Kavramlar Ansiklopedisi | Kategoriler | Konular
el-HAMÎD - el-MECÎD
Yeni Sayfa 1
﴿ اَلْحَمِيدُ - اَلْمَجِيدُ ﴾
el-HAMÎD
- el-MECÎD
Yüce Allah, kendisini
?el-Mecîd?[1]
(=yücelik, ululuk, şeref, cömertliği bol, lütfu çok, iyiliği bol) olmakla
nitelemiştir.
?el-Mecîd?,
Allah'ın kemâl sıfatlarının bol olmasını, kerem ve ikramının geniş olmasını, bu
sıfatların yaratılmışlar için olmamasını, fiillerinin geniş olmasını ve çokça
iyilik ettiğini içermektedir.
Kemâl sıfatları ve övülmüş fiilleri olmayan kimseye gelince, o kimse için hiçbir
Mecd (=yücelik, şeref) yoktur demektir. Yaratılmış, ancak kendi vasıflarıyla ve
fiilleriyle yüce ve şerefli bir konuma gelebilir. Yüce Allah'ın, vasıfları ve
fiilleri iptal edilecek olunursa, o halde O nasıl olurda yüce ve şerefli (=mecîd)
olur? Yüce Allah, Muattıla[2]
müntesiplerinin; Allah için dediklerinden uzaktır. Çünkü Allah, yüce, şerefli (=mecîd)
ve dilediğini yapan (=fe'âl)dır.
?Mecd?
kelimesi, Arap dilinde; kemâl vasıflarının ve iyilik yapma fiillerinin bol
olması anlamındadır.
?el-Mecîd?
ismine yakın en yakın isim,
?el-Hamîd?
ismidir. Nitekim melekler, konu ile ilgili olarak Hz. İbrahim (a.s)'ın evi için
şöyle demektedirler:
?Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinizdedir. Ey ev halkı! Muhakkak ki O,
Hamîd'dir, Mecîd'dir?[3]
Nitekim bize ?genellikle- namazın sonunda[4]
yüce Allah'ı,
?el-Hamîd?
ve
?el-Mecîd?
olmakla övmemiz belirtildi. Yine rükudan doğrularken:
رَبَّنَا وَلَكَ الْحَمْدُ
?Rabb'imiz!
Hamd, yalnızca sanadır?[5]
dememiz belirtildi.
Hamd ve mecd, genel olarak,
?el-Hamîd?
ve
?el-Mecîd?
olan Allah için kullanılır.
?el-Hamîd?:
Bütün kemâl sıfatları taşımayı hak eden
ve
sevilmeye layık olan (=habîb) demektir.
?el-Mecîd?:
Şanı yüce, kerem ve ihsanı bol, her şeye kadir, müsamahası bol, celal ve ikram
sahibi demektir.
Kim
الْمَجِيدُ
?el-Mecîd?
kelimesini kesreli okursa, bu kelime, yüce Allah'ın Arş'ına sıfat olur.[6]
Çünkü Allah'ın arşı,
?el-Mecîd?dir.
Zaten Allah, yüce ve şerefli olmaya en layık olandır.
Bu kıraat, bazı insanlara problem teşkil etmiştir. Bu nedenle de bazı insanlar:
?el-Mecîd?
ismi, yaratılmışların sıfatları içerisinde geçmemektedir? derler. Sonra da bu
kıraatın, iki şekilden birini elemişlerdir. Buna göre bu kelime,
1.
(Bir şeyi üstlenmeye) yakın olma mesabesindedir,
2.
Yada yüce Allah'ın sıfatı[7]
mesabesindedir. Bu, bu sözü söyleyen kimsenin niteliklerinin az olduğunu
gösterir. Çünkü yüce Allah, Arş'ını,
?el-Kerim?
olmakla[8]
nitelendirmiştir. Kerim olmak ise, Mecd (=yüce ve şerefli olman)'in
karşılığıdır. Yine yüce Allah, Arş'ını,
?el-Azîm?
(=büyük) olmakla da[9]
nitelendirmiştir. O halde yüce Allah'ın, Arş'ını Mecd (=yüce ve şerefli) olmakla
vasıflandırması, onu, azim ve kerim olmakla nitelemesine uygundur.
Yüce Allah; kerem ve ihsanı bol, zatı ve derecesi yüce olduğu için yarattığı
varlıkları bununla nitelendirmeye en layık olandır. Çünkü kerem ve ihsanı bol,
şanı yüce olan ve her şeye kadir olan sadece Allah'tır. O'nun zatının yüce ve
ihsanın bol olmasından dolayı varlıkları yaratmakta ve meydana getirmektedir.
Yedi kat gök ve yedi kat yer, Kürsî'nin içerisinde ancak çölde bırakılmış bir
halka gibidir.[10]
Abdullah ibn Abbâs der ki: ?Yedi kat gök, Arş'ın içerisinde ancak bir kalkan
içerisine atılmış yedi para gibidir.?
O halde Allah, şanı yüce olduğu halde nasıl olur da
?el-Mecîd?
olmaz? Halbuki Allah Azîm'dir, Kerîmdir, Mecîd'dir.
?el-Hamîd?:
?Faîl?
vezninde olup ?övülen/övgüye
layık bulunan?
(=mahmûd) anlamındaki
?hamd?[11]
kelimesinden türemiştir.
Yüce Allah'ın isimleri içerisinde yer alan
?el-Hamîd?
ismi; çoğunlukla, Semî', Basîr, Alîm, Kadîr, Aliyy, Hâkim, Halîm gibi
?Faîl?
vezninde olup ?övülen/övgüye
layık bulunan?
anlamındadır. Yine
?Feûl?
kelimesi de; Gafûr, Şekûr ve Sabûr gibidir.
?el-Vedûd?[12]
ismine gelince, bu konuda iki görüş vardır:
Birincisi:
?Vedûd? kelimesi, (?feû?l vezninde olup)
?Fâil?
(=pek seven) anlamındadır. Çünkü Allah, nebilerini, resullerini, veli kullarını
ve mü'min kullarını sever.
İkincisi:
?Vedûd? kelimesi,
?Mevdûd?
(=pek sevilen) anlamındadır.
Çünkü Allah'ın, hem kulu tarafından tamamen sevilmeyi isteme ve hem de kulunu
sevme hakkı vardır.
?el-Hamîd?
kelimesi, ancak (?Faîl? vezninde)
?övülen/övgüye layık bulunan?
anlamına gelmektedir.[13]
Fakat
?el-Hamîd?
kelimesi,
?övülen/övgüye layık bulunan?
anlamından daha anlaşılır bir durumdadır. Çünkü
?Faîl?
vezni,
?Mef'ûl?
vezninden ayrıldığında, bu sıfat, doğuştan gelen özellik ve kalıcı huy gibi
anlama geldiğini gösterir. Nitekim bu, ?Filanca kimse zarîf (=alımlı), şerîf
(=şerefli) ve kerîm (=cömert)? demen gibidir. İşte bundan dolayıdır ki, bu yapı,
çoğunlukla,
?şerufe?
veznindeki bir fiilden türemiştir. Bu yapı;
kebure
(=büyük oldu),
sağure
(=küçük oldu),
hasune
(=güzel oldu),
letufe
(=hoş/şık olmak) ve buna benzer doğuştan gelen nitelikler ve kalıcı
özelliklerdendir.[14]
İşte bundan dolayıdır ki,
?el-Habîb?
(=sevilmeye layık),
?Mahbûb?
(=sevilen)dan daha anlaşılır bir durumdadır. Çünkü
?Mahbûb?
(=sevilen), kendisinde istenilen sıfatlar ve isimler bulunandır. Dolayısıyla da
?Mahbûb?
(=sevilen), kendi zatında
?Habîb?
(=sevilmeye layık) olmaktadır.
?Mahbûb?,
seven kimsenin sevgisine bağlı olmaktır. O zaman o, başkalarının sevgisiyle
sevilen olur.
?el-Habîb?
ise, zatıyla ve sıfatlarıyla, başkalarının sevgisine bağlı olan veya bağlı
olmayan demektir.
İşte
?Hamîd?
ve
?Mahmûd?da
bu şekildedir.
Görüldüğü üzere
?el-Hamîd?,
Allah'ın sıfatlarındandır. Hamd'in sebepleri, başkası hamdetmese de, hamd'in,
övülen olmasını gerektirir. Dolayısıyla Allah, kendi zatında
?el-Hamîd?dir.
?Mahmûd?
ise, hamd eden kimselerin hamdine bağlı olandır.
İşte
?el-Mecîd?
(=yüce) ve
?Mümecced?
(=yüceltilen),
?el-Kebîr?
(=büyük) ve
?Mükebber?
(=büyük görülen),
?el-Azîm?
(=yüce) ve
?Muazzam?
(=yüceltilen)
da bu şekildedir.
Hamd ve Mecd'in her ikisi de, tamamen kemale dayanmaktadır. Çünkü hamd, ?Mahmûd?
(=övülen) için övgüyü ve sevmeyi gerektirir. Bu nedenle kim övüleni sevip de onu
övmezse, ona hamd etmiş olmaz. Yine kim bir maksattan dolayı birisini övüp de
onu sevmezse, hem övmüş ve hem sevmiş oluncaya kadar, o kimseye hamd etmiş
olmaz. İşte bu övgü ve sevgi, bunu gerektiren ihtiyaçlara ve sebeplere bağlıdır.
Allah, kemâl sıfatlarından ve başkalarına olan celal ve iyilik yapma
özelliklerinden dolayı ?Mahmûd? (=övülen)dur. Çünkü bu sıfatlar, sevginin
sebeplerini teşkil etmektedir. Bu sıfatlar, daha kapsamlı ve daha mükemmel
olunca, hamd ve sevgi, daha iyi ve daha büyük olmuş olur.
Hiçbir şekilde noksan olmayan mutlak kemâl ve tamamıyla iyilik yapmak, Yüce
Allah'a aittir. Dolayısıyla Allah, her türlü hamde ve her türlü sevgiye en layık
olandır. Çünkü zatını, sıfatlarını, fiillerini, isimlerini, iyilik yapmayı ve
kendisinden sadır olan her türlü şeyi sevmeye Allah'ın hakkı vardır.
Mecd'e gelince,
o; sözlük anlamının da gerektirdiği gibi, şanının yüce olmasını, kerem ve
ihsanının bol olmasını ve celal sahibi olmasını gerektirmektedir. Ayrıca yüce ve
celal sıfatlarına da delalet etmektedir.
Hamd ise; ikram sıfatlarına delalet etmektedir. Çünkü yüce Allah, celal ve ikram
sahibidir. Bu,لاَ
إِلَهَ إلاَّ اللهُ وَاللهُ أَكْبَر
?Allah'tan
başka ilâh yoktur. Allah, en büyüktür?
diyen kimsenin sözünün anlamıdır. Dolayısıyla
?Allah'tan başka ilâh yoktur?
sözü, Allah'ın ilâh oluşuna ve bir oluşuna delalet etmektedir. Allah'ın ilâh
oluşu, tamamıyla O'nu sevmeyi gerektirmektedir.
?Allah, en büyüktür?
sözü ise, O'nun yüce ve şerefli olmasına delalet etmektedir. İşte bu, O'nun
şerefli olmasını, şanının yüce olmasını ve büyük olmasını gerektirmektedir.
İşte bundan dolayıdır ki, yüce Allah, Kur'an'da bu iki ismin arasını çokça yan
yana getirmektedir. Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
?Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinizdedir. Ey (İbrahim'in) ev halkı!
Muhakkak ki O, Hamîd'dir, Mecîd'dir?[15]
?Ve şöyle de: Hamd, o Allah'a ki, hiçbir çocuk edinmedi, mülkte ortağı yoktur.
Aciz olmayıp bir yardımcıya da ihtiyacı yoktur. Tekbir getirerek O'nu
noksanlıklardan yücelt de yücelt?[16]
?Celal ve ikram sahibi Rabb'inin adı ne yücedir!?[17]
?Yalnız celâl ve ikram sahibi Rabb'inin yüzü (zatı) baki kalacaktır?[18]
?Müsned?de,
Ebu Hâtim ile birçok kimsenin
?Sahîh?
adlı eserlerinde, Enes'ten gelen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır:
أَلِظُّوا بِ: ? يَا ذَا الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ
?
??Yâ za'l-celâli ve'l-ikrâm' (=celal ve ikram sahibi) demeye devam ediniz?[19]
Görüldüğü üzere celal ve ikram, hamd ve mecd demektir.
Bunun bir benzeri de, yüce Allah'ın şu sözünde geçmektedir:
?Doğrusu Rabb'im Ganiyy'dir, Kerîm (=ikram sahibi)'dir?[20]
?Şüphe yok ki, Allah afuvv (=çok bağışlayıcı)'dur, Kadîr (=her şeye gücü
yeten)'dir?[21]
?Allah Kadîr (=her şeye gücü yeten)'dir, Gafûr (=çok bağışlayan)'dur, Rahîm
(=çok merhamet eden)'dir?[22]
?O, Gafûr (=çok bağışlayan)'dur, Vedûd (=pek seven)'dur?[23]
Görüldüğü üzere bu, Kur'an'da çokça geçmektedir.
Sahih bir hadiste geçtiğine göre; sıkıntı anında yapılacak dua şu şekildedir:
لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ الْعَظِيمُ الْحَلِيمُ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ رَبُّ
الْعَرْشِ الْعَظِيمِ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ رَبُّ السَّمَوَاتِ وَرَبُّ
الْأَرْضِ وَرَبُّ الْعَرْشِ الْكَرِيمِ
?Azîm, Halîm olan Allah'tan başka ilâh yoktur. Büyük Arş'ın Rabb'i olan
Allah'tan başka ilâh yoktur. Göklerin Rabb'inden, yerin Rabb'inden ve Kerîm olan
Arş'ın sahibi olan Allah'tan başka ilâh yoktur?[24]
?el-Hamîd?
ve
?el-Mecîd?
isimlerinin, Hz. Peygamber (s.a.v)'e ve onun ev halkına Salât getirmenin
akabinde zikredilmesi, yüce Allah'ın
?Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinizdedir. Ey (İbrahim'in) ev halkı!
Muhakkak ki O, Hamîd'dir, Mecîd'dir?
(Hûd:
11/73)
şeklindeki buyruğuna uygun düşmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v)'e Salat getirme; yüce Allah'ı övme, O'na saygı gösterme,
O'nu anma, O'nun zikrini yüceltme, O'na olan sevgiyi artırma ve O'na yakın olma
demektir. Ayrıca Salat, hamdi ve mecdi de kapsamaktadır. Namaz kılan kimse,
sanki hamdinin ve mecdinin artmasını yüce Allah'tan istemektedir. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.v)'e Salat getirme, Allah'a karşı yapılan hamdin ve mecdin bir
çeşididir. İşte bu, Salat getirmenin hakiki yönüdür.
Allah ile ilgili bu iki isim, işte bu doğrultuda zikredilmiştir. Bu iki isim
ise,
?el-Hamîd?
ve
?el-Mecîd?dir.
Bu husus, yüce Allah'ın şu sözünde şöyle geçmektedir:
?En güzel isimler (=esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle
dua edin?[25]
Hz. Süleyman (a.s), Rabb'ine yaptığı duada şöyle dedi:
?Süleyman şöyle dedi: Rabb'im! Beni bağışla; bana, benden sonra kimsenin
ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz sen, Vehhâb (=daima bağışta
bulunan)'sın?[26]
Hz. İbrahim (a.s) ile oğlu İsmail ise yaptıkları duada şöyle dediler:
?Ey Rabb'imiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden
bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; çünkü Sen,
Tevvâb (=tevbeleri çokça kabul eden)'sin, Rahîm (=çok merhametli olan)'sin?[27]
Hz. Peygamber (s.a.v)'de oturduğu yerde
100
defa konu ile ilgili olarak şöyle derdi:
رَبِّ اغْفِرْ لِي وَتُبْ عَلَيَّ إِنَّكَ أَنْتَ التَّوَّابُ الْغَفُورُ
?Rabb'im! Beni bağışla ve tevbemi kabul buyur. Şüphesiz ki Sen, Tevvâb
(=tevbeleri kabul eden)'sin ve Gafûr (=günahları bağışlayan)'sun?[28]
Hz. Aişe, Peygamber (s.a.v)'e:
- ?Kadir gecesine rastlarsam nasıl dua edeyim?? diye sordu. Hz. Peygamber
(s.a.v)'de buyurdu:
اللَّهُمَّ إِنَّكَ عَفُوٌّ تُحِبُّ الْعَفْوَ فَاعْفُ عَنِّي
-
?Allahım! Sen Afuvv (=çok affedici)'sin, Kerim (=cömert/ikram sahibi)'sin,
affetmeyi seversin. Beni affet?
de.[29]
Hz. Ebuı Bekr (r.a), Peygamber (s.a.v)'e namaz kılarken okuyacağı duayı
kendisine öğretmesini istediğinde, ona şöyle buıyurdu:
اللَّهُمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْمًا كَثِيرًا وَلَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ
إِلَّا أَنْتَ فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ وَارْحَمْنِي إِنَّك أَنْتَ
الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
-
?Allahım! Ben nefsime çok zulüm ettim. Günahları ise ancak Sen affedersin. Bana
tarafından mağfiret buyur ve bana acı. Çünkü Sen,
Gafûr (=günahları çok bağışlayan) ve Rahîm (=çok merhametli olan)'sin?[30]
Bununla ilgili daha birçok rivayet vardır. Bu rivâyetleri,
?Rûh ve'n-Nefs?[31]
adlı kitapta çokça naklettik.
Yüce Allah, Hz. İsa (a.s)'ın lisanından insanlara şöyle hitap etmektedir.
?Eğer onlara azap edersen, doğrusu onlar senin kullarındır. Eğer onları
bağışlarsan şüphesiz ki Sen, Azîz (=çok güçlü) ve Hâkim (=hikmet sahibi)'sin?[32]
Hz. İbrahim (a.s)'ın lisanından söylediği söz ise şu şekildedir:
?Rabb'im! Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık
Sen gerçekten Gafûr (=günahları çok bağışlayan) ve Rahîm (=çok merhametli
olan)'sin?[33]
Buna göre Allah'ın, Hz. Muhammed (s.a.v)'e salat buyurması sûretiyle onun hamd
ve mecd getirmesi istenilince, o, bu isteği, Allah'ın
?el-Hamîd?
ve
?el-Mecîd?
isimleriyle bitirmiştir.[34]
Ayrıca Resulullah (s.a.v) için de, hamd (=övmek) ve mecd (=yücelik/methu sena)
talep edilmiş[35]
olup bu talep, Resulullah (s.a.v) için meydana gelmiş ve o, kendisi için meydana
gelen bu salat getirmeyi, yüce Allah için en uygun iki vasfı haber vermekle
bitirmiştir.
Kul ile ilgili her türlü kemâl, noksanlığı gerektirmemektedir. Muhakkak ki yüce
Allah, her türlü kemale en layık olandır.
Yine Allah'ın, Hz. Muhammed (s.a.v)'e salat buyurması sûretiyle onun için hamd
ve mecd istemesi, O'na övgü yapmayı gerektirmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber
(s.a.v), yüce Allah'ın kendisi ile ilgili bu isteği, kendisini peygamber olarak
göndermesi sebebiyle O'na övgüde bulunmuş ve bu övgüsünü de, O'nu hamd etmek ve
mecd etmek sûretiyle bitirmiştir. Bunu da; bu duanın, Resulullah (s.a.v) için
hamd ve mecd talebini ve yüce Allah'ın bu duayı gerçekleştireceğini haber
vermesini içermektedir.[36]
Hamd, tamamen alemlerin Rabb'i olan Allah'a mahsustur. Çünkü Allah; varlıkları
yaratması, bir takım hususları emretmesi ve yasaklaması hususunda övülendir?
Kulların taatleri, masiyetleri, imanları ve küfürleri hususunda övülendir? İyi
kimseleri, günahkarları, melekleri, şeytanları, peygamberleri ve onların
düşmanlarını yaratması hususunda övülendir? Düşmanları hakkında adaletli olması
hususunda övülendir? Yine O dostlarına karşı ihsanda bulunma ve ikramda bulunma
hususunda övülendir? Dolayısıyla kainatta yer alan zerrelerin her biri, O'nun
hamdine şahittir?.
İşte bundan dolayıdır ki, yedi kat gök, yer ve bunların içerisinde bulunanlar,
Allah'ı hamd ile tesbih ederler.
?Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O'nu tesbih eder; O'nu hamd ile tesbih
etmeyen hiç bir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız?[37]
Allah'a hamd etme, rükudan doğrulurken Hz. Peygamber (s.a.v)'in şu sözünde de
geçmektedir:
رَبَّنَا وَلَكَ الْحَمْدُ مِلْءَ السَّمَوَاتِ وَمِلْءَ الْأَرْضِ وَمِلْءَ مَا
بَيْنَهُمَا وَمِلْءَ مَا شِئْتَ مِنْ شَيْءٍ بَعْدُ
?Rabb'imiz! Gökler dolusu, yer dolusu, onlardan sonra dilediğin her şey dolusu
hamd, yalnızca sanadır?[38]
Gökler ile yer arasındaki boşluklar ve yaratıklar dolusu ve bunlardan sonra
dilediğinden takdir olunan her şey dolusu kadar hamd, Allah'a aittir.
Burada iki durum ortaya çıkmaktadır:
Birincisi:
Allah'ın, hamdinin; gökleri ve yeri yarattığı dolusu. Buna göre mana: ?Hamd,
gökleri ve yeri yarattığı dolusu ve bunlardan sonra yarattığı dolusu? şeklinde
olmaktadır.
İkincisi:
Mananın, ?Hamdinin dolmasından sonra dilediğin her şey dolusu? şeklinde
olmasıdır.
Fakat denilir ki: Birinci mana, daha kuvvetlidir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v)'in
?onlardan sonra dilediğin her şey dolusu?
sözü; O'nun dilediği bir şeyi gerektirmektedir. Çünkü dileme, mücerred olarak
hamdin O'nun için dolması değil, bizzat hamdin kendisiyle ilgilidir.
Fakat O, bir şeyin olmasını dilediği zaman, hamd tamamen O'nadır. Bu nedenle
dilemesi, hamdi doldurmaya yöneliktir. Hamdi dolduran, var olan bir şey olmasını
gerektirir.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v)'in
?onlardan sonra her şey?
sözü; yarattığı varlıklardan sonra olanı gerektirmektedir. Eğer bu sözle,
yarattığı varlıklar kastedilecek olunursa, o zaman mana; ?Bu yarattığın
varlıklarla birlikte dilediğin her şey dolusu? şeklinde olur. Çünkü yaratılan
varlık, ancak Ezeli olan Allah sayesinde meydana gelir.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v), ?Hamd
dolusu,
dilediğin her şey dolusu?
demedi. Aksine
?dilediğin?
dedi.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v)'in
?onlardan sonra dilediğin her şey dolusu?
sözü; bunlardan sonra her şeyi ilgilendiren dileme ispatını gerektirmektedir.
İkinci manaya göre ise; dileme, yaratılan şey dolusu ile ilgilidir.
Yine
?onlardan sonra dilediğin her şey dolusu?
denildiği zaman, bununla kastedilen; hamdin, dolu olmasıdır. Hamd, dolu olunca,
o zaman yüce Allah, hamdin sürekli olmasını diler. Çünkü hamd, dünya ve ahirette
sürekli olarak O'na aittir.
Takdir olunan şeyler için bir sınır yoktur. Takdir olunan bir şey, ancak
kendisinden sonra olan bir şeyi takdiri ve sayıların takdiri gibi sonu olmayan
bir takdiri mümkün kılar. Eğer bununla, bu mana kastedilmiş ise, o zaman dileme
ile ilgili bir açıklamaya gerek yoktur.
Hatta bununla kastedilenin, ?tükenmek bilmeyen dolusu? olduğu da söylenmiştir.
Buna göre Allah'ın, hamdi dilemesine gelince, sonradan meydana gelen türden
başka bir şey yada sonradan meydana gelenden geriye kalan bir şey olsa da, hamd
ancak mevcut ve yaratılan olur. İşte bu, tamamen, Allah'ın hamdi sonradan
dilemesindendir.
Yine hamd, sevgi yönü itibariyle övülen güzellikleri haber vermektir. Övülen
güzellikler, ya Allah'ın zatıyla kaimdir yada Allah'ın yarattığı varlıklarda
ortaya çıkmaktadır.
Yok olan bir şey ise, bir şey yaratamaz ve hiçbir varlığı meydana getiremez. Yok
olan bir şey, varlık olamaz. Dolayısıyla yok olan bir şeyde, elbette övülecek
şeyler bulunmaz. Bu nedenle de bilinen ve bilinmeyen yaratıklar dolusu hamd,
Allah'a aittir. Çünkü hamd; Allah'ın kemaliyle ve zatıyla kaim olan övgüyü ve
yarattığı varlıklarda görünen iyi işleri içermektedir.
Hamdin, var olmayanda meydana gelmesi, övülecek iyi işler olmaz.
İnsanlar, hamdin; gökler, yer ve ikisi arasında bulunanlar kadar dolu olmasının
anlamı hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Bir grup, bu konuda temsil mahiyetinde şöyle demişlerdir: ?Şayet hamd, cisimler
şeklinde olsaydı, gökleri, yeri ve iki arasında bulunanları doldururdu.?
Diğer bir grupta şöyle demiştir: ?Hamd, manalar ve arazlar[39]
kabilindendir. Cisimler,[40]
bunları doldurmaz. Bunlarda cisimleri doldurmaz.?
Doğru olan şudur: Hamdin, doldurmaya ve doldurulmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü ?Su
kabı suyla doldu? ve ?Kase yemekle doldu? denildiğinde, bu, dolmanın bir
çeşididir. ?Ev adamlarla doldu? ve ?Şehir atla ve adamlarla doldu? denildiğinde
ise, bu da, başka bir tür dolma şeklidir. ?Kitap satırlarla doldu? denildiğinde
ise, bu da, diğer bir dolma şeklidir. ?İnsanların kulakları hamdle veya filanca
kimseyi yermekle doldu? denildiğinde ise, bu da, başka bir dolma şeklidir.
Bu husus, bilinen bir rivâyette şu şekilde geçmektedir:
أَهْلُ الْجَنَّةِ مَنْ اِمْتَلأَتْ مَسَامِعَهُ مِنْ ثَنَاءِ النَّاسِ عَلَيْهِ،
وَأَهْلُ النَّارِ مَنْ اِمْتَلأَتْ مَسَامِعَهُ مِنْ ذَمِّ النَّاسِ لَهُ
?Cennetlik kimse, kulakları, insanların kendisi ile ilgili (hayrlı) övgüleriyle
dolan kimsedir. Cehennemlik kimse ise, kulakları insanların kendisi ile ilgili
(kötü) yermeleriyle dolan kimsedir.?[41]
Hz. Ömer, Abdullah ibn Mes'ud hakkında şöyle der: ?Abdullah ibn Mes'ud, torba
gibidir. O, ilimle doldurulmuştur.?
Denildi ki: ?Filanca kimsenin bilgisi, dünyayı doldurdu.?
Yine denildi ki: ?İbn Ebi'd-Dünyâ, bilgi olarak dünyayı doldurur.?
?Filanca kimsenin şöhreti, dünyayı doldurdu ve ufku daralttı?, ?Sevgisi kalpleri
doldurdu?, ?Filanın kızgınlığı kalpleri doldurdu?, ?Filanın kalbi korkuyla
doldu? denilir.
İşte bu, hamd ile ilgili anlatılanları kavramaya çalışan kimse için yeterlidir.
Gerçekte ise ?dolmak? ve ?doldurmak? kelimelerini, özellikle de cisimlere özgü
kılmak, batıl bir mesele üzerinde ve delili olmayan bir iddia üzerinde hüküm
vermeyi gerektirir. İşin aslı, aynıdır. Ortak mana; kelimenin sözlük anlamına,
farklı anlamlara ve değişik kullanışa galip gelmesidir. Çünkü böyle bir şeye
dönmek, kelimenin mecaz anlamından ve ortak kullanımından daha önceliklidir.
Burada kastedilen husus şudur: Yüce Allah'ın bütün isimleri çok güzeldir.
İsimleri içerisinde kötü bir isim yoktur. Sıfatları, tamamen kemaline uygundur.
Sıfatları içerisinde eksik bir sıfat yoktur. Fiilleri, tamamen hikmetinin
gereğidir. Fiilleri içerisinde hikmet ve maslahattan uzak bir fiil yoktur.
Göklerde ve yerdeki en güzel örnekler, O'nundur. Çünkü O, Azîz ve Hâkim'dir.
Kemâl sıfatıyla vasıflanmıştır. Yüce ve büyüktür. Teşbih ve temsilden uzaktır.
Na'tlarla[42]
anılmıştır. Yine kemâl sıfatlarına aykırı olan sıfatlardan da uzaktır.
Dolayısıyla da O,
Hayy'ın[43]
zıddı olan ölümden ve
Kayyûm'un[44]
zıddı olan uyuklamadan, uykudan, yanılgıdan ve gafletten uzaktır.[45]
O'nun,
ilimli
olmakla vasıflanması, bunun zıddı olan unutkanlıktan ve şaşkınlıktan tamamen
uzak olmasını gerektirir. Çünkü hiçbir şey, O'nun ilminden uzak değildir.
Kudretli
olmakla vasıflanması, bunun zıddı olan acizlikten, yorgunluktan ve bitkinlikten
uzak olmasını gerektirir.
Adil
olmakla vasıflanması, haksızlık yapmaktan uzak olmasını gerektirir.
Hikmetli
olmakla vasıflanması, boş şeyden uzak olmasını gerektirir. İşitmek ve görmekle
vasıflanması, bunların zıddı olan şeylerden uzak olmasını gerektirir. Hiçbir
şeye muhtaç olmamakla (=ganiyy)
vasıflanması, bunun zıddı olan muhtaçlıktan uzaktır.
Hamd, tamamen O'na layıktır. Övülmüş olmaması, imkansızdır. Yine O'nun Kâdir
(=her şeye gücü yeten) olmaması, Hâlık (=yaratıcı) olmaması, Hayy (=canlı ve
diri) olmaması da imkansızdır. Hamdin tamamen O'nun zatı için olması vaciptir.
Çünkü sadece O'nun ilâh, rabb ve kâdir olması gibi sadece övülmüş olan da O'dur.
?Hamd, tamamen Allah içindir?
denildiğinde, bunun iki anlamı vardır:
Birincisi:
O'nun,
herkes tarafından övülmüş olması.
O, bu vasfı sebebiyle resulleri, nebileri ve bunlara tabi olan kimseler
tarafından övülmüştür. İşte bu, yüce Allah'ın hamdindendir. Dolayısıyla da O,
birinci maksada göre övülmüştür.
O Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın olmakla da övülmüştür. Bu, O'nun her şeyi bilmesi
(=Alîm) olması gibidir. Çünkü hiç kimsenin bilmediği birçok şeyi insanlara kendi
ilminden bildirmiştir.
Nitekim bu husus, rivayet edilen bir duada şöyle geçmektedir:
اللَّهُمَّ لَكَ الْحَمْدُ كُلُّهُ, وَلَكَ الْمُلْكُ كُلُّهُ, وَبِيَدِكَ
الْخَيْرُ كُلُّهُ, وَإِلَيْكَ يَرْجعُ الْأَمْرُ كُلُّهُ, أَسْأَلُكَ مِنَ
الْخَيْرِ كُلِّهِ وَأَعُوذُ بِكَ مِنَ الشَّرِّ
?Allahım! Hamd, tamamen senindir. Mülk, tamamen senindir. Hayr, tamamen senin
elinledir. İş, tamamen sana döner. Senden bütün iyilikleri isterim. Bütün
kötülüklerden de sana sığınırım?[46]
Mülk O'nundur. Mülkünden bazı yarattıklarına dilediği şekilde vermiştir. Hamd
O'nundur. Hamdinden dilediğine istediği şekilde vermiştir. Yine yaratılmışların
mülkü de, O'nun mülkü içerisine girmektedir. Yine kulun hamdi de, O'nun hamdi
içerisine girmektedir. Her şey O'nu övmektedir. Allah, öncelikle zatıyla
övülendir.
?Allahım! Hamd, senindir?
sözüyle kastedilen şudur: Allahım! Sen, her türlü hamde layıksın demektir.
Yalnız
bu hamdle, hâricî hamd kastedilmemektedir.
İkincisi: ?Hamd, tamamen senindir?
sözüyle; tam, mükemmel hamd kast edilmektedir. Bu şekilde bir hamd, sadece
Allah'a mahsustur. Allah'tan başka birisinin böyle bir hamde ortak olması yada
layık olması düşünülemez.
?Hamdin Allah'a ait olması?,
genel olarak hamdin bu iki anlamıyla anlaşılmaktadır. Çünkü hamdin geneli
O'nundur. İşte bu, yüce Allah'ın özelliklerindendir. Dolayısıyla O, her
halükarda ve her şeyde övülendir. Çünkü en mükemmel ve en yüce hamd O'nundur.
Yine tam ve her şeyi kuşatan mülk de O'nundur. Her şeye sadece O sahiptir.
Dolayısıyla da tam ve mükemmel ancak O'nundur. Peygamberlere tabi olan kimseler,
Allah'ın mükemmel bir mülke ve hamde sahip olduğunu ispat edip şöyle
demişlerdir:
?O, her şeyi yaratan, her şeyin rabbi ve melikidir. Elbette hiçbir şey; O'nun
yaratması, kudreti ve dilemesi dışına çıkmaz. Çünkü mülk, tamamen O'nundur.?
Mecusi Kaderiyye,[47]
kulların fiillerini, O'nun mülkünden çıkarmaktadır. Ayrıca meleklerin, cinlerin
ve insanların bazı hareketlerini de, O'nun mülkünden çıkarmaktadır.
Peygamberlere tabi olan kimseler ise, bunları, tamamen Allah'ın mülkü ve kudreti
içerisine dahil edip mükemmel hamdin mahiyetine delil getirmişlerdir. Çünkü O,
bütün bunlarda ve mükemmel hamd hususunda övülendir Yine O, bu hususlarda ve
yarattığı ve yaratacağı her türlü hususta övülendir. Kısacası, bu konuda
fiil
ile hedeflenen ve övülen gayeler ve hikmetler, hep O'nundur.
Kaderiyye,[48]
gerçekte, hikmeti ve sebepleri[49]
bir tarafa bırakıp hikmetin kul için olduğuna delil getirmeleri gibi hamdin de
kul için olduğuna dair delil getirmişlerdir. Çünkü hamd, hikmetin
gerektirdiklerindendir. Hikmet de ancak bir şeyi bir şey için yapıp sonra da bu
yaptığıyla kendi fiilinden kaynaklanan hikmeti kast eden kimse hakkında
geçerlidir. Bir şeyi bir şey için yapmayan kimse ise, kendi hakkında bir hikmet
düşünemez.
Ayrıca Kaderiyye şöyle der: Yüce Allah'ın fiillerinde ve hükümlerinde sebeplilik
bildiren lâm harfi (=Lâm-ı Ta'lîl) yoktur.[50]
Kuvvetler, mizaçlar ve maslahatlar ile ilgili yaptıklarıyla bağlantı kurulamaz.
Bunlarla ancak zıt bir bağlantı kurulabilir. Sebep, müsebbebden dolayı meydana
gelmez. Çünkü sebep, müsebbebe bağlı değildir.
Onlara göre, sebep yoksa müsebbeb de yoktur. Bu da ancak dilemenin açığa çıkması
ve benzerini benzerine tercih eden iradenin ortaya çıkmasıdır. Çünkü tercih
olunan, asıl değildir.
Onlara göre; bu husus, bedenler için geçerli değildir. Mizaçlar ve kuvvetleri
ise, bedenin harekete geçmesini sağlayan sebeplerdir. Yüce Allah, cisimlerden
birini, asıl bir sebep ve hikmet olmaksızın sadece benzerini benzerine tahsis
etmek sûretiyle görmeye, akletmeye ve tatmaya has kılmıştır.
İşte Kaderiyye, mükemmel mülkün kul için olduğuna delil getiremedikleri gibi
mükemmel hamdin de kul için olduğuna dair delil getirememişlerdir. Selefe ve
ümmetin cumhuruna göre; bu her iki görüş, kabul edilemezdir.[51]
Mülk ve hamd, Allah hakkında eş anlamlıdır. Mülkünün ve kudretinin kuşattığı her
şey, O'nun hamdini de kuşatmaktadır. Dolayısıyla O, mülkünde övülendir. Hamdiyle
birlikte mülk ve kudret, O'nundur. Dolayısıyla yarattığı şeylerden birinin,
mülkünün ve kudretinin dışına çıkması imkansızdır. Yine yarattığı şeylerden her
hangi bir şeyin, hamdinin ve hikmetinin dışına çıkması da mümkün değildir. İşte
bundan dolayı yüce Allah, yaratmasının ve emretmesinin hamdinden kaynaklandığını
kullarına belirtmek için yaratma ve emretme hususunda kendisini övmektedir. Bu
nedenle de O, şükrü, ibadeti, övgüyü ve mehdi gerektiren hamd hususunda her
türlü yaratma ve emretme hususunda övülendir. Çünkü emretme ve yaratmayı,
kendisinde bir araya getirmiştir. Bundan dolayı da yaratmayı ve emretmeyi
tamamen kuşatmıştır. İşte bundan dolayı da bu iki kelimeyi şöyle anmıştır:
?Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Alemlerin Rabb'i Allah ne
yücedir!?[52]
Görüldüğü üzere hamd, sıfatların en genişi ve övgülerin en kapsamlısıdır.
Çoğunlukla ilme götüren yollar ve alemin zerrelerine, parçacıklarına, emrin ve
yasağın detaylarına ileten yollar, gerçekten çok geniştir. Çünkü isimlerinin,
sıfatlarının, fiillerinin, hükümlerinin, adaletinin, düşmanlarından intikam
almasının, ihsanda bulunma hususunda dostlarına yaptığı lütfunun hepsi, hamd ile
ilgilidir.
Yaratma ve emretme ancak hamdiyle gerçekleşir ve ortaya çıkar. O'nun hamdinin
gayesi, her şeye hayat vermektir. her şeyin var olması, O'nun hamdiyle olur.
Varlık aleminde O'nun hamdini araştırma ve izlerini ortaya çıkarma, basiret
sahibi ve derin görüşlü kimselerin tanıklık ettiği bir iştir.
O'nun isimlerini ve sıfatlarını tanımak, hamdin manasına ve bilinen hususları
kapsamasına delalet eden yollardandır. Kulun, alemin bir ilâha sahip olduğu ile
ilgili kabulü; her kemâl sıfat, her güzel isim, her güzel övgü ve her yüce fiil
ile bağlantılıdır. Dolayısıyla yüce Allah; tam bir kudrete, mükemmel bir
dilemeye, kuşatıcı bir ilme, sesleri kapsayan bir işitmeye, bütün görülenleri
ihata eden bir görmeye, bütün yaratılanları kuşatan bir rahmete, hiçbir varlığa
gerek duymayan en yüce melik olmaya, bütün yönlere sahip mutlak, mükemmel bir
muhtaç olmamaya, kainatta izleri görülen apaçık bir hikmete ve bütün mükemmel,
tam, harika yöntemlere, ifadelere, kelimelere galip gelen bir izzete sahiptir.[53]
Yüce Allah, yaratmasının başında ve sonunda, emretme ve şer'i bir yasa koyma
hususunda, alemlerin rabbi olduğu hususunda, ilâh olma ve diri olma ile ilgili
tek olmasında, kemaline uygun olmayan bir şeyle vasıflanmaktan uzak olması
hususunda; çocuk ile ortak edinmek, kendisine ihtiyaç duyduğu yarattıklarından
birisiyle dostluk kurmaktan uzak olması hususunda, yüce ve büyük olması
hususunda kendisini övmesi ile ilgili yarattığı ve emrettiği hamdinin kapsamını
bildirmektedir.
Yüce Allah, ulvi ve süfli alemde hamdini ortaya çıkaracağını bildirmiş ve bütün
bunları, kitabında haber vermiştir.
Görüldüğü üzere yüce Allah, hamdini ve hamd yollarını çeşitlendirmiş, bu yolları
bazen bir araya getirmiş ve bazen de bunları başka şekillere ayırmıştır. Bunu
da, kendisini onlara tanıtmak, kendisine nasıl hamd ettiklerini ve nasıl
övdüklerini onlara göstermek, bununla kendisini onlara sevdirmek ve kendisini
tanıdıklarında, sevdiklerinde, hamd ettiklerinde onları sevmek için yapmıştır.
Nitekim yüce Alah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
?Hamd, alemlerin Rabb'i Allah'a mahsustur. O Rahmân'dır, Rahîm'dir. Din gününün
sahibidir.?[54]
Yine şöyle buyurmaktadır:
?Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a
mahsustur. (Bunca âyet ve delillerden) sonra kâfir olanlar (hâla putları)
Rab'leri ile denk tutuyorlar.?[55]
Yine şöyle buyurmaktadır:
?Hamd, Allah'a mahsustur ki kulu (Muhammed'e), Kitab ?ı indirdi ve ona hiçbir
eğrilik koymadı. Onu dosdoğru (bir kitap) olarak (indirdi) ki katından gelecek
şiddetli azaba karşı (insanları) uyarsın ve yararlı işler yapan müminlere
kendileri için güzel bir mükafat bulunduğunu müjdelesin.?[56]
Yine şöyle buyurmaktadır:
?Hamd, göklerde ve yerde bulunanların hepsi kendisinin olan Allah'a mahsustur.
Âhirette de hamd, O'na mahsustur. O, Hâkim (=hüküm ve hikmet sâhibidir), Habîr
(=her şeyden haberdar olan)'dır.?[57]
Yine şöyle buyurmaktadır:
?Hamd, o gökleri ve yeri yaratan ve melekleri ikişer üçer, dörder kanatlı
elçiler kılan Allah'a mahsustur. O, yaratmada dilediği kadar artırır. Gerçekten
Allah, her şeye gücü yetendir.?[58]
Yine şöyle buyurmaktadır:
?Allah,
O'dur ki; O'ndan başka ilâh yoktur. Hamd, dünyada da ahirette de O'nun içindir;
hüküm de O'nundur. Yalnız O'na döndürüleceksiniz.?[59]
Yine şöyle buyurmaktadır:
?O diridir, O'ndan başka ilâh yoktur. Dini yalnız kendisine hâlis kılarak O'na
yalvarın. Hamd, âlemlerin Rabb'i olan Allah'a mahsustur.?[60]
Yine şöyle buyurmaktadır:
?O halde akşama girdiğiniz zaman da sabaha girdiğiniz zaman da Allah'ı tesbih
edin. Göklerde ve yerde, ikindileyin ve öğleye erdiğiniz zaman da hamd, O'na
mahsustur.?[61]
Yüce Allah, (kıyamet günü) müminlere sevap ile mükafat vermek, günahkarlara da
ceza ile azab vermek sûretiyle insanlar hakkında adaletle hüküm verip onların
arasını bu şekilde ayırdıktan sonra hamdin kendisine ait olduğunu şöyle
belirtmektedir:
?Artık insanların aralarında adaletle hüküm olunmuştur. ?Hamd, alemlerin Rabb'i
olan Allah'a mahsustur' denir.?[62]
Yüce Allah, cehennemliklerin cehenneme kendi hamdi sayesinde girmeleri gibi,
cennetliklerin de cennete kendi hamdi sayesinde girdiklerini cennet ehlinin
lisanından şöyle haber vermektedir:
?Ve cennette ki kimseler: ?Hidâyetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a
hamdolsun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak
değildik...' derler.?[63]
Yine yüce Allah, bu konuda şöyle buyurmaktadır:
?Cennetliklerin cennetteki duası: ?Allah'ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih
ederiz!' (sözleridir). Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri (söz) ise
?selâm' dır. Onların dualarının sonu da şudur: Hamd, âlemlerin Rabb'i Allah'a
mahsustur.?[64]
Yüce Allah cehennemliklerin lisanından ise şöyle buyurmaktadır:
?O gün Allah, onlara seslenip: ?Benim ortağım olduklarını iddia ettikleriniz
nerededir?' der. Her ümmetten bir şahit çıkarır ve ?kesin delilinizi ortaya
koyun?' deriz. O zaman, gerçeğin Allah'a ait olduğunu, uydurduklarının
kendilerini bırakıp kaçtığını anlarlar.?[65]
Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
?Böylece günâhlarını itirâf ettiler. O çılgın ateş halkı (Allâh'ın acımasından)
uzak olup (artık onlara) ezilmek yaraşır!?[66]
Görüldüğü üzere onlar inkar etme ve zulmetme konusunda kendi nefislerini şahit
tuttular ve kendilerinin bu dünyada yalancılardan olduklarını, Rablerinin
âyetlerini yalanladıklarını, O'na şirk koştuklarını, O'nun ilâh oluşunu bile
bile inkar ettiklerini, O'na iftirada bulunduklarını biliyorlardı.
İşte bu, onların, kendileri hakkında Allah'ın adaletli davranmasını ve
kendilerine bazı haklar vermesini istemeleri ile ilgili bir itirafı ortaya
çıkarmaktadır. Çünkü Allah, onlara zulmedici değildir. İnkarlarının ve
kötülüklerinin karşılıksız kalmaması için, Allah'ın adaleti ve hamdi gereği
cehennem ateşine girecekler ve bir şeyi yapmaya, terk etmeye güç yetirebilmeleri
ve yaptıkları fiiller gereği cezalandırılmışlardır. Bu, Cebriyye'nin[67]
dediği gibi değildir.
Bu hikmeti detaylı bir şekilde açıklamak, insan aklının kavrayamayacağı ve
anlayamayacağıbir meseledir. Fakat bu meseleyi kısaca şöyle özetleyebiliriz: Her
üstün sıfat, güzel isim, güzel övgü ve her türlü hamd, medh, tesbih, tenzih,
takdis, celal ile ikram tamamıyla en güzel ve en mükemmel şekilde Allah içindir.
Dolayısıyla vasıflandığı, zikrolunduğu ve bahsedildiği bütün hamdler, sena,
tesbih ve takdis O'na aittir. Yaratıklarından hiçbirisi, övme mahiyetinde, O'nun
hamdini sayamaz. Çünkü O, kendi zatını övdüğü gibi ve yarattıklarının, kendisini
övmesinin üstündedir. Dolayısıyla ilk ve son olarak hamd O'nundur. İşte bu,
O'nun iki çeşit olan hamdinin birincisini haber vermektir. Ki
bu hamd çeşidi,
sıfatlar ve isimlerle O'nu hamd etmektir.
İkinci hamd çeşidi ise;
nimetleriyle ve yarattıkları şeylerle O'nu hamd etmektir. Bu, yaratılanın;
iyi-günahkar, mümin-kafir olduğuna, verdiklerinin bol ve geniş olduğuna, cömert
olduğuna, yarattıklarının güzel olduğuna, kullarıyla olan ilişkilerinin iyi
olduğuna, kullarına karşı rahmetinin iyiliğinin, lütfunun, sevgisinin sınırsız
olduğuna, zor durumda kalan kimselerin ettiği duaya icabet ettiğine, sıkıntıda
olan kimselerin sıkıntısını giderdiğine, üzüntülü kimsenin üzüntüsünü
giderdiğine, rahmetinin alemleri kuşattığı, istekte bulunmadan önce istekte
bulunacak kimseyi nimetleriyle kuşattığına şahitlik etmektedir.
Yüce Allah, isteyen kimseye en güzel bir şekilde lütufta bulunur. Lütfunu
ümitlerin ulaşamadığı yere ulaştırır. Hidâyeti ise, özellikle de Daru's-Selam
(=cennet) yolcusu kullarınadır. Bu kullarını en güzel bir şekilde korudu ve
onları kötülüklerden, günahlardan alıkoydu. Onlara imanı sevdirdi ve onu
kalplerinde süsledi. Onları küfür, fasıklık ve isyandan uzak tuttu. Onları,
doğru yolun yolcularından kıldı. Kalplerine imanı yerleştirdi. Onları,
kendisinden bir ruhla destekledi. Onları yaratmadan önce kendilerini ?Müslüman?
diye isimlendirdi. Kendisini anmalarından önce onlarıandı ve bir şey
istemelerinden önce onlara gerekli şeyleri verdi. Zengin olması hasebiyle kendi
katından onlara nimetler vermek sûretiyle onları memnun etti. Onlara masiyetleri
sevdirtmedi ve onları kendi yolunda tuttu.
Bununla birlikte onlar için bir yurt edindi. Bu yurdun içerisine, nefislerin
iştah duyacağı ve gözlerin tat alacağı her türlü şeyleri hazırlayıp içini her
türlü iyi şeylerle doldurdu ve gözün göremediği, kulağın işitmediği, insanın
kalbine gelmeyen her türlü nimetleri, mutlulukları, sevinçleri ve neşeleri
hazırladı.
Daha sonra onlara, bu yurda davet eden peygamberler gönderdi. Ardından da bu
yurda ulaştıran yolları onlara kolaylaştırıp bu konuda onlara yardım etti. Bu
kısa müddet içerisinde bu ebedi yurda yöneldiklerinden dolayı onlardan razı
oldu. Onlara, iyilik ettikleri takdirde bunun karşılığında onlara bu iyiliğin on
katını vereceğini, kötülük ettikleri takdirde ise, bağışlanmaları için kendisine
istiğfarda bulunmaları gerektiğini bildirdi. Onlara iyiliklerden sonra
kötülükleri yaptıkları takdirde onları mahvedeceğini vaat etti. Onlara
nimetlerini hatırlattı. Onlara isimlerini tanıttı. Onlara karşı muhtaç değil,
kendi katından bir rahmet ve iyilik olarak emrettiği şeyleri yapmalarını istedi.
Kendisinin onlara karşı cimri davranması değil, bir himaye ve koruma olarak
onlara yapılmaması gereken şeyleri yasakladı. Onlara en güzel bir hitap şekliyle
hitapta bulundu. En güzel bir şekilde onlara nasihatte bulundu. En güzel bir
biçimde onlara tavsiyede bulundu. En değerli niteliklerini işlemelerini onlara
emretti. En çirkin sözleri ve davranışları onlara yasakladı. Onlara âyetler
sundu. Onlara güzel örnekler anlattı. Kendisini bilme ve tanıma ile ilgili
yolları çoğalttı. Kendisi ile ilgili hidayet kapıları açtı. Rızasını elde
edecekleri ve gazabından kaçacakları yolları onlara gösterdi.
En güzel ifadelerle onlara hitapta bulunup onları en güzel isimlerle
isimlendirdi. Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
?Ey iman edenler!?[68]
Yine yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
?Ey iman edenler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz?[69]
Yine yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
?De ki: ?Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım!?[70]
Yine yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
?(Resûlüm!) De ki: Ey iman eden kullarım!?[71]
Yine yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
?Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize kulluk ediniz. Umulur
ki, böylece korunmuş (Allah'ın azabından kendinizi kurtarmış) olursunuz. O yeri
sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size
rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, bile bile, Allah'a
ortaklar koşmayın.?[72]
Yine yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
?Ey insanlar! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; Allah'tan başka size
gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O'ndan başka ilâh yoktur.
Nasıl oluyor da (tevhidden küfre) çevriliyorsunuz!?[73]
Yine yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
?Ey insanlar! Allah'ın vâdi gerçektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o
aldatıcı (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırmasın!?[74]
Yine yüce Allah konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
?Ey insan! İhsanı bol Rabb'ine karşı seni aldatan nedir? O (Rab) ki seni
yarattı, seni düzenledi, sana ölçülü bir biçim verdi.?[75]
?Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkup gerektiği gibi
sakının ve kesinlikle Müslüman olarak can verin! Hep birlikte Allah'ın ipine
(=kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın
üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O,
kalplerinizi birleştirmişti. İşte O'nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler
olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O
kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola
eresiniz.?[76]
?Ey iman edenler, sizden olmayanları dost edinmeyin; onlar, sizi şaşırtmakta
kusur etmezler, sıkıntıya düşmenizi arzu ederler. Baksana, öfkeleri ağızlarından
taşmaktadır; sinelerinin gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz,
sizlere âyetleri açıkça bildirdik.?[77]
?Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost
edinmeyin. Onlar, size gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi
gösteriyorsunuz; oysa onlar, Rabb'iniz olan Allah'a inandığınızdan ötürü sizi ve
Peygamberi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer sizler Benim yolumdan savaşmak ve
rızamı kazanmak için çıkmışsanız onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Ben, sizin
gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. içinizden onlara sevgi gösteren
kimse, şüphesiz doğru yoldan sapmıştır.?[78]
?Ey iman edenler! Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı zaman
icabet edin. Allah'ın, kişi ile kalbi arasına girdiğini ve sonunda O'nun katında
toplanacağınızı bilin. Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece
zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz
ki, Allah'ın azabı şiddetlidir. Hatırlayın ki, bir zaman siz yeryüzünde âciz
tanınan az (bir toplum) idiniz; insanların sizi kapıp götürmesinden
korkuyordunuz da şükredesiniz diye Allah size yer yurt verdi; yardımıyla sizi
destekledi ve size temizinden rızıklar verdi.?[79]
?Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da
yalvardıklarınız bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi
yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar.
İsteyen de âciz, kendinden istenen de!?[80]
?Meleklere: ?Adem'e secde edin' demiştik. İblis'ten başka hepsi secde etmişti.
O, cinlerden idi. Rabb'inin buyruğu dışına çıktı. Ey insanoğulları! Siz Beni
bırakıp onu ve soyunu dost mu ediniyorsunuz? Halbuki onlar size düşmandır.
Kendilerine yazık edenler için bu ne kötü değişmedir!?[81]
Bu hitabın altında şu husus yer almaktadır: Doğrusu Ben, atanız Adem'e secde
etmeyip emrime karşı geldiği için İblis'i huzurumdan çıkardım, gökten kovdum ve
yanımdan uzaklaştırdım. Sonra da siz ey Adem oğulları! O ve adamları, size
apaçık düşman oldukları halde, siz, Beni bırakıp onu ve soyunu mu dost
ediniyorsunuz!.
Dolayısıyla zeki insan, bu hitabın yerini, kalpleri ve ruhları sarsan etkisini
iyi düşünür.
Kur'an'da, Allah'ın, çoğunlukla, kullarına yaptığı hitap; sevgi gösterme,
muhabbeti geliştirme, iyi davranma ve apaçık nasihat etme şeklinde gelmiştir.
Ayrıca kullarına, yaptıkları vesilelerin en güzeline, makamların en üstününe,
ilimlerin ve becerilerin en yücesine razı olacağını da bildirmiştir. Nitekim
yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
?Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz Allah, size muhtaç değildir. Bununla beraber O,
kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizden bunu kabul eder. Hiçbir
günahkâr diğerinin günahını çekmez. Nihayet hepinizin dönüp gidişi,
Rabb'inizedir. Yaptıklarınızı O size haber verir. Çünkü O, kalplerde olan her
şeyi hakkıyla bilendir.?[82]
?İşte bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size
din olarak İslam'a razı oldum.?[83]
[84]
O'nun isminin
?el-Hamîd?
olması bu şekildedir. Çünkü hamd, tamamen O'na aittir. Hamdinin kemali;
isimleri, fiilleri ve sıfatları hususunda herhangi bir kötülüğün ve noksanlığın
O'na nispet edilmemesini gerektirir. O'nun güzel isimleri, kendisine, herhangi
bir kötülğün ve haksızlığın nispet edilmesini men eder. Çünkü O, her şeyin
yaratıcısıdır. Dolayısıyla kullarını, onların fiillerini, hareketlerini ve
sözlerini de yaratmıştır.
Kul, kendisine yasak edilen çirkin bir şeyi işlediği zaman, o kötü şeyi kendisi
yapmış olur. Çünkü yüce Allah, o kimseyi, bu işi yapan kılmıştır. Bu kılma
eylemi; Allah'ın adaleti, hikmeti ve doğruluğudur. Bu nedenle de o kimseyi, bu
eylemi yapan (=fail) kılması hayrdır. Kulu bu eylemden etkilenen (=mef'ul)
kılması ise, kötü ve çirkindir. Çünkü yüce Allah, kulun yaptığı o eylemi, yerli
yerine koymuştur. Dolayısıyla bu konuda O'nu öven apaçık bir hikmet ortaya
çıkmaktadır ki, O'nunla ilgili ortaya çıkan bu husus; bir hayr, bir hikmet ve
bir faydadır. Böyle bir şeyin kuldan ortaya çıkması ise bir noksanlık ve bir
kötülüktür.
İşte bu, delil getirme hususunda ma'kul bir iştir. Buna göre her şeyden haberdar
olan yaratıcı; eğik bir tahta parçasını, kırılmış bir taşı ve eksik tartılmış
sütü alıp uygun bir şekilde yerine koyduğu zaman, işte bu husus; O'nun adaleti
ve övülen doğruluğu olur. Eğer o yer ile ilgili herhangi bir yanlışlık, eksiklik
ve yerilen bir ayıp varsa, hiç kuşkusuz ki bu durum, tamamen o yer ile
ilgilidir. Buna göre kim pis şeyleri uygun bir şekilde bir yere koyarsa, hiç
kuşkusuz bu; bir hikmet, bir adalet ve bir doğruluktur. Fakat akılsızlık ve
zulüm, bu şeylerin, başka bir yere koyulmasıdır. Dolayısıyla kim sarığı başına,
ayakkabıyı ayağına, sürmeyi gözüne ve çöpü de çöp kutusuna koyarsa, hiç kuşkusuz
bu, o şeyi, yerine koymuş demektir. Çünkü sarık, ayakkabı, sürme ve çöp, yerine
konulduğu için, konulan bu şeylere haksızlık yapılmamış olunur.[85]
* * *
[1]
Yüce Allah, Kur'an'ın
2
yerinde kendisini
?el-Mecîd?
olmakla nitelendirmiştir. Bunlar; Hûd:
11/73,
Burûc:
85/15.
?el-Mecîd?;
lütuf ve ihsanı çok geniş, çok cömert, çok şerefli, ok kerim ve fiilleri çok
güzel olan, şanı yüceve büyük olan demektir. (ç)
[2]
Duyularla idrak edilmeyen Yüce Allah'ın, bir taraftan bilinip tanınması
ve evrenin yaratıcısı olarak kabul edilmesi, diğer taraftan tek ve benzersiz
oluşunun kavranılması gerçeği karşısında İslam düşüce tarihinde faklı
görüşlerin ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Bunları üç gurupta toplamak
mümkündür.
Birincisi:
Allah'ı insana veya cisme benzeten Müşebbihe ve Mücessime fırkasıdır.
İkincisi:
Allah'ın tek ve benzersiz olduğu inancını zedelememek için onun zatına her
hangi bir kavram nispet etmemek ve zatı sadece olumsuz kavramlardan tenzih
etmek gibi düşünceleri savunan Mutezile ekolünün ve İslam filozoflarının
görüşüdür.
Üçüncüsü:
Yüce Yaratıcı'nın fiilen var olduğunu, insan ve kainatla münasebet halinde
bulunduğunu kavrayabilmek için onu insan anlayışının alanına giren bazı
sıfatlarla nitelendirmenin gereğine inanan; bunun yanı sıra ilahlıkla
bağdaşmayan bazı kavramları (tenzihi sıfatları) onun zatından
uzaklaştırmanın zorunlu olduğunu savunan Ehlisünnet ekolüdür
Müşebbihe ve
Mücessimeye karşı mücadele veren Mutezile, zamanla sıfatların nefyi
noktasına yaklaşmıştır. Mutezileden sonra güçlü bir felsefi disiplin
oluşturan Müslüman filozoflardan bazıları, Helenistik felsefenin değişik
akımlarından etkilenerek Allah'ın, zatıyla vacibu'l-vücüd ve her yönden bir
tek olduğu görüşünü savunurken, Allah'ın sıfatlarını nefyetmede aşırılıklara
saplanmışlardır.
Mutezilenin
kurucusu sayılan Vâsıl b. Atâ (131/748)'dan
sonra gelen Mu'tezililer de bu felsefi düşüncelerden fazlasıyla
etkilenmişler ve sıfatların bir grubunu inkarı konusunda akli burhanlarla
görüşlerini teyid etme gayretine girmişlerdir. Neticede bu konuda onlardan
bazıları da filozofların görüşünü aynen benimsemişler, sıfatları zatın aynı
olarak kabul etmişler, bundan dolayı da Muattıla olarak
isimlendirilmişlerdir.
Aslında bütün
Mutezili kelamcıları, Muattıla olarak kabul etmek doğru değildir. Onlar,
Müşebbihe ve Mücessime'nin yaydığı şüphelere tabii bir tepki olarak ortaya
çıkmıştır. Çünkü Vasıl ve arkadaşlarının gayesi, İslam akidesini savunmak
ve ona arız olan tehlikelerden onu korumaktır. Bu gayenin tahakkukunda bazı
metodik hatalar yaptıkları için onlardan kimi alimler sıfatların nefyi
neticesine varmışlardır.
Dolayısıyla Mu'tezili kelamcılar, muhaliflerini teşbih ve tecsim ile, onlar
da berikileri Muattıla ve Cehmiyye'den olmakla suçlamış ve neticede ?er-Red
ale'l Müşebbihe?, ?er-Red ale'l-Mücessime? ile ?er-Red ale'l-Muattıla
ve'l-Cehmiyye? türünde epeyce kitap telif edilmiştir.
Fakat Mu'tezili kelamcılar,
bu isimleri kabul etmeyip, kendilerini ?Ehlul-Adl ve't-Tevhîd? olarak
vasıflandırmışlardır. (ç)
[3]
Hûd:
11/73
[4]
Bununla kastedilen; Tahiyyat duasından sonra okunan ?Allahümme Salli?
ve ?Allahümme Barik? dualarıdır. Bu duaların Türkçe anlamları şu şekildedir:
?Allahım! Muhammed'e ve O'nun aile halkına, İbrahim'in ev halkına salat
buyurduğun gibi salat eyle! Şüphesiz ki Sen, ?Hamîd' ve ?Mecîd'sin. Allahım!
Muhammed'e ve O'nun aile halkına, İbrahim'in ev halkına ihsan eylediğin
bereket gibi bereket ihsan eyle! Çünkü Sen, ?Hamîd' ve ?Mecîd'sin? B.k.z.:
Buhârî, Da'vat
33;
Müslim, Salat
66
(406);
Ebû Dâvud, Salat
183
(976);
Tirmizî, Vitir
20
(483);
Nesâî, Sehiv
51;
İbn Mâce, İkame
25
(904);
Müsned,
4/244
(ç)
[5]
Buhârî, Ezan
74,
82;
Müslim, Salat
86
(414);
Ebû Dâvud, Salat
69
(603,
604);
Nesâî, İftitah
30,
111;
Tirmizî, Salat
197
(266);
Müsned,
1/95
(ç)
[6]
Bu husus, yüce Allah'ın;
ذُو الْعَرْشِ الْمَجِيدُ
?Yüce
olan Arş'ın sahibidir?
(Burûc:
85/15)
sözünde geçmektedir. Bu kelimeyi kesreli ve ?Arş?ın sıfatı diye okuyanlar,
Asım'ın dışında kalan Kufelilerdir.
[7]
?el-Mecîd?;
kerem ve lütuftaki en ileri dereceyi ifade eder. Yüce Allah ise, Mecd
olmakla muttasıftır. O zaman yüce Allah'ın, kerem ve lütufta en ileri
derecede olduğu anlaşılır. (ç)
[8]
Mü'minûn:
23/116
[9]
Tevbe:
9/129,
Mü'minûn:
23/86,
Neml:
27/26
[10]
Allah'ın Kürsî'si, gökleri ve yeri kuşatmıştır. Arş'ı ise, Kürsî'yi de
kuşatmıştır. Buna göre Kürsî, Arş'ın altında ve göklerin üzerinde bir
cisimdir. Allah'ın Kürsî'si, bize ancak gökler ve yer tasavvurunun
ötesinden, kapalı ve tahayyülü imkansız bir büyüklük kavramıyla bilinebilir.
Bunun gerçek mahiyetini tayin edebilmemize imkan yoktur. (ç)
[11]
Hamd kelimesi, Kur'an'da
61
yerde Allah'a nispet edilmekte olup bunların 17'sini Hamîd ismi
oluşturmaktadır.
?el-Hamîd?,
Allah'ın sabit sıfatlarından biridir. Bu, bazen sözleriyle bazen de zatıyla
ilgilidir. Her iki durumda da özel tamlama olarak kullanılır.
?el-Hamîd?,
sözlerle ilgili olarak kullanıldığında el-Hamid (=Hamd eden, öven) anlamına
gelir. Bu durumda hamd, iki anlamda kullanılır.
1-
Allah'ın kendi zatını övmesi. Allah'ın kendini övmesi O'nun hakkıdır. O,
dilediği şekilde kendisini övmeye layıktır. O, her türlü noksanlıktan uzak
olduğu gibi, bütün fiilleri, sıfatları, isimleri ve zatı da her türlü
noksanlıktan uzaktır. O, mutlak hamd ve övgünün sahibidir.
2-
Allah'ın, mahlukatı arasında hamd ehli olarak yarattığı kimselerin, hamd
etme görevini yerine getirmeleri nedeniyle hamd etmesi. Aslında bu tür hamd,
bir önceki hamd türüne girer. Çünkü mahlukatın hamd etmesi de O'nun bir
fiili sonucu gerçekleşmekte ve hamd, yine kendisine dönmektedir.
?el-Hamîd?,
zatla ilgili olarak kullanıldığında ise mahmûd (Hamd edilen, övülen)
anlamına gelir. Böylece Allah, kendi zatını sözlerle öven el-Hamid ve
kullarının kendisini övdüğü, methettiği ve saygı duyduğu mahmûd'dur.
Kulların Allah'ı övmesi, O'na hamd etmesi ve diğer kısımlardaki hamd türleri
özel tamlama anlamındadır. Çünkü her insan Allah'a hamd etmeyeceği gibi
Allah da her insanı hamd ehli yapmaz. Allah'ın gazabını kazanmış insanlar
O'na hamd etmekten de uzaktırlar. Allah, böyle insanları ham ehli yapmaz.
Ancak bu insanlar kıyamet günü kabirlerinden kaldırıldıklarında istemeseler
de Allah'a hamd edeceklerdir.? B.k.z: Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'an,
1/188-189.
(ç)
[12]
?el-Vedûd?
ismi; katıksız sevgi anlamına gelen ?vüdd? kelimesinden türemiştir.
?el-Vedûd?, hem seven ve hem de sevilen demektir. Yüce Allah,
peygamberlerini, meleklerini ve Mü'min kullarını sever, onlar tarafından da
sevilir. Onlara, Allah'tan daha sevgili hiçbir şey yoktur. Allah
dostlarındaki Allah sevgisi, ne aslında, ne keyfiyetinde ve ne de tealluk
ettiği şeylerden başka hiçbir sevgiye denk olamaz. Kulun kalbindeki Allah
sevgisinin, bütün sevgileri geçmesi, bütün sevgilere galip gelmesi ve diğer
sevgilerin hepsinin de O'nun sevgisine bağlı olması gerekir.
Gayelerin en
büyüğü olan Alah sevghisinin kazanmanın en önemli yolu, O'nu çok zikretmek
ve övmek, O'na yönelmek ve tam manasıyla O'na tevekkül etmek, farz ve nafile
ibadetlerle O'na yaklaşmak, sözlerde ve fiillerde ihlaslı olmak, açık ve
gizli her halde Hz. Peygamber (s.a.v)'e tabi olmaktır. (ç)
[13]
Bu
kelime, ?mef'ûl? mânasında ?fâil?dir.
[14]
Zeccâc, İştikâku Esmâi'llahi'l-Hüsnâ, s.
70;
Sâmerrâî, Meâni'l-ebniyyeti fi'l-Arabiyyeti, s.
63
[15]
Hûd:
11/73
[16]
İsrâ:
17/111
(Allah, burada, kendisine hamd edilmesini ve yüceltilmesini emretmektedir.)
[17]
Rahmân:
55/78
[18]
Rahmân:
55/27
[19]
Tirmizî, Daavat
91;
Müsned,
4/177
[20]
Neml:
27/40
[21]
Nisâ:
4/149
[22]
Mümtehine:
60/7
[23]
Burûc:
85/14
[24]
Buhârî, Deavât
27;
Müslim, Zikir
83
(2730);
Tirmizî, Dua
82;
İbn Mâce, İkamet
189,
Cenaiz
3,
Dua
10,
17;
Müsned,
1/91,
332,
416
[25]
A'râf:
7/180
[26]
Sâd:
38/35
[27]
Bakara:
2/128
[28]
Ebû Dâvud, Vitr
26;
Tirmizî, Deavât
38;
İbn Mâce, Edeb
57;
Müsned,
2/21,
67,
5/191,
371
[29]
Tirmizî, Daavat
85;
İbn Mâce, Dua
4;
Müsned,
6/171,
182,
208,
258
[30]
Buhârî, Ezan
149,
Tevhid
9,
Daavat
16;
Müslim, Zikir
47,
48
(2705),
Hudud
23;
Tirmizî, Daavat
96;
Nesâî, Sehiv
59;
İbn Mâce