen
kimselerin dediği gibi değil:



?Ve dediler ki: Bu Kur'ân, iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz
mıydı??
(Zuhruf,


43/31.)



Yüce Allah, resuller göndermenin onların tercih etmesiyle (=dilemesiyle)
olmadığını ve insanların Yüce Allah'a karşı tercih haklarının olmadığını
bildirmiştir. Aksine O, dilediğini yaratır ve seçer. Sonra yüce Allah, onların
yaratma hakları olmadığı gibi seçme haklarının da olmadığını bildirdi.



?ve seçer?
kelimesinden sonra gelen ?mâ?nın meful olduğunu iddia eden kimse hata
yapmıştır.


Kur'ân'da da lugatta da

?ihtiyar?
(=seçmek, tercih etmek)

?hıyarat?
(=seçmek, tercih etmek) birbirine uygun gelmiştir. O da, bir şeyi bir başka
şeye tercih etmektir. Bu da, seçilen şeyin tercih edilmesi, has kılınması ve
öne alınması demektir. Bu ise mutlak dilemekten daha hususidir.


Lugatta ki ?ihtiyar? kelimesi kelam ehlinin ıstılahından daha hususidir. Bunun
delili ise şu âyeti kerimelerdir:



?Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o
işi kendi isteklerine göre seçme


hakkı
yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş
olur?
(Ahzâb,


33/36.)




?Musa tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti?
(A'râf,


7/155.)



Bu âyetlerle Kaderiyye mezhebinin ortaya atmış olduğu iddianın da cevabı
verilmiş olmaktadır. Kaderiyye şöyle demektedir: Küfür ve isyan, Allah'ın
tercih etmesi ile mi? yoksa O ?nun tercih etmesi dışında mı meydana
gelmektedir? Şayet ?yüce Allah'ın tercih etmesi iledir? derlerse, o zaman her
muhtar (=seçilen, tercih edilen) razı olunan ve sevilen şey olur. Böyle olunca
da masiyet (=günah) ve küfür, yüce Allah'ın razı olduğu ve sevdiği şey olur.
Eğer ?yüce Allah'ın tercih etmesi ile değildir? derlerse, o zamanda yüce
Allah'ın tercihi ve iradesiyle olmamış olur. Buna cevap olarak şöyle demek
gerekir: Kelamcıların ıstılahındaki genel tercih etme ile neyi
kastediyorsunuz?


Meşiet (=dilemek) ve iradeyi mi? yoksa Kur'ân'da, sünnette ve Arap lugatında
var olan hususi tercih etmeyi mi kastediyorsunuz? Eğer birinci tercih etmeyi
kastediyorsanız, o bu itibarla O'nun tercih etmesi ile meydana gelmiştir.
Fakat bunun masiyete ve küfre isnat edilmesi caiz olmaz. Çünkü ?tercih etme?
lafzında, seçmek ve sevgi manası bulunmaktadır. Böyle olunca da masiyet ve
küfür ancak yüce Allah'ın meşieti (=dilemesi) ve kudreti ile meydana gelmiştir
denir.


Şayet ?tercih etme? ile, Kur'ân'da ve Arap lugatında ki manayı
kastediyorsanız, bu mana itibarı ile O'nun tercih etmesi ile meydana
gelmemiştir. Her ne kadarda meşieti ile meydana gelmişse de.


Şöyle bir soru sorula bilir: Yoksa siz, küfür ve isyanın, O'nun iradesiyle
meydana geliyor diyor, sonrada bunu tercih etmeye mi isnat etmiyormusunuz?



Bu soruya şöyle cevap verilir: Allah'ın Kitabında irade lafzı iki türlüdür.




Birincisi,
tüm mahlukatı kapsayan kevnî iradedir.


Misalleri ise şu âyeti kerimelerdir:



?Dilediği şeyleri mutlaka yapandır?
(Burûc,


85/16.)



?Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış
elebaşlarına (iyilikleri) emrederiz; buna rağmen onlar orada kötülük işlerler.
Böylece o ülke, helâke müstahak olur; biz de orayı darmadağın ederiz?


(İsrâ,


17/16.)


?Eğer
Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdüm size
fayda vermez?
(Hûd, 11/34.)



?Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister?
(Nisâ,


4/27.)



Ve bu âyetlerin benzerleridir.



İkincisi,
dinî ve emrî iradedir. Bunun meydana gelmesi vacip değildir.



?Allah sizin için kolaylık ister?

(Bakara,


2/185.)


Denilse ki; bu masiyet ve küfür, yüce Allah'ın izni ile mi oluyor? yoksa O'nun
izni olmaksızın mı meydana geliyor?


Deriz ki: Aynı şekilde ?izin verme?de iki türlüdür.



Birincisi,
kevnî izindir. Misali şu ayettir: ?Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar
veremezler? (Bakara,


2/102.)



İkincisi,
dinî ve emrî izindir. Misali ise şu âyetlerdir:



?De ki: Allah mı size izin verdi?
(Yûnus,


10/59.)


?Kendileriyle
savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda)
izin verildi?
(Hacc,


22/39.)



İhtiyar kelimesi şerrin hilafına olan hayır kelimesinden türemiştir. Yüce
Allah hakkında asıl olan (İhtiyar kelimesi) ile, fayda veren ve hayır olan
şeyi murat etmesidir. İrade ihtiyar diye isimlenmiştir. Bu, iradenin bir şeyi
bir şeye tercih etmeyeceğini ancak failin bunu tercih ettiğini içermektedir.



Burada maksat, has kıldığı şeylerin yanında ilmide zikretmesidir. Nitekim
âyeti kerimede şöyle buyurmuştur:



?Andolsun ki Biz onları bilerek bütün milletler üzerine seçip tercih etmiştik?
(Duhân,


44/32.)



Burada mananın, ?onların seçilmeye ehil olmaları tarafımızdan bir ilim iledir?
olduğunda insanlar arasında hiçbir ihtilaf yoktur. {عَلَى
عِلْمٍ}
şibhi cümlesi hal olarak nasbe makamındadır. O zaman mana şöyle olur: Biz
onları ve hallerini bilerek seçtik. Ve bu ilim, onlar yaratılmadan önce
seçilmelerini gerekli kıldı. Yüce Allah, onları tercih etmesini, hikmetinin
onları tercih etmesinde olduğunu ve hikmetinin ve ihtiyarının yerlerine
delalet eden ilmini zikretti.


Bunlara işaret eden âyetler ise şunlardır:



?Andolsun biz İbrahim'e daha önce rüştünü vermiştik. Biz onu biliyorduk?
(Enbiyâ,


21/51.)



Bu âyet hakkında sözlerin en doğrusu, mananın; ?Tevrat inmezden önce?
olduğudur. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur:



?Andolsun biz, Musa ve Harun'a, takvâ sahipleri için bir ışık, bir öğüt ve
Furkân'ı verdik?
(Enbiyâ,


21/48.)




?İşte bu (Kur'ân) da, bizim indirdiğimiz hayrlı ve faydalı bir öğüttür. Şimdi
onu inkâr mı ediyorsunuz??

(Enbiyâ,


21/50.)



?Andolsun biz İbrahim'e daha önce rüştünü vermiştik?

(Enbiyâ,


21/51.)



Burada mana anlaşıldığından dolayı

?kablu?
kelimesi izafet terkibinden ayrılmış ve damme üzere mebni olmuştur. Çünkü,
mudafun ileyhi burada her ne kadarda lafızda zikredilmemişse de menvî (=niyet
edilmiş maksat) ve malumdur.


Yüce Allah, resullerin imamları ve mahlukatın en şereflileri olan bu üç kişiyi
bu âyetlerde zikretti. Bunlar, Hz. Muhammed (s.a.v.), İbrâhîm (a.s.) ve Mûsâ
(a.s.)'dır. Buradaki ?min kablu? ya; akıl baliğ olmadan küçük olduğu halde de
denmiştir. Lafızda buna delalet eden bir şey yoktur. Ancak âyetin geliş
üslubunda ?min kablu? zikredilen manayı gerektirir.


Bir de şöyle denilmiştir:

?min kablu?
lafzındaki mana;

?Bizim ilmimizde geçtiği gibi?
demektir. Yine aynı şekilde lafızda buna delalet eden bir şey yoktur. Bu
İbrâhîm'e has bir olay da değildir. Aksine ezelî ilminde yüce Allah bütün
müminlere hidâyeti taktir etmiştir.

{وَكُنَّا
بِه عَالِمِينَ}


?Biz onu biliyorduk?
buyruğunda kastedilen mana hakkında Beğavî der ki: ?Muhakkak ki O (c.c.)
hidayet etmeye ve nubuvvet vermeye ehildir (=müstahaktır).?[11]


Ebu'l-Ferec der ki : ?Bunun manası; ?rüşdü verecek yeri biz biliriz'
demektir.?[12]


Zemahşeri,

?Keşşâf?
adlı eserinde der ki: ?Yüce Allah'ın İbrâhîm (a.s.)'ın güzel hallerini ve hoş
sırlarını bilmesi ve o sıfatlardan razı olması ve onları övmesidir. Ta ki bu
sıfatlarla onu dostluğuna ve yakınlığına müstahak kılmıştır. Bu senin,
insanlardan hayrlı olan biri hakkında ?Ben falancayı biliyorum? demen gibidir.
Senin bu sözün güzel vasıfları içermektedir.?[13]



Bunun misalleri de şu âyeti kerimelerdir:



?Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir?

(En'âm,


6/124.)




?Andolsun ki Biz onları bilerek bütün milletler üzerine seçip tercih etmiştik?
(Duhân,


44/32.)




?Allah Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesi ile İmrân ailesini seçip âlemlere üstün
kıldı. Bunlar birbirinden gelme bir nesillerdir. Allah Semî' (=işiten), Alîm
(=bilen)dir?
(Âl-i İmrân,


3/33-34.)



Bunlara yakın olan bir âyeti kerime de şudur:



?Süleyman'ın emrine de kasırga (gibi esen) rüzgârı verdik; onun emriyle içinde
bereketler yarattığımız yere doğru eserdi. Biz her şeyi biliriz?

(Enbiyâ,


21/81.)



Yani bu özelliği, insanlar ve mekanlar içerisinde buna layık olanlardan
hangisine vereceğimizi biz biliriz.


Yüce Allah, yarattıklarından seçtiği birilerini tercih etmesinde ve yine
onlardan saptırmış olduğu birilerini dalalete düşürmesinde Alîm ve Hâkim[14]
olduğu gibi övülen akibetlerden ve yüce gayelerden oluşan buyruklarında ve
şeriatında da Alîm ve Hâkim'dir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:




?Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Bazen hoşlanmadığınız bir
şey sizin için hayrlı olur. Bazen de hoşlandığınız bir şey sizin için şer
olur. Allah bilir, siz bilmezsiniz?
(Bakara,


2/216.)


Yüce Allah bu âyeti kerimede, içerisinde maslahatın bulunduğu ve tercih
etmesini ve emretmesini gerektiren kulların menfaatinin bulunduğu şeyleri
bildiğini ve onları kullarına emrettiğini bildirdi. Onlar ise ya ilimlerinin
olmamasından yada tabiatlarının nefretinden dolayı bunu hoş görmezler.



Bu, Yüce Allah'ın kulların bilmediği işlerde işlerin sonucunun ne olacağını
bilmesidir. Ve yine aynı şekilde kulların bilmediği hususlarda mahlukatından
dilediğini seçmeyi bilmesidir. Bu âyeti kerime, her ne kadar nefislere zor
gelse de Yüce Allah'ın buyruğunun lazım oluşu üzere bir hususiyeti
içermektedir. Ve her ne kadar nefisler çirkin görse de hükmüne rıza
göstermenin gerekliliği üzere bir hususiyeti içermektedir.


İstihare hadisinde Rasûlullah (s.a.v.) şöyle derdi:



?Ey Allahım! Senin ilmin ile Senden hayırlısını isterim. Senin kudretin ile
Senden güç isterim. Senin fazlı kereminden isterim. Muhakkak ki Sen güç
yetirirsin ben ise güç yetiremem. Sen bilirsin ben ise bilemem. Sen gaybı en
iyi bilensin. Ey Allahım! Eğer bu işin benim için dinimde, dünya işlerimde ve
işimin sonucunda benim için hayrlı olduğunu biliyor isen benim için onu takdir
et ve onu benim için kolaylaştır. Sonra onda benim için bereket kıl. Eğer bu
işin benim için dinimde, dünya işlerimde ve işimin akibetinde benim için şer
olduğunu biliyor isen onu benden ve beni de ondan çevir. Hayr neredeyse onu
benim için takdir et. Sonra beni onun ile razı et?[15]



Kul dünyasında ve ahiretin de kendisine fayda verecek bir iş hususunda onda
maslahat olup olmadığını, gücünün yetip yetmeyeceğini ve kendisine kolay olup
olmayacağını bilmeye ihtiyaç duyar. Kul bu meselede hiçbir şeye sahip
değildir. Aksine onun ilmi Yüce Allah'ın insana öğrettiği ilimden ibaret ve
kudreti de Yüce Allah'ın insana bahşettiği kudretten ibarettir.


Ve yine aynı şekilde yüce Allah'tan kudret ve O'nun fazlı kereminden talep
etmektir. Çünkü O, kulu güç yetirir kılmazsa kul acze düşer. Ve yine o işi kul
için kolaylaştırıp hazırlamazsa kul zorluktan kurtulamaz. Sonra ilmi ile o işi
kul için tercih ettiği, kudretiyle o iş üzere ona yardım ettiği ve fazlı
kereminden o işi onun için kolaylaştırdığı zaman bu defa da kul o iş üzere
yüce Allah'ın kendisini sabit kılmasına ve o işte yaratmış olduğu bereketi
daimi kılmasına ihtiyaç duyar.


Çünkü bereket, o işin sabitliğini ve artarak çoğalmasını içermektedir. Bu,
kulu o işe güç yetirir kılması ve o işi ona kalaylaştırması üzere miktarın
artmasıdır. Sonra kul bunların hepsini yaptığı zaman bu kez de yaptığı bu iş
sebebiyle yüce Allah'ın kendisinden razı olmasına ihtiyaç duyar. Çünkü yüce
Allah, kul hoşlanmamaya devam ettiği halde o kerih gördüğü şeyi onun için
kolaylaştırmış ve ona hayırlı olanı vermiştir.


Sad ibn Ebî Vakkâs'ın Rasûlullah (s.a.v.)'den rivayet etmiş olduğu bir hadis-i
şerifte Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:



?Adem oğlunun saadeti, yüce Allah'tan hayır talep etmek ve O'nun kazasına
razı olmaktır. Adem oğlunun sapıklığı ise Allah'tan hayır talep etmeyi terk
etmek ve O (c.c.)'nun kazasını hoş görmemektir?[16]



Burada mukadder olanı iki şey çepeçevre kuşatmıştır.



Birincisi;
olaydan önce istiharedir (=hayrı talep etmek).



İkincisi ise;
olaydan sonra rızadır. Talep edilen şey meydana gelmeden tercih edip seçmesi
ve meydana geldikten sonra razı olması Yüce Allah'ın kulunu başarıya ve
saadete ulaştırmasıdır. Kulun, yapmak istediği şey meydana gelmeden önce Yüce
Allah'tan hayrı talep etmemesi ve o iş meydana geldikten sonra Yüce Allah'ın
kuldan razı olmaması onun hor ve zelil bir şekilde terk edilmesidir.


Ömer İbni Hattâb (r.a.) şöyle buyurmuştur: ?Sevmiş olduğum veya sevmemiş
olduğum şeye önem vermem. Çünkü ben hayrın sevdiğim şeyde mi yoksa
hoşlanmadığım şeyde mi olduğunu bilemem?


Hasan Basrî (rh.a.) dedi ki: ?Meydana gelen hoşlanmadığınız şeyleri ve
belaları kerih görmeyin. Nice hoşlanmadığınız işler vardır ki kurtuluşunuz
ondadır. Ve nice kendiniz için iyi gördüğünüz işler vardır ki onda helakiniz
vardır?


Konuya uygun olan âyeti kerimelerden birisi şudur:



?Andolsun ki Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven
içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a
gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. İşte bundan önce size yakın bir
fetih verdi?

(Fetih,


48/27.)


Yüce Allah bu âyeti kerimede, umre yapamadan müşriklerin kendilerini geri
çevirdiği ve kerih gördükleri hudeybiye senesinde varolan hikmetini açıkladı.
Ve yine asıl arzuladıkları şeyin bundan sonra gerçekleşeceğini onlara
bildirdi. Bu olaydan bir yıl sonra fetih gerçekleşti. Yüce Allah şöyle
buyurdu:


?Muhakkak
ki Biz sana apaçık bir fetih verdik?

(Fetih, 48/1.)


Çünkü dinin, dünyanın ve yardımın maslahatları, İslâm'ın zuhuru ve bundan önce
ummadıkları bir şekilde küfrün batıllığının ortaya çıkışı bu hikmet sebebiyle
meydana gelmiştir. İnsanların bir kısmı diğer insanların arasına karıştı ve
Müslümanlar korkmadan İslâm hakkında, onun delilleri ve mucizeleri hakkında
açıktan açığa konuştular.


Bu vakte kadar İslâm'a girmeye yakın olanlar bu vakit içerisinde İslâm'a
girdiler. Müşriklerin haddi aştıkları, düşmanlıkları ve inatları her kes için
ortaya çıktı. Bilgili ve kültürlü insanlarda cahil halkta Hz. Muhammed
(s.a.v.)'in ve ashabının (=arkadaşlarının) hak ve hidayet sahibi olduklarını
bildiler.


Ve aynı şekilde Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ve ashabının düşmanlarının ellerinde
düşmanlık ve inattan başka bir şeyin olmadığını da herkes bildi. Çünkü İbrâhîm
(a.s.)'ın zamanından beri hac veya umre yapmaya gelen hiçbir hacı geri
çevrilmemişti. Böylece araplar, kureyşin inadının ve düşmanlığının hakikatini
bildiler. Bu olay ise birçok insanı İslâm'a çağıran bir sebep oldu. Bu olay,
kureyşlilerin nefislerine yardımın en büyüklerinden olduğu halde kureyşin
inadı ve isyanı arttı.


Müminlerin ise bu olay ile sabrı, tahammülü, Allah'ın hükümlerine sarılmaları
ve Resûlüne itaatleri arttı. Bu olay (=Hudeybiye anlaşması), bu olay dışında
ki yüce Allah'ın bildiği ama sahabenin bilmediği birçok olaya varıncaya kadar
onlara yapılan yardım sebeplerinin en büyüklerindendir. İşte bundan dolayı
yüce Allah Hudeybiyye günü fetih diye isimlendirmiştir. Nebi (s.a.v.)'e: ?Bu,
fetihmidir?? diye soruldu O da: ?Evet? diye cevap verdi.[17]



Bu olay, Yûsuf (a.s.)'un şu sözüne benziyor:



?(Yusuf) dedi ki: Ey babacığım! İşte bu, daha önce (gördüğüm) rüyanın
yorumudur. Rabb'im onu gerçekleştirdi. Doğrusu Rabb'im bana (çok şey)
lütfetti. Çünkü beni zindandan çıkardı ve şeytan benimle kardeşlerimin arasını
bozduktan sonra sizi çölden getirdi. Şüphesiz ki Rabb'im dilediğine
lütfedicidir. Kuşkusuz O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir?
(Yusuf,


12/100.)



Yüce Allah bu âyeti kerimede dilediğine lütfettiğini ve insanların
bilemeyeceği gizli yollardan (lütfunu) verdiğini bildirdi.[18]




?el-Hâkim?:
Eşyayı (mahlukatı) yerli yerine koyandır. O, yarattığı her şeyde,
yarattıklarını yerli yerine koymasında ve o yeri onun için hazırlamasında
Muhsin (=iyiliği bol olan), Cevvâd (=çok cömert), Hâkim ve Adl (=adalet
sahibi)'dır. Yaratmak ve buyruk tüm noksan sıfatlardan uzak olan Yüce Allah'a
mahsustur. Nitekim O (c.c.) ancak iki işten tercihe en şayan olanını emreder.
Maslahatların meydana gelmesini ve mükemmel olmasını, fesatları terk etmeyi ve
onları azaltmayı emreder. İki şey çakıştığı zaman onlardan en güzelini ve
maslahata en uygun olanını tercih eder. İslâm şeriatında yapılan bir işin
emrolunan kimse için varlığı yokluğundan daha hayırlıdır. Yasaklanan
şeylerinde yokluğu var olmasından daha hayırlıdır.


Şayet şöyle bir şey denilse: Bir şeyin varlığı yokluğundan daha hayırlı olduğu
zaman onun varolmasını nasıl dilemez? Bir şeyinde yokluğu varlığından daha
hayırlı olduğu zaman onun yok olmasını nasıl dilemez? Umumi irade senin bu
küllî kaideni bozuyor.


Şöyle deriz: Umumi irade küllî kaideyi bozmaz. Çünkü var olması; eğer
olmamasından daha hayırlı olursa onun var olması bazen hoşlanılmayan bir şey
olmasını gerektirir. O da bu mana itibarıyla bu emrolunan şeyin meydana
gelmesinden ona daha sevimlidir. Ve yasaklanan şeyin olmaması eğer olmasından
daha hayırlı ise bazen onun varlığı olmamasından daha sevimli olan sonuca
götüren vesile ve sebep olur.


Yüce Allah bir şeyi emrettiği zaman onu sevmiş, ondan razı olmuş, onu dilemiş
ve onu beyan etmiştir. O ancak varlığı yokluğundan daha hayırlı olan şeyi
sever. Bir şeyi yasakladığı zamanda ona buğzetmiş, kerih görmüş ve
hoşlanmamıştır. Ve O ancak yokluğu varlığından daha hayırlı olan şeye
hiddetlenir. Bu ise, bu iki şeyin zatına nazarı itibarı iledir. Sevdiği ve
sevmediği şeylere ulaştırma itibarına gelince bunun için ayrı bir hüküm
vardır.


İşte bundan dolayı yüce Allah kullarına kendilerine indirilenlerin en
güzellerini almalarını emretti.[19]
?En güzeli? ifadesi emrolunan şeydir. Emrolunanda yasaklanan şeyden daha
hayırlıdır. Bu, buyruğunda ve şeriatında sünneti olduğu zaman aynı şekilde
yaratmasında, kazasında ve kaderinde de sünneti olur.


Bir şeyi yapmayı veya yaratmayı irade ettiği zaman o şeyi yaratması ve yapması
yaratmamasından ve yapmamasından daha hayırlıdır. Akside böyledir. Yani
varlığı şer olan bir şeyin olmaması olmasından daha hayırlıdır. Yüce Allah
böyle bir şeyi yapmaz. Bilakis O, şerden uzaktır ve şer O'na ulaşamaz.


Şayet şöyle denilse: Şer olduğu halde onu niçin yarattı?


Deriz ki: Yüce Allah'ın yaratması ve fiili şer değil bilakis hayrdır. Çünkü
yaratma ve fiil, yüce Allah ile beraber kaimdir. Şerrin ise yüce Allah ile
beraber kaim olması ve yüce Allah'ın onunla vasıflanması imkansızdır. Mahlukta
olan şerrin Yüce Allah'a izafe ve nisbet edilmesi söz konusu değildir. Fiil ve
yaratma O'na izafe edilir. Bu ise hayrdır. O (c.c.)'nun dilediği her şey
hayırdır. Var olmasını dilemediği ve aslî yokluk üzere bıraktığı şey ise
şerdir. Çünkü şerrin hepsi yokluktur. Muhakkak ki şerrin sebebi cehalettir.
Cehalet ise ilmin yokluğudur. Veya zulümdür. Zulümde adaletin yokluğudur. Bu
yokluk, mahallin hazır olmamasından ve hayırların ve lezzetlerin sebeplerini
kabulün yokluğundan dolayı elemleri gerektirir.


Şayet denilse ki: İnsanlardan çoğu bu sözü şöyle anlıyorlar; hayrın tamamı
varlıktan ve varlığın gereklerindendir. Şerrin tamamı ise yokluk ve yokluğun
gereklerindendir. Varlık hayrdır. Katıksız şer ise ancak yokluktur.


Deriz ki: Burada bu lafız, icmalî (=tafsilatı olmayan kısa söz)dür. Eğer bu
söz ile; yüce Allah'ın yarattığı ve icat ettiği her şey murad ediliyorsa evet
hayır bundadır. Ve bunun varlığı yokluğundan daha hayırlıdır. Ve yine bu söz
ile yaratmadığı ve dilemediği şey murad ediliyorsa ki; bu yokluğu üzere
devamlı yok edilen şeydir. Bunda da hayr yoktur. Çünkü, eğer onda hayır
olsaydı Yüce Allah onu yaratırdı. Muhakkak ki hayr, O'nun elindedir. Doğru
olan da budur. Yokluğa boğulan şer, hayr olmayan şeydir. Eğer bu söz ile
varlığı lazım olan her şeyin hayr olduğu ve yokluğu lazım olan her şeyin şer
olduğu murad ediliyorsa bu doğru değildir. Çünkü, bazen tercih olunan şer
varlığı gerektirir. Bazen de tercih olunan hayır yokluğu gerektirir.



Birincinin misali; ateş, yağmur, sıcak, soğuk, kar ve canlıların varlığıdır.
Çünkü bunlar hayır olan varlığa nisbetle ihsan edilen cüz'î şerrin
gerektirdiği varlıklardır. Emredilen şeyde aynı şekildedir. Bazen onu, elemden
ve meşakkatten kaynaklanan ve kendisinde hayır bulunan şeye nisbetle ihsan
edilen cüzî şer gerektirir.


Bu işin hakikati şerrin iki kısım olduğudur.

Birincisi;
her yönü ile katıksız şerdir.

İkincisi
ise bir yönü ile nisbî ve izafî olarak şerdir.



Birincisi;
varlığa dahil olmayan şerdir. Çünkü eğer varlığa dahil olsaydı katıksız şer
olmazdı.



İkincisi;
varlığa dahil olan şerdir. Şerler diye ifade edilen işler ya yokluğa tabi olan
şerlerdir veyahut ta varlığa tabi olan şerlerdir. Eğer yokluğa tabi olursa; ya
varlığında veya varlığının ve bekasının devamında yahut ta kemalinde bir şey
için zaruri olan işlerden dolayı yokluktur. Veyahut ta her ne kadar varlığı
yokluğundan daha hayırlı olsa da ne varlığında ne bekasında nede kemalinde
bir şey için zaruri olmamasıdır. Bunlar dört kısımdır.



Birincisi;
ihsan, hareket ve canlılar için nefis gibi şeylerdir.



İkincisi;
gıda kuvveti ve gelişen gıda alıcı canlının gelişmesi gibi.



Üçüncüsü;
sıhhat, işitme, görme ve kuvvet gibi şeylerdir.



Dördüncüsü;
malumatın inceliklerini bilmek gibi şeylerdir. Bunları bilmek bilmemekten daha
hayırlıdır. Bu ise zaruri değildir.


Varlığa tabi olan işlere (=şerlere) gelince; bunlar hastalıklar ve sebepleri,
elemler ve sebepleri gibi hayata, bekaya ve kemale zıt olan her şeyin
varlığıdır. Varlığa tabi olan engeller; gıdanın bedenin azalarına ulaşmasına
ve ondan faydalanmasına engel olan pis maddeler gibi, batıl itikatlar ve
kalpte zıtlarının meydana gelmesine engel olan bozuk iradeler gibi hayrın
meydana gelmesine ve meydana gelmesi için hazırlanan ve onu kabul edecek
mahalle ulaşmasına engel olan şeylerdir.


Bizatihi şer, bir şeyin var olmasında, bekasında ve kemalinde o şey için
zaruri olan yokluktur. Bu yokluktan dolayı aynı şekilde gerekli olan şerler
vardır. Çünkü ilmin ve adaletin olmaması, varlığa tabi olan şerlerden ikisi
olan cehaletten ve zulümden dolayı ilmi ve adaleti gerekli kılmaktadır.
Sıhhatin ve itidalin olmaması, varlığa tabi olan şerlerden ikisi olan elemden
ve zarardan dolayı sıhhati ve itidali gerekli kılmaktadır. Aşırı zenginliğin
olmaması ve cehaletin zarar veremediği ilimlerin olmaması gibi bunlardan
müstağni olan şeylerin olmamasına gelince bu hakikatte şer değildir. Ve
bunların varlığı şer için sebep değildir. Çünkü şerden kaynaklanan ilim her
yerde ilim ve şerden müstağni olmakta her yerde zenginliktir. Ve bunlarda
şerre sebep olsun diye konmamıştır. Şer ancak, zengin kişi hakkında; iffetin,
sabrın ve adaletin olmaması gibi hallerde hayrı gerektiren sıfatların
olmamasından dolayı yerleşir.


Böyle olunca da, bu sıfatların olmaması sebebiyle zenginliğinde kendisi için
şer hasıl olur. Aynı şekilde hikmetin yokluğu, eşyanın yerli yerine konmaması
ve ilim sahibinde hikmetli bir iradenin olmayışı o kişi için bu hal üzere
şerrin yerleşmesini gerektirir. Böylece şerrin ancak yokluk üzere sabit olduğu
zahirdir. Eğer bir şer yokluk üzere sabit olmazsa varolur ve varlığı cihetiyle
de şer olur. Bunun varlığı şer için sebep değildir. Varolan şeylerde şer
değildir.[20]


Sonra yüce Allah'ın reddettiği şey, iki zıttı eşit görmek veya iki benzeri
birbirinden ayırtmaktır. Çünkü O'nun hikmeti ve adaleti bunu hoş görmez.



Birincinin misalleri şu âyeti kerimelerdir:



?Öyle ya, (Allah'a) teslimiyet gösterenleri, günahkârlar gibi tutar mıyız hiç?
Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz??
(Kalem,


68/35-36.)



Yüce Allah, bunun batıl ve zulüm olan bir hüküm olduğunu ve fakirliğin,
ihtiyacın ve zulmün kendisine nisbet edilmesinin imkansız olduğu gibi bununda
kendisine nisbet edilmesinin imkansız olduğunu bildirdi. Hikmeti ve ta'lîli[21]
inkar edenler bunu Yüce Allah'a nisbet etmeyi mubah kıldılar. Hatta vaki
olduğunu söylediler.



?Yoksa biz, iman edip de iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar
gibi mi tutacağız? Veya (Allah'tan) korkanları yoldan çıkanlar gibi mi
sayacağız??
(Sâd,


38/28.)




?Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, inanıp iyi
ameller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm
veriyorlar!?
(Câsiye,


45/21)



Yüce Allah, bunu kötü bir hüküm kıldı. Yüce Allah böyle bir hükmün kendisine
mubah kılınmasından ve nisbet edilmesinden çok yüce, şerefli ve mukaddestir.



Bilakis bundan daha açık olanı; imtihan olmaksızın ve sabrını ve şükrünü
ortaya koyacak bir teklif olmaksızın bir kimsenin cennete gireceğini iddia
eden kimseyi kınamasıdır. Yüce Allah'ın hikmetinin de bunu reddettiği ortadır.
Şanı yüce olan Allah şöyle buyurmuştur:



?Yoksa Allah içinizden cihâd edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya
çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız??
(Âl-i İmrân,


3/142.)




?(Ey müminler! ) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size
de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara
öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve
beraberindeki müminler: Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki
Allah'ın yardımı yakındır?
(Bakara,


2/214.)




?Yoksa, Allah, sizden, cihâd edip Allah, peygamber ve müminlerden başkasını
kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı
sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır?
(Tevbe,


9/16.)



Yüce Allah, bu zan ve hesabı hikmetine muhalif olduğu için kınamıştır.



İkinciye gelince;
oda iki benzeri birbirinden ayırtmamaktır. Bunların misali de şu âyeti
kerimelerdir.



?Kim Allah'a ve Resûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine
lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle
beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!?
(Nisâ,


4/69.)




?Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği
emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler,
Allah ve Resûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz
Allah Azîz'dir, Hâkim (=hüküm ve hikmet sahibi)'dir?
(Tevbe,


9/71.)




?Münafık erkekler ve münafık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Onlar
kötülüğü emreder, iyilikten alıkor ve cimrilik ederler. Onlar Allah'ı
unuttular. Allah da onları unuttu! Çünkü münafıklar fâsıkların kendileridir?


(Tevbe,


9/67.)




?Allah nezdinde hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim
geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler?
(Âl-i İmrân,


3/19.)




?(Yusuf) erginlik çağına erişince, ona (isabetle) hükmetme (yeteneği) ve ilim
verdik. İşte güzel davrananları biz böyle mükâfatlandırırız?
(Yûsuf,


12/22.)




?Şimdi sizin kâfirleriniz, onlardan daha mı hayırlıdırlar? Yoksa kitaplarda
sizin için bir berât mı var??
(Kamer,


54/43.)




?Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu
görmezler mi? Allah onları yere batırmıştır. Kâfirlere de onların benzeri
vardır?
(Muhammed,


47/10.)



?Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki kanun (da budur). Bizim
kanunumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın?
(İsrâ,


17/77.)




?Allah'ın, ötedenberi süregelen kanunu budur. Allah'ın kanununda asla bir
değişiklik bulamazsın?
(Fetih,


48/23.)



?Allah'ın kulları hakkında süregelen âdeti budur?
(Mü'min,


40/85.)



Yüce Allah'ın sünneti (=kanunu), veli kullarına ikram ederek, onları
şereflendirerek ve yardım ederek, düşmanlarını ise hakir kılarak zelil kılarak
ve reddederek meydana gelen malum olan adetidir.



?Allah'a ve Resûlüne karşı gelenler, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı
gibi alçaltılacaklardır?
(Mücadele,


58/5.)



Kur'ân bunlarla doludur. Yüce Allah bu âyeti kerimelerde, hikmetinde ve
adaletinde olan bir şeyin hükmünün benzerinin ve mislinin hükmü olduğunu ve
zıttının hükmünün de zıttı olduğunu açıklamaktadır.


Yüce Allah'ın hikmeti; her şeyin, kendisinden başkasının layık olmadığı bir
şekilde yerli yerine konmasını gerektirmektedir. Böyle olunca da hikmet, zıt
ve muhalif olan şeylerin yaratılmasını gerektirdi. O zıtlardan her birinin
tercih edilmesi hükümlerden, sıfatlardan ve özelliklerden onun sahip olduğuna
ondan başkasının layık olmamasıdır. Hikmette ancak bununla tamam olur.



Yüce Allah'ın hamdı her yönden tam ve kamildir. O, fazileti vermesi,
yüceltmesi ve ikram etmesiyle mahmûd (=övülmüş) olduğu gibi adaleti, men
etmesi, alçaltması, intikamı ve hakir kılması ile de övülmüştür. Bunlar ile de
diğerleri ile de tam ve kemâl olan hamd ancak Yüce Allah'a mahsustur. O (c.c.)
bunların hepsiyle kendi nefsini övmektedir. Melekleri, resulleri, veli kulları
ve buna vakıf olan herkes O (c.c.)'nu bunlar ile övmektedir.


Bu hamdının kemalinin ve tam oluşunun gereklerindendir. Tam ve mükemmel olan
hamd yalnızca O'na mahsus olduğu gibi yaratmasında ve îcâd etmesinde de tam ve
mükemmel olan hikmet yalnızca O'na mahsustur. Hikmetinin inkarı caiz olmadığı
gibi hamdının da inkarı caiz olmaz


Yüce Allah kulları için hilmini, sabrını, vakarını, zenginliğini, rahmetini ve
cömertliğini ortaya koymayı sever. Bu ise kendisine şirk koşan müşriki ve
hükümlerinde muhalefet eden kimseyi yaratmasını gerektirmiştir. O, yüce
Allah'a muhalefette tüm gücüyle çalışır ve O'nu gazablandırmak için koşturur.



Aslında yüce Allah onun karıştırmasını sağlar. Bununla birlikte yüce Allah
çeşitli temiz nimetleri ona sevk eder, onu rızıklandırır ve onu cezalandırır.
Onu nimet sınıflarından lezzet alacak sebeplerden bazılarına muktedir kılar.
Duasına icabet eder. Ondan kötülükleri uzaklaştırır. Küfrü, şirki ve
kötülükleri ile pazarlık yapan kimsenin zıttına O (c.c.) iyiliği ve ihsanı ile
onunla pazarlık yapar. Bunda Yüce Allah'ın nice hikmetleri ve hamdları vardır!



Veli kullarına sevgi gösterir ve Rasûlullah (s.a.v.)'dan da sahih bir hadiste
rivayet edildiği gibi kemâl sıfatlarının kısımlarını onlara tanıtır.
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: ?İşitmekte olduğu ezaya karşı Yüce
Allah'tan daha sabırlı hiçbir fert yoktur. Çünkü insanlar, Allah onları
rızıklandırdığı ve afiyete çıkarttığı halde O'na oğul isnat ediyorlar?[22]


Rasûlullah (s.a.v.) kudsî bir hadiste Rabb'inin buyruğunu şöyle bildirmiştir:




?Yüce Allah şöyle buyurdu:


Adem oğlu beni yalanladı, halbuki beni yalanlamak ona yakışmazdı. Bazısı da
bana sövdü, halbuki bana sövmek ona yakışmazdı. Adem oğlunun beni
yalanlamasına gelince: Beni ilk defa yarattığı gibi, Allah beni öldükten sonra
tekrar yaratamaz demesidir. Halbuki ilk yaratma, benim için ikinci yaratmadan
daha kolaydır. Adem oğlunun bana sövmesine gelince: Allah bir çocuk edindi
demesidir. Halbuki ben ahadım, samedim, doğdurmadım ve doğrulmadım ve hiçbir
kimse benim dengim olmamıştır?[23]



Yüce Allah bu sövmeye ve yalanlamaya rağmen, söven kimseyi de yalanlayan
kimseyi de rızıklandırır, ona afiyet verir ve ondan belaları uzaklaştırır. Onu
cennetine çağırır, tevbe ettiği zaman onun tevbesini kabul eder, onun
kötülüklerini iyiliklere çevirir, tüm hallerinde ona merhametli davranır, ona
resuller göndermeyi müstahak görür ve o resullere o kimseye yumuşak sözlü
olmalarını ve merhametli davranmalarını emreder.


Fadıl İbni İyâz der ki: ?Karanlıkların karıştığı hiçbir gece yoktur ki, yüce
Allah şöyle nida etmesin: Cömertlik bakımından benden büyük kimdir? Mahlukat
(insanlar ve cinler) bana asi geliyor. Ben ise onları yataklarında iken, sanki
onlar bana hiç isyan etmemişler gibi onları koruyorum. Sanki onlar beni hiç
yalanlamamışlar gibi onların korunmasını üstleniyorum. Fazilet ile asiye
cömertlik ediyorum. Günahkara ihsanda bulunuyorum.


Kim bana dua etti de ben ona icabet etmedim? Kim benden istedi de ben ona
vermedim? Ben Cevvâdım (=cömertim) ve cömertlik bendendir. Ben Kerîmim ve
kerem bendendir. Benden istemediği halde benden istemeyen kuluma vermemde
benim keremimdendir. Yaratılan benden nereye kaçıyor? Asiler benim kapımdan
nereye uzaklaşıyorlar??


Bu husus, kudsî bir hadiste şöyle ifade edilmektedir:



?Muhakkak ki Ben, insanlar ve cinler büyük bir olay içindeyiz. Ben yaratıyorum
benden başkasına ibadet ediliyor. Ben rızk veriyorum benden başkasına
şükrediliyor?[24]


Yine bu husus, başka bir kudsi hadiste şöyle geçmektedir:



?Ey Adem oğlu! Bana karşı adil olmadın. Benim hayrım sana inerken senin şerrin
bana yükseldi. Ben senden zengin olduğum halde nice nimetlerle sana sevgi
gösterdim! Sen bana muhtaç olduğun halde nice günahlarla bana nefret
gösterdin! Kerim olan melek senden bana kötü ameli yükseltmeye devam ediyor?[25]



Sahih bir hadiste Nebi (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:



?Eğer siz günah işlemeseydiniz Allah sizi götürür ve yerinize günah işleyen
bir kavim getirirdi. Böylece onlar bağışlanmayı talep ederlerdi de Allah ta
onları bağışlardı?[26]


Yüce Allah, isimlerini ve sıfatlarını sevmesinin kemalinden dolayı hamdını ve
-hükümlerinin ve eserlerinin onlarda zuhur edeceği mahluku yaratma- hikmetini
gerektirdi. Affı sevdiği için af ile ihsan edeceği kimseyi yarattı.
Bağışlamayı sevdiği için bağışlayacağı, yumuşak davranacağı, ona karşı
sabredeceği ve onu cezalandırmada acele etmeyeceği kimseyi yarattı. Bilakis
güven vermeyi ve mühlet vermeyi sever.


Adaletini ve hikmetini sevdiği için adaletinin ve hikmetinin zuhur edeceği
kullarını yarattı. Cömertliği, ihsanı ve iyiliği sevdiği için kötülük ve
isyanına karşılık muamele edeceği kimseyi yarattı. Yüce Allah, mağfireti ve
ihsanı ile muamele eder. Şayet ellerinde çeşitli günahları ve muhalefetleri
icra ettirdiği kimseleri yaratmamış olsaydı bu hikmetler, maslahatlar ve kat
kat fazlaları kaybolurdu.


Şanı yüce olan Allah alemlerin Rabb'idir. Hakimler hakimidir. Geniş hikmet ve
bol nimetler sahibidir. O'nun hikmeti kudretinin ulaştığı her yere ulaşmıştır.
Her şeyde yüce Allah'ın karşı konulmaz kudreti ve hidâyetleri olduğu gibi yine
her şeyde O'nun gözleri kamaştıran hikmeti vardır. Biz burada ancak ondan
denizden bir damla kadarını zikrettik. Eğer bu da olmasaydı; beşer aklı, O'nun
mahlukatından bir şeyde dahi hikmetinin kemalini kapsamlı bir şekilde
bilmekten daha aciz,daha zayıf ve daha kısır kalırdı.[27]



Kelamcıların bazıları dediler ki: Yüce Allah'a ancak ilim izafe edilir.
Marifet ise O'na izafe edilmez.[28]
Çünkü O'nun ilmi, mahlukatın ilminin hilafına eşyanın tamamıyla; bileşik olanı
ve tek bir parçadan meydana geleni ile de tekbir alaka olarak ilgilidir. Çünkü
mahlukatın bir şeyi marifeti (=tanıması) ve bilmesi başka bir şeyi bilmesi ve
marifet etmesinin haricinde bir olaydır.


Bu, yüce Allah'ın malumatın tamamını bir ilim ile bildiği üzere ondan oluşan
bir binadır. Ve yine Rasûlullah (s.a.v.)'ın doğruluğunu bilmesi
Müseyleme'nin yalancı olduğunu bilmesinin aynısıdır. Araştırmacıların üzerinde
durduğu mana ise bu sözün hilafına ilimlerin çokluğu ve değişkenliğinin
malumatın çokluğu ve değişkenliği ile ilgili olduğudur. İşte bundan dolayı da
her malumun kendine has bir ilmi vardır. Onların sözünün batıllığından ve
onların görüşlerinin doğruluğuna dair tercih edilen delillerin
zikredilmesinden dolayı bu konuya daha layık olan bir durum söz konusudur.



Bunun üzerine şu açıklamayı yapmak gerekir: Yüce Allah'a ilmin izafe
edilmesiyle fertlere ve bileşiklere dönmeyen marifetin izafe edilmemesinin
arasındaki fark ilmin alakalı olduğu hususlardadır. Bu ise ancak marifetin
kendisine ve manasına döner. Çünkü o kullanılmasının vaki olduğu yerlerdedir.
Buda ancak, kalpte unutulan veya zihindeki karışıklıktan sonra tasavvuru
oluşan (akla gelen) yerlerde kullanılır. Çünkü bir şey zihinde tasavvur
edildiği ve hasıl olduğu zaman şöyle denir: Onu bildi veya görmediği halde
onun vasfını tasavvur etti. Onda tayin edilen bu sıfat ile onu gördüğü zaman
şöyle denir:

?arifehu?
(onu bildi-onu tanıdı). Görmüyormusunuz; bir kimse birinin yüzünü unuttuğu
zaman, bir zaman sora onu gördüğünde ve onun o şahıs olduğu anlaşıldığında
şöyle dediğini?: Onu bildim (=hatırladım). Aynı şekilde ?sözü hatırladım?,
?diyarı hatırladım?, ?yeri hatırladım? ve ?yolu hatırladım? denir. (Bunlar
marifet masdarının fiilleriyle kullanılır)


Meselenin sırrı; marifetin, bilinen bir şeyin başka bir şeye karıştığı ve
böylece benzeştiği yerlerde ayırtmak için kullanıldığıdır. Konuyla alakalı
âyeti kerime şudur:



?Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi), öz oğullarını
tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir gurup bile bile gerçeği
gizler?
(Bakara,


2/146.)



Çünkü onlar (=kitap ehli olan yahudiler ve hıristiyanlar) Hz. Muhammed
(s.a.v.)'i gördükleri anda onun şahsına mutabık olan sıfatları görmeden öncede
onun sıfatlarını ellerindeki kitaplardan biliyorlardı. Sözün eş olması ve iki
kesin bilgiden birinin diğerine benzemesi babından

?onu (o kitaptaki peygamberi), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar?
buyruğu geldi. Bunu çok iyi düşünmek lazım!



?Tuhfetu'l-Mekkiyye?[29]
adlı kitapta bu konuyu iyice açıkladık ve orada sırlardan ve faydalı şeylerden
bahsettik.


Muhakkak ki

?alimte?
(=sen bildin) bazen

?arifte?
(=sen tanıdın) manasına gelir diye iddiada bulunanlara gelince. Onların delil
olarak getirdikleri âyeti kerimeler şunlardır:



?Sen onları bilmezsin, biz biliriz onları?
(Tevbe,


9/101.)
ve



?Ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri
korkutursunuz?

(Enfâl,


8/60.)


Onların bu görüşe çağırmaları, ?alimte?nin bir mefule geçiş yaptığı görüşüne
sahip olduklarından dolayıdır. Bu ise marifet fiilinin hakikatidir. Bu şekilde
delil, bir kısım insanların, bu âyetlerde ve benzerlerinde ilim fiilinin bir
mefule geçiş yaptığını söylemeleri üzere açıktır. Bu ise onu hakikatte ilim
olmaktan çıkarmaz. Çünkü ?alimte? fiili ?arefte? fiilinin misallerinde olduğu
gibi bir mefule geçiş yapmaz. Ancak hazf ve ihtisar söz konusu olduğu zaman
bir mefule geçiş yapar.

?Sen onları bilmezsin, biz biliriz onları?
buyruğu, onların şahıslarının ve isimlerinin bilinmesini (=tanınmasını)
olumsuzlaştırmaz. Ancak onların düşmanlıklarının ve nifaklarının bilinmesini
olumsuzlaştırır.


[30]


Yine şu buyruğu da aynı şekildedir:



?Ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri
korkutursunuz?



Belki onları tanıyorlardı ama düşmanlıklarını bilmiyorlardı. Böyle olunca
ilim, bir mevsufa (=vasıflanan) izafe olan sıfata taalluk eder. Yoksa
denildiği gibi bizatihi şahsına taalluk etmez. Bununla beraber; ?alimte?nin
lafızda bir mef'ule geçiş yapmasından dolayı ?arefte? ile aynı manada olduğunu
söyleyen kimsenin misali, akılsız varlıklara da geçişli olan ?seelte?
(=sordun) fiilini lafızda bir mefule geçiş yaptığı için delil getiren kimsenin
misali gibidir. Bunların getirmiş oldukları delilleri ise Yüce Allah'ın şu
buyruğudur:

{وَاسْأَلِ
الْقَرْيَةَ}
?Şehir ?halkına' sor?
(Yûnus,


12/82.)



Bu ise ancak mecaz ve hazf ilminin bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Buna
benzer bir konu daha önce geçmişti. Onların bu sözü kuvvetli bir görüş
değildir. Çünkü yüce Allah, resulünün o münafıkların özlerini bilmesini
olumsuzlaştırdı. Bu lafzın açık şeklidir. Bununla beraber, gerekliliğinden
dolayı münafıkların tanınmasının olumsuzluğu geldi. Hz. Muhammed (s.a.v.)
muayyen şahıslarda nifakın (=münafıklığın) varlığını biliyordu ama nifak
onlardan başkalarında da vardı. Fakat Hz. Muhammed, onların özlerini
bilmiyordu. Burada kast edilen husus, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in tanıdığı malum
şahıslar değildir. Çünkü diğer münafıklar içlerinde ki nifaklarını
gizlemişlerdi ve Hz. Muhammed (s.a.v.) de onları bilemezdi. Bu lafız hiçbir
yönden bu manaya delalet etmedi. Zahir olan ise; aksine, tayin edilen mananın


?Hz. Muhammed (s.a.v.) eğer onların karakterlerini bilseydi onları yüzlerinden
ve konuşma tarzlarından tanırdı?
olmasıdır.[31]
İslâm'a girdiğini açıklayıp sora da Allah'a ve Resûlüne karşı düşmanlığını
gizleyen kimsenin nifakı Rasûlullah (s.a.v.)'a gizli kalmadı.


Yukarıda ki âyette bu manayı açıklayarak te'kit etti.


Yüce Allah'ın,
?ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri
korkutursunuz?
(Enfâl,


8/60)
buyruğunda iki görüş vardır.


Bu iki manadan

birisi
ise; insanlardan oluşan ve Allah'a ve Resûlüne karşı savaşan din düşmanlarına
yardım eden cinler olduğudur. Bu mana üzerine b

ESMAULLAHİ'L-HUSNA
ÇEVİRENİN ÖNSÖZÜ
KİTABI DERLEYENLERİN ÖNSÖZÜ
ALLAH'IN İSİMLERİNİN MANALARI HAKKINDA YAZILMIŞ ESERLER
İBN KAYYİM'İN ESMÂU'L-HÜSNÂ İLE İLGİLİ ÇALIŞMALARI
İBN KAYYİM'İN BU KİTAPTAKİ METODU
KİTABIN İÇERİĞİ
BU KİTABIN ASLI
BU KİTAPTA YAPTIĞIMIZ UYGULAMA
YÜCE ALLAH'IN İSİMLERİNİ VE SIFATLARINI TANIMAK
Sıfatların Delillerinin, Kur'ân'dan ve Sünnet'ten Olması  
Allah'ın İsimlerini ve Sıfatlarını Bilmenin, İlimlerin En Yücesi Olması  
Yüce Sıfatlara İmanın, İslâm'ın Esaslarından Olması  
YÜCE ALLAH'IN EN GÜZEL İSİMLERİNİN ASILLARI
Bütün Peygamberlerin, Akidenin Esasları Üzerinde İttifak Etmesi
İsimlere ve Sıfatlara Bakış Açısı  
ESMÂU'L-HÜSNÂ'NIN GEREKTİRDİKLERİ
Güzel Teklifde, Emirde ve Nehiydeki İki Yol
Yüce Allah'ın İsimlerinin, İfade Ettiği Manayı ve Bağlantı Kurduğu Şeyleri Gerektirmesi
Esmâu'l-Hüsnâ ile Yüce Allah'ı Övmenin Üslubu
ESMÂU'L-HÜSNÂ İLE TEVESSÜL
5. ESMÂU'L-HÜSNÂ'YI KORUMADA EDEB  
ESMÂU'L-HÜSNÂ'YI KÖTÜLÜKTEN TENZİH ETMEK  
Rasulullah (s.a.v.)'in ?Kötülük Sana ulaşamaz? Sözünün Manası
YÜCE ALLAH'IN, EN GÜZEL İSİMLERİYLE VE YÜCE SIFATLARIYLA TECELLÎ ETMESİ
ESMÂU'L-HÜSNÂ'NIN, YÜCE ALLAH'IN ZATINA VE BİRLİĞİNE DELALET ETMESİ
Esmâu'l-Hüsnâ'nın, Yüce Allah'ın Hikmetine ve Kudretine Delalet Etmesi         
AHKÂM ÂYETLERİ VE YÜCE ALLAH'IN SIFATLARIYLA İLGİLİ ÂYETLER
YÜCE ALLAH'IN SIFATLARI HAKKINDAKİ ÂYETLERDE TE'VİLİN OLMAMASI
YÜCE ALLAH'IN ZATI, SIFATLARI VE İSİMLERİ HAKKINDA BAHİS
ESMÂU'L-HÜSNÂ VE  ESMÂU'L-HÜSNÂ'DAN SELBİN NEFYEDİLMESİ
ALLAH
er-RAHMÂN - er-RAHÎM
el-MELİK - el-HAKK
el-KUDDÛS
es-SELÂM
el-CEBBÂR - el-MÜTEKEBBİR
el-BASÎR
el-AZÎZ
el-HÂKİM - el-ALÎM - el-ALLÂM
es-SEMÎ'  -  el-BASÎR 
el-ADL
el-LATÎF
el-HALÎM - el-AFUVV
eş-ŞÂKİR - eş-ŞEKÛR
el-ALİYY
el-KEBÎR - el-MÜTEKEBBİR
el-HAFÎZ
er-RAKÎB - eş-ŞEHÎD
el-HAMÎD - el-MECÎD
el-VEDÛD - eş-ŞEKÛR
el-HAYY  -  el-KAYYÛM
el-VÂHİD ?  el-AHAD
es-SAMED
el-GANİYY - el-KERÎM
es-SABÛR
el-CEMÎL
er-REFÎK
el-MUĞÎS
İSİM VE MÜSEMMÂ (=İSMİN İFADE ETTİĞİ MANA) İsimlerin, İfade Ettiği Manalar (=Müsemmâ) İçin Çeşitli Kalıplar İçermesi
İsmin, İfade Ettiği Manayı (=Müsemmayı) Gerektirmesi  
Yüce Allah'ın Sıfatlarının, İsminin (İhtiva Ettiği) Mananın İçinde Olması
Yüce Allah'ın Kelamının, İsminin (İhtiva Ettiği) Mananın İçinde Olması
Allah'ın Güzel İsimleri Hakkındaki Eşanlamlılık ve Farklılıklar
En Üstün Sıfatları Tanıma
SIFATLARI VE NA'TLARI TANIMA Sıfat ve Na't Arasında Üç Yönden Fark Olması
?Allah? İsminin Kökeni
?Allah? İsminin Etimolojisi
?Subhâneke Allahümme? Kelimesinin Anlamı
Duanın Kısımları
?Tebâreke? (=Yüceler Yücesi) Kelimesinin Anlamı
Allah'ın, Kemâl Sıfatları ile Celal Na'tlarının Çok Olması
Yüce Allah'ın, ?Şüphesiz ki, Rabb'im dosdoğru bir yol üzerindedir? (Hûd 11/56) Sözünün Anlamı
Bazı Âyetlerde Geçen (=yakın) Kelimesinin Anlamının Açıklanması
Yüce Allah'ın ?O, her an yaratma halindedir? Sözünün Anlamı
Yüce Allah'ın  ?De ki Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilmez. Onlar, ne zaman yeniden diriltileceklerini bilmezler? Sözünün Anlamı
İBN KAYYİM'İN, KİTABI HAZIRLAYANLARIN VE TERCÜME EDENLERİN BAŞVURDUĞU KAYNAKLAR